Bakara Suresi 3. Ayetin Tefsiri

اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ

 "Müttakîler; Allah’a içten  inanır ve güvenir , namazı tam kılar ve kendilerine verdiğimiz nimetleri  yerli yerince harcarlar." (Bakara 2/3)

"Ellezine yu'minune bil gaybi"; "Onlar kalpten/içten inanırlar" (Bakara 2/3)

“İçten” diye anlam verdiğimiz kelime (الغيب) El-ğayb’dır. Gayb; gizli olan, akılla ve duyularla bilgi edinilemeyen varlıktır. Kelime “el (ال)” takısı aldığından belli bir gaybı, inançla ilgili gaybı gösterir. Bakara 8. ayete göre inandım demek yetmez, içten inanmak gerekir. Öyle ise (الغيب) El-gayb’daki elif lam, muzafun ileyhten ıvazdır; “بغيبهم  يُؤْمِنُون (yu’minûne biğaybihim) = gaybları ile yani içten inanırlar, anlamındadır. "Yu'minune bil gaybi" ifadesine genellikle, "görmediği halde inanırlar" şeklinde bir anlam verilmektedir ki bu doğru bir mana değildir. "Bil gayb"(gaybe) ifadesindeki "bi", burada "fi"  manasında olup, "yu'minune fil gaybi" ise; "gaybte(kalpten/içten) inanırlar" anlamına gelir. Kaldı ki; "yu'minune" fiili "ifal" babından olup; "duhulet" yani "bir şeyi bir şeyin içine sokmak" manasında da kullanılmaktadır. Verdiğimiz bu mananın başka bir delili ise, bu ayetlerden sonra, 6.ayette "innellezine keferu" denilerek "kafirlerden", sonraki ayetlerde ise "münafıklardan" bahsedilmesidir. Ayetlerde bu üç kavramın peş peşe gelerek bir nevi mukayese edilmesi; "kafir" ve "münafık"ın; imanlarını kalplerine yerleştirmeyen kimseler olması hasebiyle, "mü'min"in; kalpten/içten inanan kimse olduğu görüşümüzü pekiştirmektedir.

Birinin içinde olan akıl gözüyle anlaşılabilir ama emin olunamaz. Nitekim Medine’de kendini mümin gösteren öyle münafıklar vardı ki, Nebimiz, kalplerini bilemediği için onları beğenir, iyi bir müslüman sanırdı. (Bkz. Münafikun 63/1-4)

Aynı konu şu ayette de geçmektedir; "Allah, elçilerini toplayacağı gün onlara “çağrınıza ne karşılık verildi ” diye soracak; onlar da ”bizde böyle bir bilgi olmaz, gaybları sen bilirsin” diye cevap vereceklerdir." (Mâide 5/109) Bu ayetteki "gayb" de, insanın içi, kalbidir. Yani peygamberler “bizim mümin saydıklarımızın gerçekten mümin olup olmadığını bilen sadece sensin” demiş olmaktadırlar.

"Bedevi'ler iman ettik dediler. De ki; "siz iman etmediniz" ama "teslim olduk" deyin. Henüz imanı kalplerinize sokmadınız"(49/14) Bu ayette, imanın "inancı kalbe sokmak" yani başkalarının asla bilgi sahibi olmadığı yere(kalbe)  yerleştirmek, başka bir ifadeyle içten ve samimi olarak inanmak anlamında olduğu açıktır. 

İman; güvenmek demektir:

"ellezine yu'mune"; "O kimseler ki iman ederler(güvenirler)"(Bakara 2/3):

İnanmak, güvenmektir. Birine, “ben sana inanırım” diyen, ona güvendiğini söyler. Dilimize Arapçadan geçmiş olan iman da emn(امن ) kökünden “için yatışması ve endişelerin gitmesi” (Müfredat) demektir. Allah’a inandığını söyleyenlerin çoğu, onun sözleriyle ilgili endişeler taşıdıklarından ona tam güvenmezler. Bu da onları kâfir yapar ama yine de mümin olduklarını sanırlar. Âyetlerin doğru anlaşılması için iman yerine bazen “inanma”, bazen “güvenme” kelimesini; bazen de “inanma ve güvenme” kelimelerini birlikte kullanacağız.

Bir insanın, gözleri başta olmak üzere duyu organlarıyla "şahit olup anlamadan" yahut basiret dediğimiz akıl yoluyla kesin olarak kavramadan herhangi bir şeye gerçek anlamda inanıp teslim olması mümkün değildir. İşte bu nedenle biz İslam'a girmek için "eşhedü"(ben şahidim ki) deriz. Kuran "Bilgi sahibi olmadığın şeye körü körüne uyma" (17/36) buyururken, insan görmediği şeye nasıl "eşhedü" der? demektedir.

Kelime-i Şahadette; Allah ve Peygamber için "eşhedü" demekteyiz. Bir insan, bir şeye iki biçimde "görerek" şahitlik(eşhedü) edebilir: Gözle görerek(basar) ya da Akıl yoluyla kesin olarak kavrayıp görmek (basiret). İki kere ikinin dört ettiği zihinsel bir kesin sonuçtur. Akıl yürütme yoluyla bir şeyi kesin olarak kavramak gözle görmekten daha alt seviyede bir bilgi türü değildir. Nitekim iki kere ikinin dört ettiğini, dış dünyada "iki kere iki"nin bizzat kendisini görmediğimiz halde, akıl yoluyla(basiret) kesin olarak hepimiz kabul ederiz.

Allah, duyu organlarının sınırlarına girecek bir varlık olmadığından, yarattığı varlıklar olan eserleri incelediğinde basiret (akıl görüşü) ile onun varlığı ve birliği kesin olarak anlaşılır. Anne-babalar ve özellikle öğretmenler, ergenlikten önce çocukların Allah'ın varlığı ile ilgili yoğun sorular sorduğunu gözlemlerler. Ergenliğe girişle birlikte bu sorular artık minimuma iner. Araf 172-173.ayetlerde "sırttan tohumun üretilmesi" şeklindeki ifade edilen buluğ ile birlikte insan, kesin olarak "eşhedü" der.

Peygamber için "eşhedü" demek ise, basiret ile değil basar(gözle görme) yoluyladır. Peygamberimizin peygamberlik belgesi Kuran'dır. Kuran'ı anlayarak okuduğumuzda, bunun Allah'ın kitabı olduğunu kesin olarak görürüz ve böylece peygamber için "eşhedü" deriz.

Görüldüğü gibi Allah'a ve Peygambere gayb olarak değil, basar ve basiret yoluyla inanmaktayız. İman, görmediğimiz şeylere inanmak demek olmayıp; varlığını akıl yoluyla kesin olarak bildiğimiz Allah'a ve anlayarak okumak suretiyle O'ndan geldiğini kesin olarak anladığımız kitaba, yani görünüp kavranan(şehadet) konulara inanmaktır. Tüm dini hususlar Allah'ın kitabında yer almakla artık bizim için gayb olmaktan çıkmış, kabul edilip teslim olunması gereken konulara dönüşmüştür.

Ayette rızık kelimesi geçer. Arapçada rızık, kişinin elindeki mal, makam ve bilgi anlamına gelir (Müfredat). Türkçede bunu nimet kelimesi karşılamaktadır.       

Bilinemeyen Gayb Sahası:

Kur'an'da geçtiği her yerde "içten/kalpten" inanmak manasında değildir. Allah'ın indirdiği kitap olan Kuran'da bildirdikleri ve yarattığı kitap olan tabiatta, bizim araştırıp keşfetmemize sunduğu bilgi ve konular dışında bilmediğimiz çok büyük bir gayb alanı vardır: "Bütün gaybın anahtarları onun yanındadır. Onları, ondan başkası bilmez." (6/59) "...O'nun ilminden, belirlediğinden fazlasını bilemezsiniz..." (2/225) "Allah'ın, bizim bilgimizin bulunmadığı gaybı o kadar geniştir ki bunları yazmak için tüm denizler mürekkebe dönüşse, yine de yazılıp bitirilemez. (18/109)

Musa-Abd (Hızır) kıssası da göstermektedir ki, biz kullar, Allah'ın gayb sahasından "çok az" bir bilgiye sahip bulunmaktayız.