AHZAB
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[*] Al-i İmran 3/159, Furkan 25/58, Şuara 26/217-220, Neml 27/79, Ahzab 33/48.
[*] Zihar: “Eşim bana anamın sırtı gibidir” deyip yatakları ayırarak karı koca ilişkisine son vermektir. Bunu yapan kişi, ya gereğini yaparak (Mücadele 58/1-4) dört ay içinde eşine döner ya da onu boşar (Geniş açıklama için bkz. Bakara 2/226-227 ve dipnotları).
[*] Bir çocuğun evlatlık olduğu ve -biliniyorsa- kimin soyundan olduğu, çocuğun kendisinden ve toplumdan saklanmamalı, açıkça bildirilmelidir.
[1*] Tevbe 9/120.
[2*] Nebinin eşleri sadece evlenme yasağı açısından müminlerin anneleri gibidir (Ahzab 33/53). Diğer konularda özel hükümlere tabidirler (Ahzab 33/32-33, 53, 55).
[3*] Buradaki muhacirler, Mekke’nin fethinden önce Medine’ye göç eden Müslümanlardır.
[4*] Mezhepler, din farkının ve ülke farkının miras engeli olduğunu söylerler. Allah'ın Kitabına göre, din ve ülke farkına bakılmaksızın, miras, akrabalar arasında pay edilir. (Nisa 4/11, Enfal 8/75).
[5*] Bu ayete genellikle şöyle anlam verilir: “Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu, kitapta yazılı bulunmaktadır.” Bu anlam yanlıştır. Çünkü Nisa 4/11,12 ve 176. ayette soy hısımlarının miras payları hükme bağlanmış, Nisa 4/8. ayette de miras paylaşılırken hazır bulunan yakınlar, yetimler ve çaresizlere de bir şeyler verilmesi emredilmiştir. Vasiyet konusunda bkz. Bakara 2/180. ayetin dipnotu.
[1*] Zümer 39/65-66.
[*] Maide 5/119.
[1*] Ahzab 33/9-27 ayetlerinde, Hicretin 5. yılı Şevval ayında yapılan Ahzab Gazvesi anlatılmaktadır. Sûre adını buradan alır. Bu savaşa “Hendek Savaşı” da denir.
[2*] Allah, müminlere Hendek savaşında yardım ettiği gibi Bedir (Al-i İmran 3/123-126, Enfal 8/9-12), Uhud (Al-i İmran 3/152-154) ve Huneyn (Tevbe 9/25-26) savaşlarında da yardım etmiştir.
[*] Benzer bir durum Uhud savaşında da yaşanmıştı (Al-i İmran 3/154-156).
[*] Bakara 2/214.
[1*] Bunlar, Hendek Savaşına müslümanlarla birlikte katılan Beni Kureyza Yahudileridir. Muhammed aleyhisselamın nebiliğini bile bile inkar ettiklerinden kalplerinde bir hastalık oluşmuştur. Münafıklar da kafirdir ama onların kalplerinde, kafirlik hastalığı yanında yalancılık hastalığı da oluşur (Bakara 2/6-10).
[2*] Enfal 8/49.
[1*] Yesrib Medine’nin eski adıdır.
[2*] Tevbe 9/45.
[1*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.
[2*] Nisa 4/91, Tevbe 9/47-49.
[1*] Müslümanlar ve Medine’de yaşayan farklı dinî ve etnik gruplar; Medine vesikası adı verilen siyasi ve hukuki bir belge üzerinde ittifak etmiş, Nebimizin başkanlığı altında birlikte yaşama ve şehre bir saldırı olması halinde orayı birlikte savunma konusunda anlaşmışlardı. (Medine Vesikası, DİA)
[2*] İsra 17/34.
[1*] Yunus 10/107, Ra'd 13/11, Enbiya 21/42, Zümer 39/38, Fetih 48/11.
[2*] Nisa 4/123, Ahzab 33/64-65.
[1*] “Ağır davranan ve kardeşlerine bizim yanımıza gelin diyenler”, Ahzab 33/12. ayette geçen münafıklardan ve kafirlerden farklı bir grup insandır. Bunlar başlangıçta Müslümandır, hatta böyle demeleri diğer Müslümanları çokça sahiplendiklerini göstermek içindir. Ancak ayette ağır bir imtihanla karşılaştıklarında imtihanı kaybettikleri ve aslında inançlarında samimi olmadıklarının ortaya çıktığı belirtilmiştir. Bunlar ortada bir mal ya da menfaat söz konusu olduğunda da müminleri kötü sözleriyle üzerler.
[2*] Benzer tavırlar Uhud Savaşında da sergilenmiştir (Al-i İmran 3/166-168).
[1*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât ذكر md.). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan âyetler ve indirilen âyetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder. (Ra’d 13/28) Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209).
Bu ayet de onun her konuda bize örnek olduğunu bildirmektedir. Onu örnek alanlar, ayetleri nasıl uyguladığını ve Kur'an'dan nasıl hikmet çıkardığını anlamaya çalışanlardır. Bunlar da ancak Allah'tan ve ahiret gününden umudu olan, Allah'ı, Allah’ın kitabını anlayarak çokça okuyan kişiler olabilir.
[2*] Bakara 2/143, Hac 22/78.
[1*] Bakara 2/214.
[2*] Benzer bir durum Uhud savaşında da yaşanmıştır (Al-i İmran 3/173).
[*] Tevbe 9/111.
[1*] Maide 5/119.
[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[1*] Al-i İmran 3/151, Enfal 8/12, Haşr 59/2.
[2*] Muhammed 47/4.
[*] Hud 11/15-16, İsra 17/18.
[*] İsra 17/19.
[1*] Zina diye meal verdiğimiz kelime, fuhuş anlamına da gelen (el-fahişe = الْفَاحِشَةَ)'dir. Türkçede para karşılığı yapılan cinsel ilişkiye fuhuş dendiği için, yanlış anlamaya yol açmasın diye zina kelimesi kullanılmıştır. Kur’an’a göre her zina fuhuştur. Bir ayet şöyledir: “Zinaya yaklaşmayın! O, bir fuhuş ve çok kötü bir yoldur.” (İsra 17/32)
[2*] Mezhepler, zina eden evli kadın ve erkeğin recm yani taşlanarak öldürme cezasına çarptırılacağında ittifak etmişlerdir. Ölüm cezası ikiye katlanamayacağından bu ayet, recm cezasının olamayacağının açık delillerindendir. Nebi eşlerinden biri, bu suçu işlemiş olsaydı ona verilecek ceza, bu suçu işleyen diğer kadınlara verilen 100 kırbaç cezasının iki katı olan 200 kırbaç olurdu. Ayrıca bkz. Nur 24/2’nin dipnotu.
[*] Ma'rufa uygun söz, doğruluğu herkesçe bilinen söz demektir.
[1*] Bu ayet, Nebimizin evlerine gelen misafirlere karşı, eşlerinin gösterecekleri tavırla ilgilidir. Evlerine gelen müslümanların davranışları ile ilgili olarak da bkz. Ahzab 33/53.
[2*] Ehl-i beyt, “ev halkı” yani “aile” anlamındadır. Bu kavram üç ayette geçer. Birincisi İbrahim aleyhisselamın (Hud 11/73) ٍikincisi Musa aleyhisselamın ailesi anlamındadır (Kasas 28/12). Bu ayette ise Muhammed aleyhisselamın ailesini ifade eder. Şiîler bu ayeti, bağlamından kopararak Muhammed aleyhisselamın eşlerinin onun Ehl-i beyt’inden olmadığını, Ehl-i beyt’in, sadece Ali ve Fatıma'dan olan torunları olduğunu iddia ederek onların masumluğuna bu ayeti delil getirirler. Ayette müennes /dişil siğanın kullanılmayıp müzekker /eril siganın kullanılmasını, kendilerine delil göstermişlerdir. Oysa Arap dili açısından müzekker siganın kullanılması, Muhammed aleyhisselamın kendisinin, bir erkek olarak aileye dahil olmasından dolayıdır. Bu kullanım, diğer iki ayette de vardır.
[1*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Âl-i İmrân 3/144).
[2*] Muhammed aleyhisselam, müminlere örnek olmakla görevlidir (Ahzab 33/21). Evlatlığı Zeyd’in, eşi Zeyneb’i boşadığını ama henüz iddetinin bitmediğini öğrenince eşine geri dönme hakkını kullanması için ona: “Eşini nikahında tut” emrini verdi. Çünkü Nisa 4/23’te, öz oğulların boşadıkları eşleriyle evlenilmesi yasaklanmış ama evlatlıklar bu yasağın kapsamına sokulmamıştı. Allah’ın kendisini, insanlara bu konuda örnek yapmak için Zeynep ile evlendirmesinden ve insanların buna tepkisinden çekiniyordu. Çünkü bu tür bir evlilik o zamanın geleneklerine göre hoş karşılanmayan bir şeydi. Bu âyet onu uyarmakta ve Allah’ın, yapılmasını istediği bir konuda, ne onun ne de Zeyneb’in bir tercih hakkı olmadığını bildirmektedir.
[3*] Nisa 4/65, Nur 24/51-52.
[4*] Nisa 4/14, 42.
[1*] Zeyd, eşini boşar da Allah. evlatlıkların boşadığı eşler konusunda örnek yapmak için beni Zeynep ile evlendirirse halkın içine nasıl çıkarım diye korkuyordun.
[2*] Çünkü “Allah'ın mesajlarını tebliğ edenler, Allah’tan korkar, başka kimseden korkmazlar.” (Ahzab 33/39).
[1*] Allah’ın Nebisi için farz kıldığı şey, Müslümanlara güzel bir örnek olmaktır (Ahzab 33/21, 37). Bu ayet, aynı örnekliğin önceki nebilerde de olduğunu göstermektedir.
[2*] Ra'd 13/8, Kamer 54/49.
[1*] Bu ayet, Muhammed aleyhisselamın oğulları Kâsım, Abdullah ve İbrahim’in, ergenlik çağına gelmeden öldüklerini gösterir.
[2*] Muhammed aleyhisselam, resullerin değil, nebîlerin sonuncusudur. Nebî, kendine kitap ve hikmet verilen kişidir (Al-i imran 3/81). Artık yeni bir nebî gelmeyecek ve yeni bir kitap inmeyecektir. Resul, elçi demektir. Herhangi bir ilave veya çıkarma yapmadan, Allah’ın âyetlerini, muhatabın anladığı dille tebliğ eden herkes elçilik görevi yapmış olur. Bu görev kıyamete /mezardan kalkış gününe kadar devam edecektir. Nebîler, kendilerine inen kitabı tebliğ ile görevli oldukları için her nebî resuldür ama her resul nebî değildir. Bu âyet bunu açıkça göstermektedir.
Ayette geçen ve mühür anlamına gelen “hatem” ifadesi de tasdik ilişkisi açısından büyük öneme sahiptir. Çünkü Tevrat ve İncil’de nebiliğin mühürleneceği bilgisi verilmiştir (Tevrat/ Daniel 9:24 ve İncil/ Vahiy 22:10).
[*] Zikir için bkz. Ahzab 33/21. ayetin dipnotu.
[*] Buradaki tesbih emri kuşluk, öğle ve ikindide kılınan nafile namazlara işaret eder. Ayrıntı için bkz. A’raf 7/205 ve dipnotları, Taha 20/130, Fetih 48/9, İnsan 76/25.
[*] Âl-i İmran 3/13, Maide 5/16, Fussilet 41/30-31, Mücadele 58/22.
[*] Bakara 2/119, İsra 17/105, Furkan 25/56, Sebe 34/28, Fetih 48/8, Müzzemmil 73/15.
[1*] Talak 65/1 ayetine göre, iddeti bekleyecek olan kadın, onu sayacak olan erkektir. Bu ayette, gerdeğe girilmemişse, beklenecek ve sayılacak bir iddetin olmadığı anlatılmaktadır. Diğer durumlarda beklenecek iddet Bakara 2/228 ve Talak 65/4’te açıklanmıştır.
[2*] Bakara 2/236-237.
[1*] Bu ifadeye göre Nebimiz, eşlerinin mehirini evlenmeden önce vermek zorundadır. Halbuki diğer müminler karşılıklı anlaşmaya bağlı olarak daha sonra da verebilir (Bakara 2/236, 237).
[2*] Hür olsun, esir olsun hiçbir kadınla nikâhsız ilişki kurmak helal değildir. Savaş esiri kadınlarla /cariyelerle nikahsız ilişkiyi helal görenler, Nebimizin Mariye ile olan birlikteliğini de delil gösterirler. Halbuki Mısır mukavkısı tarafından Nebîmize gönderilen Mariye, bu ayete göre “fey” statüsündedir. (Fey, savaşmadan elde edilen şeylere; ganimet ise savaş sonucu elde edilenlere denir. Bkz. Enfal 8/41, Haşr 59/7. Savaş esirleri ganimete dahildir.) Hür bir kadınla evlenmeye gücü yeten müminlerin savaş veya fey yoluyla hakimiyet altına alınan kadınlarla evlenmesi haramdır (Nisa 4/25). Bu ayette, Resûlullâh’a diğer müminlerden farklı olarak, nikâhlı hür eşlerine ilaveten fey yoluyla hakimiyet altına aldığı kadını da hürriyetine kavuşturmadan nikâhlayabileceği bildirilmiştir. Ayetteki atfın “ev (أو)” ile değil de “vav (و)” ile yapılmış olması da bunu göstermektedir. Yani ayette “ikisinden biri” anlamına gelen “ev” bağlacı kullanılarak “Mehirlerini verdiğin eşlerini VEYA Allah'ın sana fey olarak verdiğinden hâkimiyetin altında olanı” denilmemiş, “hem o hem bu” anlamına gelen ve birlikteliği ifade eden “vav” atıf harfi kullanılarak “Mehirlerini verdiğin eşlerini VE Allah'ın sana fey olarak verdiğinden hâkimiyetin altında olanı” denilmiştir. Bir kadın ister savaş ister fey yoluyla hakimiyet altına alınmış olsun, kendi rızası ile nikâhlanmadığı sürece onunla ilişki haramdır (Nisa 4/3 ve 25, Nur 24/32-33). Bu yüzden Nebimizin de Mariye ile ancak nikah yoluyla birliktelik kurduğu anlaşılmaktadır. (Ayrıntı için bkz. Ali Rıza Demircan, Kur’an ve Sünnet Işığında Cariyeler ve Sömürülen Cinsellikleri)
[3*] Diğer müminlerin; amca, hala, dayı ve teyze kızlarıyla evlenmeleri için birlikte hicret etmiş olmaları şartı yoktur. Evlilik yasakları Nisa 4/23-24 ayetlerinde belirtilmiştir.
[4*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[1*] Bir kadının güzelliği, yüzü görülmeden anlaşılamaz. Bu ayet, kadınların yüzlerinin açık bulunabileceğinin delillerindendir.
[2*] Ahzab 33/50.
[1*] Başta geçen “nebiyi incitmek” ifadesi ayetin sonunda “Resulullah’ı incitmek” şekline dönmüştür. Çünkü nebiyi incitme ile resulü incitme arasında sonuca etki eden önemli bir fark vardır. Kur’an’da nebi ve resul kavramları birbirleriyle irtibatlı ama farklı anlamlarda kullanılır. Nebi, kendisine vahiy indirildiği için değeri yükseltilmiş kişidir. Bu yönüyle nebilik ünvandır ve beşerî özellikleri de kapsar. Resul ise kendisine indirilen vahyi tebliğ etme görevini ve tebliğ edilen şeyi ifade eder. Nebi olan kişi nebilik ünvanını, hayatının her anında taşır ama resullük sadece tebliğ faaliyetini sürdürdüğü anlar için söz konusudur. Bu sebepledir ki Kur’an’da nebiye mutlak itaatten bahsedilmezken (Mümtehine 60/12) resule mutlak surette itaat istenir ve bunun Allah’a itaat anlamına geldiği bildirilir (Nisa 4/80). Bu ayette de görüldüğü gibi nebiyi incitenler kınanır yahut en fazla uyarılırken resulü incitenler acıklı bir azapla tehdit edilir. Çünkü nebiyi incitme insanî ilişkilerle ilgili bir eksikliğin tezahürü iken resulü incitme onun tebliğ ettiği şeyi, dolayısıyla Allah’ı hedef alan bir karşı koyuş anlamına gelir. Bu sebeple Muhammed aleyhisselamın etrafındaki insanlar, onunla konuşur yahut tartışırken onun hangi sıfatla konuştuğuna dikkat etmeleri konusunda uyarılmışlardır (Hucurat 49/2). Zira nebiyle polemiğe girmek en fazla nezaketsizlik olarak değerlendirilebilecek iken resul vasfıyla tebliğ ettiği şeye karşı çıkmak, kişiyi Allah’ın yolundan çıkaracaktır (Ahzab 33/57).
[2*] Ahzab 33/6.
[*] Bakara 2/284, Al-i İmran 3/29, Nisa 4/149, Maide 5/99, İbrahim 14/38.
[*] Bir mümin kadının, burada sayılan kişiler yanında örtünmesi gerekmez (Nur 24/31) Nebinin eşlerine günah olmadığı belirtilen şey, o kişileri her zaman evlerine almalarıdır (Nur 24/61).
[1*] Ayetin metninde geçen yusallûne (يُصَلُّونَ)”nin türediği es-salât (الصَّلَاة) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır (Lisan’ul-Arab). Bu ayet Allah’ın, sürekli Nebimizin arkasında olduğunu ve melekleriyle onu desteklediğini gösterir (Enfal 8/62, Tevbe 9/40). Her Müslümanın hiç aksatmadan yapması gereken tek ibadet namaz olduğu için ona da salat denmiştir. Burada Müslümanlara verilen emir, sürekli onun arkasında olmaları ve samimi davranmalarıdır (A’raf 7/157).
[2*] Nisa 4/65. Buradaki teslimiyet kayıtsız - şartsız değil, Kur’an’a uygun olması şartına bağlıdır (Mümtehine 60/12).
[*] Nisa 4/112, Nur 24/4, 23-25.
[*] Cilbab, başörtüden büyük örtüdür. Kadın onunla başını ve göğüs bölgesini örter (Lisan’ul-Arab). Kelime dış giysi anlamında da kullanılır ama ayette geçen “daha uygun (أَدْنَى)” ifadesi başörtü (hımar) ile büyük başörtüyü (cilbabı) karşılaştırdığı için burada dış giysi anlamında değildir. Bu ayete göre cilbabın kullanılması, Nur 24/31. ayetteki yakaları örten başörtünün kullanılmasından daha uygundur.
[*] Allah’ın ayetlerini anlayıp kavradıktan sonra üstünü örtmek kafirlik hastalığıdır. Münafıklar da kafirdir ama onlar müminlere karşı yalan söyleyerek kafirlikliklerini gizledikleri için hastalıkları ikiye katlanır (Bakara 2/10). Medine’de kötü haber yaymak ise bazı münafıkların ve kafirlerin birlikte yaptıkları eylemdir (Al-i İmran 3/173, Nisa 4/83, Hucurat 49/6).
[*] Bu şekilde bozgunculuk çıkaranlar, cezayı hak ederler (Nisa 4/91, Maide 5/33).
[1*] “Sünnetullah” kavramına “tabiat kanunları” diye yanlış bir anlam verilerek mucizelerin olamayacağı iddia edilmektedir. Mucize; Allah’ın, nebilerine, elçilik belgesi olarak verdiği şeylerdir. Muhammed aleyhisselam dışındaki bazı nebilerin, kitaplarından başka kendi toplumlarına gösterdikleri ve Allah’ın elçisi olduklarını ispat eden mucizeler de vardır. Salih’in (as) devesi (A’raf 7/73, Hud 11/64, Şuara 26/155), Musa’nın (as) dokuz mucizesi (İsra 17/101, Neml 27/12), İsa’nın (as) beşikteyken konuşması, körleri ve alaca hastalarını iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi (Al-i İmran 3/49, Maide 5/110) bu tür mucizelerdir. Nebiler dahil hiçbir insan kendi başına mucize gösteremez (Ra’d 13/38). Mesela, insanlar bir araya gelseler Kur’an’ın bir suresinin bile dengini oluşturamazlar (Bakara 2/23-24). Muhammed aleyhisselam son elçi olduğu için, onun mucizesi olan Kur’an kıyamete kadar varlığını devam ettirecektir (Ankebut 29/51 ve dipnotu).
[2*] Enfal 8/38, İsra 17/76-77, Fetih 48/22-23.
[*] A’raf 7/187, Lokman 31/34, Fussilet 41/47, Şura 42/17, Zuhruf 43/85, Naziat 79/42-44.
[*] Bakara 2/89, 159-162, Al-i İmran 3/86-89, Nisa 4/46, 51-52, Ra’d 13/25, Mü’min 40/52, Muhammed 47/23.
[*] Kur’an’da, cennetlik ve cehennemlik olanlar için iki kelime kullanılır. Birisi ‘ebed’ diğeri ‘halid’tir. Ebed, ‘sonsuza kadar’, halid ise ‘ölümsüz olan’ anlamına gelir. Cennetlikler için bkz. Nisa 4/57,122; Maide 5/119, Tevbe 9/22,100; Tegabun 64/9, Talak 65/11, Beyyine 98/8. Cehennemlikler için bkz. Nisa 4/16, Cin 72/23.
[*] Bakara 2/166-167, A’raf 7/38, Furkan 25/27-29, Sebe 34/32-33.
[*] Ayetin kelime kelime tercümesi “büyük bir dışlanmışlıkla dışla” şeklindedir. Türkçede böyle bir ifade tarzı olmadığı için bu anlam verilmiştir.
[1*] Saf 61/5.
[2*] Musa aleyhisselam 40 günlüğüne Sina dağına gittiğinde İsrailoğulları buzağıyı tanrı edinmiş, onun Musa’nın da tanrısı olduğunu ama unutup gittiğini söyleyerek Musa aleyhisselamı üzmüş ve öfkelendirmişlerdi (A’raf 7/152-154, Taha 20/86-88).
[1*] Al-i İmran 3/102, Tegabün 64/16.
[2*] Nisa 4/9, İsra 17/53.
[1*] Burada emanet, Allah’ın emir ve yasakları karşısında özgür iradeyle seçim yapma, böylece imtihana tabi olma yükümlülüğüdür. Gök, yer ve dağların bu imtihana tabi olacak güçte olmadıkları Haşr 59/21 âyetinden anlaşılmaktadır. Onlar da kendilerine sunulan bu emanetten korkmuşlar, onun yerine Allah’ın onlara yüklediği görevi yerine getirme konusunda gönülden boyun eğmişlerdir (Fussilet 41/11).
[2*] ‘Bilmemek, yanlış düşünmek, yanlış hareket etmek’ anlamlarına gelen cehl (جهل) kökünden türemiş olan cehûl (جهول) kelimesi, “sürekli cahillik eden, cahillik edip duran” anlamındadır (Müfredat). Yusuf aleyhisselamın “Rabbim! … Kadınların oyununu benden savmazsan onlara kapılırım ve cahillik edenlerden olurum. (Yusuf 12/33)” demesi de, Musa aleyhisselamın “Cahillik edenlerden/kendini bilmez biri olmaktan Allah’a sığınırım! (Bakara 2/67)” demesi de bu anlamdaki cehalettir. Cehûl’un buradaki manası da aynıdır yani sorumluluk yüklenmesine rağmen kendini tutamayarak onu yerine getirmemek anlamındadır.
[3*] Bu ayetteki nakıs fiil olan “kâne (كان)”ye “sâre (صار):dönüştü” anlamı verilmiştir.