BAKARA
[*] Bu harflere huruf-u mukattaa /bağlantısı kesilmiş harfler denir. Bunların nebimize sorulmamış olması, bilinen bir anlamının olduğunu gösterir. Yoksa müşrikler bunu dillerine dolar, Nebîmizi sürekli rahatsız ederlerdi. Bununla ilgili sorular, anadili Arapça olmayanların müslüman olmaları ile başlamıştır. Bu harflerle başlayan yirmi dokuz sureden yirmi beşinde Kur’an’a, dördünde de birbirinden farklı konulara vurgu yapılıyor olmasından onların dikkatleri toplama görevi yaptığı anlaşılır. Biz de birinden CDZ, PDŞ, RS gibi birbirinden kopuk harfler duysak “Ne diyecek?” diye dikkat kesilir, arkasından gelecek sözleri bekleriz ama Türkçede böyle bir kullanım yoktur.
[1*] ٱلْكِتَٰبُ = el-kitâb, o kitap yani Allah’ın kitabı anlamındadır. Her nebiye kitap verilmiştir (Bakara 2/136-137, Âl-i İmrân 3/81-82, En’âm 6/83-90). Bu, Allah’ın, beklenen son kitabıdır (Bakara 2/89, Şuara 26/196, Secde 32/2).
[2*] Bakara 2/23, Yunus 10/37-38.
[3*] Müttakî, kendini koruyandır (Lisan). Allah’ın dini fıtrat, yani doğal yapıya koyduğu kanun ve kurallar bütünü olduğu (Rum 30/30) için müttakî, fıtratını koruyan, yanlış yapmaktan sakınan kişidir. O, herhangi bir varlığı Allah’a denk tutmaz (Nisa 4/48, Nisa 4/116-121). Böyle biri, Kur’an ile karşılaşınca onu kendine rehber edinir. Daima dürüst ve erdemli olmaya ve her türlü yanlıştan sakınmaya çalışır (Bakara 2/177, Zümer 39/32-33). Yalnızca şirk koşmaktan sakınmış kişiyi de Allah, bu yönüyle müttaki sayar. Günahı sevabından çok olduğu için cezasını çekmek üzere cehenneme sevk edilmiş olsa da Allah onu, ebedi cehennem cezasından kurtarır (Meryem 19/68-72, Meryem 19/86-87).
[1*] “İçten” anlamı verdiğimiz kelime el-ğayb = الغيب ‘dır. Ondaki el = ال takısı muzafunileyhten ıvazdır, bi ğaybihim بغيبهم = gayblarıyla demektir. Kişinin içindeki, başkası için gayb olduğundan ayete “içten inanırlar” meali verilmiştir. İmanın temeli içten kabul yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası insanın en hür olduğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule veya inkâra zorlanamaz. Zorla ibadet de olmaz. Çünkü ibadet için niyet şarttır. Niyetin yeri de kalptir; kalpten yapılmayan niyet geçersizdir. Kimseye zorla niyet ettirilemeyeceğinden ibadet de yaptırılamaz. 8. âyetten itibaren münafıklar anlatılmaktadır. Onların farkı,içten inanıp güvenmemeleridir.
[3*] Namaz diye anlam verdiğimiz es-salât = الصلاة'ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak, sürekli arkasında olmaktır (Lisan'ul-Arab). Namaza salat denmesi, hiçbir şart altında terk edilemeyen ve her gün, belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken tek ibadet olmasından dolayıdır. Namazı emreden Kur’an olduğu için Kur’an daha önemlidir. Ona uymak için içeriğini bilmek ve o bilgiyi sürekli tazelemek gerekir. Zaten namaz, bunun için kılınır. Allah Teâlâ Musa aleyhisselama şu emri vermiştir: “... namazı, benim zikrim için (ayetlerimi kafana yerleştirmen için) düzgün ve sürekli kıl!” (Taha 20/14). Nebimize olan emir de şöyledir: “Bu kitaptan sana vahyedileni bağlantılarıyla birlikte oku. Namazı da düzgün ve sürekli kıl. Namaz, fuhşu ve kötü davranışları engeller. Hiç şüphe yok ki Allah’ın zikri (kitabı) en önemlisidir. Allah, ne yaptığınızı bilir” (Ankebût 29/45). Manası anlaşılmadan okunan ayetler, fuhşa ve kötü davranışlara engel olamaz. Arapça bilmeyenler, namazı, Kur’an’ın kendi dillerine çevrilmiş meali ile kılarlar. Çünkü kitap onlara ancak o şekilde hitap edebilir (İbrahim 14/4).
[4*] Nafak, tünel; infak da bir şeyi tünelden geçirmek gibidir. İnfakın Türkçe karşılığı harcamadır. Damarları tünele benzetirsek infak; kanın, gıda ve oksijeni hücrelere götürüp onların ürettiklerini ilgili yerlere taşımasına benzer. Saklanan malın ve paranın kimseye faydası olmaz. Bunların ihtiyaçlılara ulaşması gerekir. Bu yüzden Kur’an, daima infakı emreder. Allah rızası için infak, doğrudan ihtiyaçlıya ulaştığı için derhal tüketilir ve yeni üretimin kapısını açar. Ticaret de üretilen mal ve hizmetin, ihtiyaçlılara ulaşmasını sağladığı için bir çeşit infaktır. Mal, uzun süre saklanamaz ama para saklanabilir. Paranın esası altındır; ancak hangi malzemeden yapılmış olursa olsun, Allah Teâlâ, parayı kasalara koyup dolaşımına engel olanları ağır bir şekilde tehdit etmiştir (Tevbe 9/34-35).
[*] Bakara 2/136-137, Al-i İmran 3-84-85, Nisa 4/150-151.
[1*] Rab kelimesinin en uygun karşılığı “sahip”tir. Bkz. Fatiha 1/2‘nin dipnotu.
[*] Küfür, örtme; kâfir, örten anlamındadır (Müfredât). Kur’an’da kâfirin ilk örneği İblis’tir (Bakara 2/34). Allah ona, Âdem’e secde etmesini emrettiği halde etmemiş, “Sana emrettiğimde secde etmemene yol açan engel neydi?” diye sorduğunda da “Ben ondan iyiyim. Beni ateşten yarattın ama onu balçıktan yarattın.” (A’râf 7/12) diyerek, sanki Allah ona, neden yaratıldığını sormuş gibi farklı bir cevapla, verilen emrin üstünü örtmüş ve davranışında ısrarcı olmuştu. Bu ısrarcı davranışı göstermesi sebebiyle kâfirlik kelimesini en iyi karşılayan ifade “görmemekte direnmek”tir. Bir kişi, Kur’ân’ın Allah’ın kitabı olduğunu anladıktan sonra onun ayetlerinden bir tanesini dahi görmemekte direnirse üstünü örtmüş ve kâfir olmuş olur. Bu kişi, direnmesine sebep olan şeyi birinci sıraya, Allah’ı ikinci sıraya koyduğu için de müşrik olur. Bundan dolayı her kâfir, müşrik; her müşrik de kâfirdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ayetleri görmezlikte direnenlerin (kâfirlerin) kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar, Allah’ın indirdiği bir delile dayanmadan ona şirk koşmuşlar /yetkisine ortaklar uydurmuşlardır.” (Âl-i İmrân 3/151)
[*] Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye /alegori ile canlandırılmıştır (Keşşaf). İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). “Sanki” edatı yazılmazsa bazı insanlar, Allah’ın kafirlere, tövbe kapısını kapattığını ve özgürce karar almalarını engellediğini sanacaklardır (Nisa 4/18). Oysa tövbe edildiği yani yanlıştan dönüldüğü takdirde (Bakara 2/160) affedilmeyecek bir günah yoktur (Zümer 39/53). Ayetleri görmezlikte direnenler, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini gereği gibi kullanmaz; gerçekleri görmek, duymak ve anlamak istemezler. Sanki Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş gibi davranırlar. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama yani koyun, keçi, sığır ve deveye benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini bir insan gibi kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). Ayrıca bakınız: Nisa 4/155, Maide 5/13, En’am 6/46, Araf 7/100-101, Tevbe 9/87, Tevbe 9/93, Yunus 10/74, Nahl 16/106-108, Rum 30/58-59, Mümin 40/35, Casiye 45/23, Muhammed 47/16, Saf 61/5, Münafikun 63/3, Mutaffifin 83/14.
[1*] Ayette geçen hıda’ = الخداع’nın anlamı, planlı bir şekilde yanıltma ve aldatmadır (Müfredât). Yeni bir nebi beklentisinde olan bazı Yahudilerin nebimize gösterdikleri tavır buna örnektir (Bakara 2/75-79, Bakara 2/90). Hesaplarına uymayan ayetlere farklı anlamlar verip yanlış yola giren herkes bu kapsama girer.
[2*] Nisa 4/142.
[*] Bunlar kâfirlik ve yalancılıklarının cezasını ahirette de çekerler (Tevbe 9/101, Tevbe 9/125).
[*] “Düzeni bozma” şeklinde tercüme ettiğimiz ifsad, fıtratı bozma gayretidir. Fıtrat ise, tabiatta ve insan vücudunda geçerli kanun ve kurallar bütünüdür. Allah’ın doğru saydığı din de fıtrattır (Rum 30/30).
[*] Bunun örneği, Kur’an’a inanmadığı halde Müslüman görünerek nebimizin arkasında namaz kılan Yahudi münafıklardır. Kıblenin Beytülmakdis’ten Kâbe’ye çevrilmesi onları çok rahatsız etmişti (Bakara 2/142).
[1*] Şeytan, doğru yoldan çıkmış, başkalarını da çıkarmaya çalışan her cin ve insandır (En’âm 6/112, Nas 114/1-6).
[2*] Ayetteki مُسْتَهْزِءُ = müstehzi kelimesi, gizlice dalga geçme anlamındaki hüz’ = هزء kökündendir (Müfredat). Ona, yerine göre idare etme, göz yumma veya hafife alma şeklinde anlam verilmesi uygun düşmektedir.
[*] Hidayet; doğru yola girme, doğru bir yola rehberlik etme ve o yola kabul etme anlamlarındadır. Dalalet ise kasıtlı veya kasıtsız olarak yoldan çıkma, hedeften sapma, kaybolma, bir şeyi kaybetme vs. anlamlara gelir.
[*] Buradan itibaren dört ayette, kâfirlerin ve münafıkların durumu, bir benzetme ile canlandırılmıştır. Bu ayete göre onlar başlangıçta, bir meşale ile yani Allah’ın kitabı ile aydınlanmak ve doğru yolda yürümek isterler. Ama önleri aydınlanıp o yolda girdikten sonra bazı şeyler hesaplarına gelmediği için körler gibi davranmaya başlarlar (Münafikun 63/2-3). Mesela Yahudiler, son nebinin getireceği kitapla önlerinin açılacağını bekliyorlardı. Kitap geldi, Allah’ın kitabı olduğunu kesin olarak anladılar (En’am 6/19-21 ve En'am 6/114). Ama daha sonra çoğunun davranışı değişti (Al-i İmran 3/113-115); bir kısmı kâfir (Bakara 2/89-92) bir kısmı da münafık oldu (Bakara 2/75-91).
[1*] Savâ’ik = صواعق sâ’ika (صاعقة)’nın çoğuludur, "şiddetli gürültü" demektir (Mekâyîs). Allah, gürültüyü bazen toplumları cezalandırmak için kullanır (Ra’d 13/13, Bakara 2/55, Nisa 4/153. Fussilet 41/13, Fussilet 41/17, Zariyat 51/44). Ahirette herkes böyle bir gürültü ile mezarından çıkacaktır (Zümer 39/68, Tur 52/45).
[2*] Bazı ayetler, münafıkları şiddetli bir yağmur gibi etkiler. Bazı ayetler de bir şimşek gibi önlerini aydınlatır, bazıları ise onları, bir yıldırım gibi korkutur. Bu yüzden kulaklarını tıkar ve o ayetleri duymak istemezler.
[1*] Münafıklar Kur’ân’ı dışlayamaz, hesaplarına uyan âyetler arar, birçok âyeti bağlamından koparıp Müslümanları saptırmaya çalışırlar (Al-i İmran 3/7). Yahudi ve Hıristiyan münafıklarla ilgili şu âyetler, konuyu anlamamıza yarar: “Ehl-i Kitap’tan bir takımı da Kitap’tan (Kur’an’dan) okuyormuş gibi yapar ki onu Kitap’tan sanasınız ama Kitap’tan değildir. ‘O Allah katındandır.’ derler, ama Allah katından değildir. Allah’a karşı bile bile yalan söylerler. Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik verdiği kişilerden hiçbirinin, kalkıp da insanlara, ‘Allah’tan önce bana kul olun!’ deme yetkisi yoktur. Onun diyeceği şudur: ‘Kitabı öğrenmenize ve özümsemenize karşılık Rabbinizden (Sahibinizden) yana tavır koyan kimseler olun.’ Melekleri ve nebîleri rabler edinmenizi de isteyemez. Siz Allah’a teslim olduktan sonra o, kâfir olmanızı mı isteyecek?” (Al-i İmrân 3/78-80)
Münafıkların en büyük arzusu, Nebî’mizin sözlerini, Kur’an âyetleri seviyesine çıkarmaktır. Nebî ve resul kelimelerinde anlam kayması yapılarak Muhammed aleyhisselamın nebî sıfatıyla söylediği sözler, resul sıfatıyla tebliğ ettiği âyetler seviyesine çıkarılmış ve o, Allah’ın yanında ikinci derecede yetkili konuma yükseltilmiştir. Nebî’miz, kendi sözlerinin yazılmasını, bu yüzden yasaklamıştır. (Müslim Adâb 32) Ebubekir ve Ömer döneminde yasak sürmüş ama daha sonra bu fesatçıların önü açılmıştır. Onlar, fesatlarının etkili olması için değerli insanlara iftiradan da kaçınmazlar. (Al-i İmran 3/21’in dipnotu)
[2*] Hesaplarına gelen âyetlerden yararlanır, gelmeyenler karşısında susarlar. Azleme (أَظْلَمَ) fiili, “karanlığın bastırması” yanında “parıldama” anlamına da gelir. (El- Ayn). “şimşek, gözlerini söküp çıkaracak gibi olur” sözü, münafıkların, Kur’ân’ın parlaklığı karşısında sustuklarını gösterdiğinden buraya uygun olan anlam, parıldamanın neden olduğu göz kamaşmasıdır.
[3*] Şâe = شاء fiilinin kökü, “bir şeyi var etme” anlamında olan şey =شيء’dir. İnsanın var etmesi, “gerekeni yapması”, Allah’ın var etmesi de “o şeyi yaratmasıdır” (Müfredât). İmtihanla ilgili konularda ilk kararı insan verir. Çünkü Allah, herkesin yola gelmesini ister (Nisa 4/26) ama sadece “doğruya yöneleni kendine yöneltir” (Ra’d 13/27). Yaptığının iyi mi yoksa kötü mü olduğunu, her insana ilham ettiği için de (Şems 91/7-10) yola gelmek isteyenin içini İslam’a açar. Yoldan çıkmak isteyenin içine de öyle bir darlık verir ki, yükseklere tırmanıyormuş gibi olur. (En’âm 6/125) Bir ayet şöyledir: ”Yapılması gerekeni Allah yapsaydı hepinizi tek bir toplum haline getirirdi. Ama Allah, (sapıklığın) gereğini yapanı sapık sayar, (doğru yolda olmanın) gereğini yapanı da yoluna kabul eder. Yaptıklarınızdan elbette sorumlu tutulacaksınız.” (Nahl 16/93)
İslam’a yanlış kader inancını yerleştirebilmek için büyük bir çarpıtma yapılmış, şâe = شاء’ye irade yani “istedi, diledi” anlamı verilmiş ve bu yanlış anlam tefsirlere, hatta sözlüklere bile yerleştirilmiş, böylece birçok ayetin meali bozulmuştur. Yukarıdaki âyetin meali şöyle olmuştur: “Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Ama O, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola eriştirir. Bütün yaptıklarınızdan elbette sorumlu tutulacaksınız.” Böylece Kur’an, çelişkili bir kitap gibi gösterilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-meset-irade-ve-fitrat.html
[4*] Gözlerini ve kulaklarını doğrulara kapattıkları için bu ceza, suçlarına denk olur ama “Allah, yaptıkları yanlışlardan dolayı insanları yakalasaydı yeryüzünde kıpırdayan kimseyi bırakmazdı.” (Nahl 16/61)
[1*] “Bile bile” denmesi, bilmeden yapılan yanlışların affedileceğini gösterir (Bakara 2/286). Bunun örneği İbrahim aleyhisselamdır. O, büluğa erdiği andan itibaren (A’raf 7/172-173, Enbiya 21/60) putların ilah olmayacağını anlamıştı. Ama gözlemler yapıp kesin kanaate varıncaya kadar yıldızın, ayın ve güneşin kendi rabbi olduğu inancındaydı. Onların rab olamayacaklarını anlar anlamaz kesin tavrını ortaya koydu (En’am 6/75-79). Onun bu konuda bile bile yaptığı bir yanlış olmadığı için Allah onu hiçbir zaman müşriklerden saymamıştır (Bakara 2/135, Âl-i imran 3/67, Âl-i imran 3/95, En’am 6/161, Nahl 16/123).
[1*] Yunus 10/37-38, Hud 11/13, İsra 17/88, Kasas 28/49, Tur 52/34.
[2*] Ayette geçen dûn = دون kelimesi “yakınlaştırma, aşağı görme ve üstün zıddı” anlamlarına gelir (Tâcu’l-arûs). Müşrikler, kutsadıkları varlıkları, bir yönüyle Allah’a, bir yönüyle de insana benzeterek Allah ile insan arasında bir yere yerleştirir ve onların aracılığı ile Allah’a ulaşacaklarına inanırlar. Ayetlerdeki min dûnillâh = من دون الله ifadesi, daha çok bu anlamı ifade eder. Hristiyanlar İsa’yı Allah’ın oğlu; Mekkeli müşrikler, melekleri Allah’ın kızları; büyüklerini aracı koyanlar da onları Allah’ın dostu sayarak Allah ile aralarına koyarlar. Bu inanç, insana sinir uçlarından yakın olan Allah’ı (Kaf 50/16) ikinci sıraya koymaya sebep olur ve kişiyi müşrik yapar. Maalesef tefsirlerde kelimenin bu doğru anlamına rastlanmamaktadır.
[*] Hud 11/13, İsra 17/88.
[1*] Cennette yedikleri her şey, bildikleri ve sevdikleri şeylerden olmakla birlikte her biri farklı lezzette olacağından onları her defasında daha çok seveceklerdir.
[*] Bir varlığın diğerinin üstünde sayılması, “büyüklük-küçüklük, fayda-zarar, karmaşıklık-basitlik” gibi farklı açılardan olabilir. Allah’ın verdiği örnekler için bu kelimeyi tercih etmesi, örneklerin çeşitliliğini vurgulaması bakımından önemlidir (İsra 17/89, Kehf 18/54, Rum 30/58, Zümer 33/27-28).
[1*] Her insan, Allah’ın varlığını, birliğini ve kendisinin sahibi olduğunu, ömür boyu yaptığı gözlemlerle, tekrar tekrar kavrar. (A’raf 7/172-173) Kendini yanlışlardan koruması yani müttaki olması gerektiğini de anlar. Ayetleri iyi anlayan herkes, onların Allah’a ait olduğu konusunda da kesin bir kanaate varır (Fussilet 41/53-54)
[2*] Fâsık, Allah’a, içinden kesin söz verdikten sonra onunla bağını koparıp yoldan çıkan kişidir. O, Allah’ın emirlerini anlar, uymaya karar verir daha sonra vazgeçer ( Al-i İmran 3/81-82, Maide 5/47, Nur 24/55) ve onları unutmuş gibi davranır (Tevbe 9/67, Haşr 59/19). Cezayı hak edenler onlardır (Ahkaf 46/35).
[*] “Allah sizi topraktan bir bitki gibi bitirmiştir. Tekrar sizi toprağa döndürecek ve daha sonra tekrar topraktan çıkaracaktır.” (Nuh 71/17-18). Bitkiler topraktan biter ve ondaki cansız /inorganik maddelerle büyür. İnsanlar da topraktan yetişen bitkilerle ve etçil veya otçul hayvanlarla beslenir. Demek ki bitkiler gibi, insanların da yapı taşlarını oluşturan temel maddeler en başta cansızdır. İnsan ölüp de toprağa karıştığında tekrar cansız /inorganik elementler haline gelir. Kıyamette de tıpkı ilk yaratılışı gibi topraktan yaratılacak, topraktaki elementleri onun için tohum görevi görecektir (Kaf 50/11). İnsanı diğer canlılardan ayıran şey, taşıdığı ruhtur. Ana rahminde vücut yapısı tamamlandıktan sonra üflenen ruh (Müminun 23/14), candan farklıdır. Bilgisayarın işletim sistemine benzer. Kişiye, dinleyen, basiret sahibi olan ve gönlüyle karar veren bir yapı kazandırır (Secde 32/9). Beden uyuyunca ruh vücuttan ayrılır, uyanınca geri gelir. Ölen kişinin ruhu da aynı şekilde vücudundan ayrılır ve yeniden dirileceği güne kadar bir yerde bekletilir (Ahzab 39/42). Yeniden dirilince ruh gelir kendi vücuduna girer ve ahiret hayatı o zaman başlar (Tekvir 81/7-14). Ölen kişi, uyuyan kişi gibidir, geçen zamanın farkında olmaz (Yasin 36/52). Aradan geçen milyarlarca yıl (Mearic 70/4), gözü kapayıp açma gibi gelir (Nahl 16/77, Kamer 54/50)
[*] Toplam yedi ayette gökler ile yerin altı günde yaratıldığı bildirilir. Dünya iki günde yaratılmış, gıda ölçülerinin tamamlanması için süre dört güne çıkarılmıştır. Gökler de iki günde yaratılmıştır (Fussilet 41/9–12). Allah katında bir gün bize göre bin yıl gibi (Secde 32/5, Hac 22/47) olduğundan, bu altı gün bize göre altı bin yıldır. İlgili ayetlere bakıldığında bunun, kaba inşaat süresi gibi olduğu anlaşılır. Çünkü tabiata canlılık veren Güneş ışınları (duhâ) ortaya çıkıp karanlıklar ve aydınlık oluşunca (En’am 6/1) yer kabuğunun kaymaması için üstüne dağlar yerleştirilmiş; nehirler, vadiler ve yollar oluşturularak yeryüzü bitkiler ve canlılarla donatılmıştır (Naziat 79/27-33, Nahl 16/15, Enbiya 21/31, Lokman 31/10). Yıldızlarla birlikte hareket eden Dünya ile Güneş sistemi arasında beşik hareketine benzeyen (Taha 20/53, Nebe 78/6-7) bir eğim /deklinasyon oluşturulmuş ve bir denge kurulmuştur (Rahman 55/5-8). Bütün bunlar, insanların yararı için olduğundan (Casiye 45/13) insan, en son yaratılan varlıktır (İnsan 76/1-2). Kurulan denge gereği, ilk insanın yaratılışı, varlıklar için belirlenen ecelin (Ahkaf 46/3) tam ortasına denk gelir (Enbiya 21/104). Bundan hareketle varlıkların eceli hesaplanabilir. Ölen her kişinin ruhu göklere yükselir (Araf 7/40) ve yeniden diriliş gününe kadar bir yerde bekletilir (Zümer 39/42). İlk insanın ruhunun göğe yükselişi ile mahşerin arası elli bin yıldır (Meâric 70/1-4). Baştan ilk insana kadar geçen süre de aynı olduğundan gökler ve yer için belirlenen ecel, yüz bin yıl olur. Sona doğru şekiller değişir (İbrahim 14/48), dağlar un ufak olup savrulur ve yeryüzü küre olmaktan çıkıp dümdüz olur (Taha 20/104-107). Mahşer yerinde hesap verme işlemi bitip cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme gittikten sonra yeryüzünün de işi biter ve patlama öncesi haline dönüşür (Enbiya 21/96-104). Kur'an’da 354 gün süren kamerî yıl esas alındığı için (Tevbe 9/36) Allah’a göre bir yıl, bize göre 354.000 yıl eder. lemin yüz bin yıllık ömrü de insanlara göre otuz beş milyar dört yüz milyon yıl eder. Allah Teâlâ şunu emreder: “De ki: Yeryüzünde gezin de Allah’ın yaratmayı nasıl başlattığına bir bakın. İlerisinde Allah, son yapılanmayı oluşturup geliştirecektir. Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Ankebût 29/20) Konuyu iyi anlamak için ayetleri, alanında uzmanlaşmış ilim adamlarıyla birlikte okumak gerekir (Fussilet 41/3).
[1*] Muhalif varlık, halife’nin sözlük anlamıdır. Halife = خَلِيفَةً, "arkada olma ve muhalefet etme” anlamlarına gelen half = خلف kökündendir; mübalağa (abartı) için sonuna tâ (ة) eklenmiştir (Lisan’ul-Arab). Halîf ( خَلِيف ) kelimesi feîl = فعيل kalıbındadır. Bu kalıp hem ism-i fâil /eylemi yapan hem de ism-i mef’ûl /eylemden etkilenen için kullanılır. İsm-i fâil olarak hâlif (الخالف), “arkada kalan”, “birinin yerine geçen” ve “muhalif olan”, ism-i mef’ûl olarak (المخلوف) da “yerine başkası geçen”, “muhalefet edilen” ve “arkasında birini bırakan” demektir. (Hûd 11/118-119) İlk insan olan Âdem aleyhisselamın yerine geçeceği bir kimse olmadığı için o, “başkasının yerine geçen” anlamında halife değil, “muhalefet eden/edilen ve yerine bir başkası geçecek olan” anlamında halifedir.
[2*] Takdîs (تقديس), arındırma demektir (Mekâyîs). Burada kastedilen düzen bozuculuktan ve kan dökücülük özelliğinden arınmış olarak değerli saymaktır. “Nukaddisu lek” sözü, “nukaddisuhu lek” takdirindedir.
[3*] Allah bu haberi verdiği sırada Mele-i a’lâ’da yani meleklerin en üst seviyedeki topluluğu arasında çekişme çıktı (Sad 38/69-78). Allah’a olan bu itirazları, o çekişmenin bir yansımasıdır. Demek ki melekler de muhalif yapıda imişler. Bu ayetler ve ilgili diğer ayetler (A’raf 7/11-13) o zaman İblis’in de Mele-i a’lâ’da görevli olduğunun açık delilidir. Yahudilerin sözlü geleneğine ait Tevrat dışı eserlerde de dem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmeleriyle ilgili anlatılar yer almaktadır. Meleklerin Âdem yaratılmadan önceki tartışmalarından ve bazı itirazlarından bahsedilir. İblis’in diğer bütün meleklerden daha üstün bir konumda olduğu anlatılır. Ancak Âdem’e secde etmeyi kabul etmediği için makamından kovulur ve yeryüzüne sürgün edilir [TB Sanhedrin 38a-38b; Midrash, Bereshit Rabbeti].
[1*] Arapçada isim, bir şeyi tanımlayan, neye yaradığını gösteren ve akılda tutmaya yarayan sözdür (Müfredat).
[2*] El-esmâ = الاسماء ’daki el (ال) takısı muzafun ileyhten ıvazdır (isim tamlamasındaki tamlayanın yerine geçmiştir); esmâ’ul- mevcûdât = varlıkların isimleri anlamındadır. Allah Âdem’e göklerde ve yerdeki (Bakara 2/33) varlıkların isimlerini, neye yaradıklarını ve onlardaki bilgileri öğretmiştir.
[3*] “Bütün isimleri = الأَسْمَاء كُلَّهَا” ifadesinde yer alan zamir, akılsız varlıklar için olan “hâ = ها “ zamiri iken “onları gösterdi = عَرَضَهُمْ” ifadesinde, akıllı varlıklar için olan hum = هُمْ zamirine dönüşmüştür. Arapçada akıl, “aklı kullanarak yararlanılan bilgi” anlamına da geldiği için (Müfredat) zamirlerdeki bu dönüşüm Âdem aleyhisselama, varlıklardaki bilginin öğretildiğini gösterir. Bunlar, yaratılan ayetlerdeki bilgilerdir. İndirilen ayetlerdeki bilgilere de akıllı varlıklar için olan hum = هم ile gönderme yapılır (Bakara 2/136 ve Al-i İmran 3/84). Allah Âdem’e yazıyı da öğretmiş ve o bilgileri ona yazdırmıştır (Alak 96/4-5).
[1*] Bunlar, gökler ve yerle ilgili olup meleklerin bilmediği bilgilerdi. Âdem’e öğretilen bu bilgiler içinde uzay yolculuğu ile ilgili olanlar da vardı. Onun için bilgi yetmez, belli bir güce sahip olmak da gerekir (Rahman 55/33). Âdem aleyhisselamın torunlarından Nuh aleyhisselamın toplumuna söylediği şu sözler, onlarda bu gücün olduğunu gösterir: “(Allah’ın) Yedi kat göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış olduğunu görmediniz mi? Onların içinde Ay’ı ışık yansıtıcısı, Güneş’i de ışık kaynağı yapmıştır.” (Nuh 71/15-16)
[2*] Bu söz, meleklerin Âdem’i kıskandıklarını gösterdiğinden verilen secde emri ile zor bir imtihana sokulmuşlardı.
[1*] Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161 ve Yusuf 12/4 ve 100. âyette bu anlamdadır. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızlar gibi gök cisimlerinin birbiri ile olan eğimleri secde olduğu (Hac 22/18) gibi gölgenin uzayıp kısalması da secdedir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Namaz kılarken yapılan secde, yere yapışmaya benzer şekildedir (Nisa 4/103).
[2*] Allah’ın imtihan için yarattığı iki tür varlık vardır. Bunlar insanlar ve cinlerdir (Zariyat 51/56) Melekler, cinlerin Allah tarafından görevlendirilmiş olanlarıdır. İblis de Allah’ın melek olarak görevlendirdiği cinlerdendir. “Kâfirlerden oldu” sözü, İblis’ten önce de kafir olan meleklerin varlığını gösterir. Onun bu özelliğini şu ayet ortaya koymaktadır: “Bir gün meleklere, ‘ Âdem’e secde edin!’ dedik. İblis’in dışındakiler hemen secdeye kapandılar. O da o cinlerdendi ama Rabbinin emrinden çıktı.” (Kehf 18/50) “Rabbinin emrinden çıkmayan cinler hangileriydi?” diye düşünen herkes, onların melekler olduğunu görür. Zaten secde emri meleklere verildiği için İblis, melek olmasaydı secdeden sorumlu tutulamazdı. Secde etmemesinin sebebi kendini büyük görüp direnmesidir. Bu suçu hangi melek işlese aynı konuma düşer.(Nisa 4/172-173)
[1*] Orası dünyadaki bir bahçedir. Arapçada gövdeli bitkilerle örtülü bahçeye ‘cennet’ denir (Müfredat), (Ayrıca bkz. Bakara 2/266) Âdem, dünyada yaratıldı ve kendine dünyadaki varlıkların bilgisi öğretildi (Bakara 2/30-31). Onun, eşinin ve soyundan gelen bütün insanların yaşadığı ve kıyamet günü yeniden diriltilecekleri yer burasıdır (A’râf 7/25, Kalem 68/17). Âdem ve eşinin girdikleri cennet /bahçe, ahiretteki cennet olamaz. Çünkü orası bir imtihan yeri değil, imtihanı kazananlara ödül olarak verilecek yerdir (Al-i İmran 3/15, Kalem 68/34, Beyyine 98/7-8).
[2*] “Yanlış yapma” anlamı verdiğimiz kelime zulüm’dür. Bu onun Arap dilindeki karşılığıdır (Müfredât). Türkçede zulüm, güçlü birinin kanuna veya vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, eziyet ve cefa anlamındadır (TDK). Bu anlam farkından dolayı kelime zulüm olarak tercüme edilemez.
[1*] İblis, Allah’ın emrine uymamakta ısrar edince ‘şeytan’ olarak nitelendi. Çünkü şeytan, doğru yoldan uzaklaşan insana ve cine denir (En’âm 6/112, Nas 114/1-6).
[1*] Bu uyarılar için bkz. (Araf 7/22-23)
[*] Bu âyete göre Âdem o zaman nebî değildi. Allah onu seçip nebî yapınca (Al-i İmran 3/33) bir rehber verdi (Taha 20/122). Rehber anlamına gelen "hüdâ" kelimesi, bu surenin ikinci âyetinde Allah’ın kitabının ana özelliği sayıldığından bu ayetteki rehber, Âdem’e verilen kitaptır. O kitap, cinlerden olan İblis’i de bağlar. Çünkü cinler de insanlar gibi imtihan için yaratılmış (Zariyât 51/55-56) ve Allah’ın kitabından sorumlu tutulmuşlardır (Ahkaf 46/29-32). İblis, son insan ölünceye kadar yaşama garantisi aldığından (A’râf 7/14-15) tövbe /dönüş için vaktinin olduğunu düşünüyor olabilir; ama o saat, hiç beklemediği bir anda gelecektir (A’râf 7/187, Zuhruf 43/66).
Cehennem ile ilgili ayetlerde İblis ifadesi geçmez, sadece İblis’in ordusunun yani takipçilerinin oraya atılacağı ifade edilir (Şuara 26/91-95). Ama kâfir olarak ölen Firavun’un, ordusuyla beraber cehenneme atılacağı, açıkça ibildirilmiştir (Kasas 28/36-42). Şeytanlar, takipçileri ile birlikte cehenneme gireceklerdir (Meryem 19/68).İblis davasından dönmezse o da oraya girecektir (Sad 38/84-85) Şeytanlar, insandan da cinden de olur (En'am 6/112, Nas 114/1-6) Bütün bunlar, tevbe kapısının, diğer şeytanlar gibi İblis’e de açık olduğunu gösterir (Nisâ 4/17-18). Çünkü Allah, ahirette herkese yaptığının karşılığını verecek ve hiçbir kuluna haksızlık etmeyecektir (Fussilet 41/46). İblis de onun kullarındandır.
[1*] Küfür, bir şeyi başka bir şey ile örtmektir (Müfredât). Kalplerindeki imanı örterek Allah’ın emirlerini tanımayanlara da bu yüzden kafir denilmiştir. Âdem ve eşi de Allah’ın emrini görmezden gelerek yasak ağaçtan yemişlerdi. Ama onlar, İblis gibi hatalarında direnmedikleri için kâfir değil; günahkar sayılmışlardır. Dolayısıyla kâfirin temel özelliği yanlışta direnmektir. Bu yüzden kâfir kelimesine “görmezlikte direnen” anlamı verilmiştir.
[1*] İsrail, Yakup aleyhisselamın lakabıdır (Meryem 19/49-58). İsrailoğulları, Yakup aleyhisselamın soyundan gelenlerdir. Onun babası İshak, dedesi İbrahim aleyhisselam idi (Bakara 2/133, Hud 11/71). Yakup'un oğlu Yusuf aleyhisselam, köle olarak Mısır’a getirilip bir vezire satıldı. Vezirin eşinin ve daha birçok kadının birlikte olma isteğini kabul etmeyip hapsi tercih etti (Yusuf 12/20-33). Daha sonra hapisten çıkarıldı ve Mısır hazinelerinin başına geçirildi (Yusuf 12/55). Artık Mısır onun vatanıydı (Yusuf 12/56). Babası Yakup aleyhisselam, annesi ve 11 erkek kardeşi gelip oraya yerleştiler (Yusuf 12/99-100). Allah onu, Mısır’a elçi yaptı (Mümin 40/34). Aradan yıllar geçti, nüfusları arttı. Mısır krallarının sonuncusu olan Firavun, İsrailoğullarına zulmetmeye başladı. Allah onları Firavun’un zulmünden kurtarmak için İsrailoğullarından Musa aleyhisselamı ve Harun aleyhisselamı Mısır’a elçi /resul olarak görevlendirdi (Kasas 28/3-6).
[2*] Allah Teâlâ’nın İsrailoğullarına yaptığı iyilik ve ikram, Yakup aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar gelen nebileri, onların içinden çıkarmasıdır (Bakara 2/136, Maide 5/20). Muhammed aleyhisselam ise İsmail aleyhisselam soyundandır. Bunu İsrailoğulları bilir (Tesniye 18:18,19, Mezmurlar 118:22-26) ama bir türlü kabul edemezler (Bakara 2/89-92).
[3*] İsrailoğullarının Allah’a verdikleri söz, kendi kitaplarını tasdik eden yeni kitaba yani Kur’an’a ve onu getiren nebiye yani Muhammed aleyhisselama inanma sözüdür (Al-i İmran 3/81,84; A’raf 7/157).
[4*] Allah’ın dini İslam (Al-i İmran 3/19, 85), bütün dinlere hâkim olacaktır (Tevbe 9/33, Fetih 48/28, Saff 61/9). Yahudilerin de bu hâkimiyetten yararlanmaları, Kur’an’a inanmaları şartına bağlıdır (Mâide 5/12, A’râf 7/157).
[1*] Tevrat'taki ifade şöyledir: "Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım." (Tesniye 18:18,19).
[2*] Kur’an, önceki kitapları tasdik etmeseydi onlara inananların Kur’an’a inanmaları gerekmezdi (Al-i İmran 3/81-82).
[1*] Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar bütün nebiler namazı ve zekâtı emretmişlerdir (Beyyine 98/5). Namazı kılıp zekâtı vermek, nebilerin yolunda olmanın olmazsa olmaz göstergesidir.
[*] Tilavet sözcüğünün kökü olan t-l-v = تلو, "birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanması” anlamındadır (Müfredât). Buna göre tilavet, birbiriyle bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır.
[1*] Sabır, aklın ve dinin gerektirdiği şekilde kendine hakim olmaktır (Müfredat). Bu şekilde davranan kişi, önüne çıkan engelleri aşarak yoluna devam eder. Dilimizde bunu en iyi ifade eden söz ‘duruşunu bozmamak’tır.
[2*] Es-salât = ٱلصَّلَوٰةِ’ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır (Lisan’ul-Arab). Bazıları çalışmadan, sadece dua ile sonuca ulaşacaklarını sanırlar. İş bu kadar kolay değildir. Allah’ın yardımını hak etmek için sabırlı olmak ve gerekli çalışmayı, tam olarak yapmak icap eder (Bakara 2/200-202, Necm 53/39).
[*] Ehl-i kitap içinde doğru inanca sahip insanlar vardır. (Bkz. Âl-i İmrân 3/199)
[*] Her nebinin ümmeti, onun yolunda giderse, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur. Allah Teâlâ, Müslümanlar için şöyle demiştir: “Eğer inanıyorsanız en üstün sizlersiniz. (Al-i İmran 3/139)
[*] Şefaat, birinin kendine eşlik etmesini istemek, birine eşlik etmek veya arka çıkmaktır (el-Ayn, Müfredât). Mahşer günü kimsenin şefaati kabul edilmeyecektir. Ama cennete gitmiş biri, şirk dışındaki günahlarından dolayı cehenneme girmiş ve cezasını çekmiş olan yakınını yanına alabilir (Meryem 19/86-87, Taha 20/109).
[*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki “left = لفت” kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[1*] Mısır’da tapılan en önemli ilahlardan biri, Apis adı verilen bir boğa idi. Boğa sevgisi içlerine öylesine işlemişti ki Firavun hanedanı suda boğulup onların serveti İsrailoğullarına kalınca (Şuarâ 26/57-59, Duhan 44/25-28) onlar ilk iş olarak, ellerine geçen altınlardan bir Apis heykeli yapıp tapmaya başladılar (Taha 20/83-98). Tevrat'ta şu ifadeler vardır: "Mısır'da bildirin, Migdol'da duyurun, Nof'ta, Tahpanhes'te duyurun: “Yerini al, hazırlan, çünkü çevrendekileri yiyip bitiriyor kılıç! İlahın Apis neden kaçtı? Boğan neden ayakta kalamadı? Çünkü Rab onu yere serdi." (Yeremya 46:14)
[2*] İttehaze = اتخذ fiili iki mef’ûl alabilir. Kur'an'da açıkça "ilah edinme" şeklinde geçtiği yerlerin aksine, buzağı geçen hiçbir ayette ikinci mef’ul açık gelmemiştir. Bunun amacı, altından bir buzağı yapmanın ve onu ilah edinmenin Tevrat'a göre ayrı ayrı yasakların ihlali (Çıkış 20:4,5,23) olduğunun vurgulanması olabilir.
[*] Ayette “görevini yerine getirmek” şeklinde tercüme edilen “şükür”, yapılan iyiliğin değerini bilmek, yapanı övmek ve hak edilen karşılığı vermektir (Müfredât).
[*] Furkân, doğruyu yanlıştan ayırmaktır. Doğruyu yanlıştan ayıran şeye de furkan denir. İlahi kitapların tamamı bu özelliktedir. (Al-i İmrân 3/4 ve Nisa 4/113)
[1*] بَارِئ = Bâri’ “farklı yaratan” demektir. Allah, her şeyi farklı yarattığı için el-Bâri’ onun isimlerindendir (Haşr 59/22).
[*] Tevrat’a göre Allah, halkın gözü önünde dağa tecelli edip İsrailoğullarına emirlerini vermek için üç günlük arınma süresi verir ve dağın etrafına halkın geçmeyeceği bir sınır çizilmesini ister. Bundan sonrası şöyle anlatılır: “Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Yerleşim yerinde herkes titremeye başladı. Musa halkın Tanrı’yla görüşmek üzere yerleşkeden çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rab dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Tanrı gök gürlemeleriyle onu yanıtladı. Rab, Sina Dağı’nın üzerine indi, Musa’yı dağın tepesine çağırdı.” (Çıkış 19:16-20).
“Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Musa’ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz”. Musa, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi denemek için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye. Halk uzakta durdu, fakat Musa, Tanrı’nın bulunduğu koyu bulut kümesine yaklaştı. Rab, Musa’ya şöyle dedi: “İsrailoğullarına diyeceksin ki: ‘Sizinle gökten konuştuğumu gördünüz. Altın, gümüş ilahlar yapıp onları benimle bir tutmayacaksınız...” (Çıkış 20:19-23).
[*] Tevrat’ta “men” ile ilgili şu ifadeler vardır: “Rab Musa’ya, “Size gökten ekmek yağdıracağım” dedi, “Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı, göreceğim.” (Çıkış 16/4-5)
“Akşam bıldırcınlar geldi, ordugahı sardı. Sabah ordugahın çevresini çiy kaplamıştı. Çiy eriyince, toprakta, çölün yüzeyinde kırağıya benzer ince pulcuklar göründü. Bunu görünce İsrailliler birbirlerine, “Bu da ne?” diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı. Musa, “Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu.” dedi” (Çıkış 16/13-15).
İsrailoğulları, Allah’ın men ve selva ikramı için “Tek çeşit yemeğe katlanamayacağız” diye yakınmışlardı (Bakara 2/61). Buna göre men ve selvâ bir arada tek çeşit yemek sayılmaktadır. Bu da men için Tevrat’ta geçen “ekmek” tanımının uygun düştüğünü gösterir. Nitekim men ile ilgili şu bilgiler de mevcuttur: “Menin kırağı şeklinde küçük ve yuvarlak, kişniş tohumu gibi beyaz ve ak günnük görünüşünde olduğu, lezzetinin ballı yufkaya benzediği belirtilmektedir (Çıkış, 16/14, 31).
Men hiçbir işleme tâbi tutulmaksızın tabii haliyle yenebildiği gibi ondan çeşitli yiyecekler de yapılıyordu. İsrâiloğulları men’i toplar, değirmende öğütür veya havanda döverek tencerede haşlar, pide yaparlardı ve bu taze yağ tadında olurdu (Sayılar, 11/8).” (DİA)
[*] Nisa 4/154, A’raf 7/161. Burası “secde ederek” diye meallendirilir. Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Burada, o yere, kapıdan girme emrine boyun eğilmesi istenmiştir. Emri tebliğ eden Musa aleyhisselam şöyle demişti: “Ey halkım! Allah'ın size yazdığı şu tertemiz ve değerli yere girin; arkanızı dönmeyin, yoksa kaybedenlere dönüşürsünüz.” (Maide 5/21).
[1*] Oraya girme emrine karşı çıkanlar şöyle dediler: “Bak Musa! Orada çok zorba bir halk var. Onlar çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer onlar çıkarlarsa o zaman gireriz. O yere girmeye korkanların arasından Allah’ın nimet verdiği iki kişi şöyle dedi: “Onların yanına şu kapıdan girin; oradan girerseniz hakim olanlar siz olursunuz. İnanıp güveniyorsanız yalnız Allah’a dayanın.” (Maide 5/22). Sanki Allah, o yerin halkı ile savaşmalarını emretmiş gibi şu sözü de söylediler: “Bak Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın! Biz burada oturacağız” (Maide 5/24, A’raf 7/161-162). Karşı çıkan iki kişi ile ilgili geniş bilgi için Maide 5/23’ün dipnotuna bkz.
[2*] Maide 5/26.
[1*] Düşük seviyede olanı” sözü o yiyeceklerle ilgili değildir. Öyle olsaydı “İnin bir şehre, istediğiniz şeyler orada var!” denmezdi. Onların istedikleri bulundukları yerde yerleşip tarımla uğraşmalarıydı. Oysa orada kalmayıp Allah’ın Musa aleyhisselama nebilik verirken vaad ettiği topraklara gitmeliydiler. Allah Tevrat’ta onlara şöyle emretmişti: “....onları Mısırlıların elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim” (Çıkış 3:8).
[2*] Nebi, kendisine kitap ve hikmet verilen kişidir (Al-i İmrân 3/81-82, En’âm 6/83-90). Resul (رسول), “gönderilen”dir. “Birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü tebliğ için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Nebi, Allah’ın ayetlerini tebliğ ile görevli olduğu için o, aynı zamanda resuldür. Bir ayet şöyledir: “Bu kitapta İsmail’i de an, o sözünde durmuştu; nebi olan resul idi.” (Meryem 19/54)
[3*] Allah Teâlâ, bütün resullerine yardım eder ve onları düşmanlarından korur (Maide 5/67, Yunus 10/102-103, Enbiyâ 21/7-9, Saffat 37/171-173). Nebi olmayan resuller vardır (Şuara 26/106, 123, 141, 176) Ama her nebi, aynı zamanda resul olduğu için nebilerin ve resullerin öldürülmesi, onların nebiliklerinin ve resullüklerinin öldürülmesidir. İlgili ayetlerde geçen katl = قتل sözünün kök anlamlarından biri izlâl = اذلال (Müfredât) yani itibarı ile oynamadır. Yahudiler, İsa aleyhisselamı öldürdüklerini söylerler (Nisa 4/157). Hıristiyanlar da sistemlerini, İsa aleyhisselamın çarmıha gerilip defnedilmesinden üç gün sonra kabrinden çıkarak Celile’de 11 havarisine göründüğü iddiası üzerine kurarlar (Matta 28/16–20). İncil, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği kitaptır (Maide 5/46). Onun ölümünden sonrası ile ilgili sözler İncil’e ait olamaz. Bazı İncillere Yahya aleyhisselamın öldürüldüğü iddiaları da sokuşturulmuştur (Matta 14/3-12, Markos 6/17-29). Hâlbuki Kur’an, bu iki nebinin öldürüldüklerinden değil, öldüklerinden söz eder ve öldükleri gün tam bir güven içinde olduklarını bildirir (Meryem 19/15 ve 33). Nebiler gibi dürüst davranmaya davet eden insanların kişiliklerini öldürme gayretleri de eskiden olduğu gibi bugün de devam etmektedir (Al-i İmran 3/21-22). Allah onlara da, kurtarma sözü vermiştir (A’râf 7/163-166, Hud 11/116).
[1*] "Yahudi" kavramı Davud aleyhisselamın krallığından sonra ortaya çıkmıştır. Davud aleyhisselam Yakub aleyhisselamın oğullarından Yahuda’nın soyundan gelir. Bundan dolayı onun krallığına "Yahuda Krallığı" denmiştir. "Yahudi" kavramı başlarda "Yahuda krallığına mensup kişi" manasında kullanıyordu. Yahuda krallığı, Babil istilasında yıkılınca bu kavram İsrailoğullarının dini-etnik kimliklerini ifade için kullanılmaya başlandı. Kur'an'ın indiği dönemde de "Yahudilik" doğru veya yanlış İsrailoğullarının tüm dini geleneğini (Torah, Talmud, Midraşîm vs.) ifade etmekteydi.
[2*] Bir ayette, Hristiyan anlamında "Nasrânî", on dört ayette de onun çoğulu olan "Nasâra" kullanılır. Kelimenin, Îsâ aleyhisselamın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle (Al-i İmrân 3/52; es-Saf 61/14), “yardım etme” anlamındaki nasr kökünden (Müfredat) veya İsa'nın memleketi olan Nâsıra kelimesinden türetildiği söylenir.
[3*] Sâbiîler, Yahya aleyhisselama inen (Meryem 19/12, En’âm 6/84-89) ve Ginza adı verilen kitaba inanırlar. (Şinasi Gündüz, Sâbiîlik, Diyanet İslam Ansiklopedisi)
[4*] Kur’an tebliğ edilmemişse kendi kitaplarına uymaları yeterli olur (Al-i İmrân 3/81, A’râf 7/157). Ama Kur’an tebliğ edilmişse artık ona uymak zorundadırlar (Nisâ 4/161-162, Maide 5/67-68).
[5*] Kendisine bir elçinin tebliği ulaşmayan kimse, sadece bile bile şirk koşmaktan (Bakara 2/22) ve bildiği doğrulardan sorumlu tutulur.
[1*] Cumartesi yasağıyla ilgili Tevrat’taki hüküm şöyledir: “Tanrın Rabb’in buyruğu uyarınca Şabat (Cumartesi) Günü’nü tut ve kutsal say. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabb’e Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, öküzün, eşeğin ya da herhangi bir hayvanın, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. Öyle ki, senin gibi erkek ve kadın kölelerin de dinlensinler.” (Tesniye 5:12-14).
[1*] Eski Mısır’da Apis denen boğaya ve Hator (Hathor) denen ineğe tapılırdı (Ömer Faruk Harman, TEŞBİH, DİA). Apis daha değerliydi (Tevrat/Yeremya 46:14). Musa aleyhisselam “Allah bir sığır kesmenizi emrediyor” dediğinde bir inek kesebilirlerdi. Ama o inanç içlerine öylesine işlemişti ki (Bakara 2/93) inek bile kesmek istemezken emre uyup Apis özelliğinde bir boğa kesmek zorunda kaldılar.
[2*] Kendini bilmez diye tercüme ettiğimiz “cahil”, “bilmeyen” anlamına geldiği gibi “olması gerekenin aksine davranan” (Müfredât) ve “kendine hakim olamayan (Yusuf 12/33)” anlamlarına da gelir.
[*] “Teşabüh”, iki şey arasındaki benzerliği ifade eder. Bu ayet, Musa aleyhisselamın yaptığı tanımlamaların onların zihninde Mısırlıların tanrısı Apis boğasını canlandırdığını gösterir.
[1*] Bakara = بقَرةَ , bakar = بقَر yani sığır cinsinden bir adet hayvan demektir. Tarlayı sürebilecek özellikte olduğu halde sürmemiş, serbest bırakılmış olması onun bir boğa olduğunu gösterir. Ayetteki fiillerin müennes /dişil olması, sadece “bakara” kelimesinin lafzî müennes olmasından dolayıdır
[1*] (el-Ayn) ضرب = darb’ın kök anlamı, bir şeyi bir şeyin üstüne vurma veya sabitlemedir (Müfredat). Arapçada pek çok iş için kullanılabilen bu fiilin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir (el-Ayn).
[2*] Ölüden ayrılan parçanın onunla birleştirilmesi emredilmektedir. Yeniden dirilme, tekrar yaratılan kemiklerin tamamlanıp onlara et giydirilmesi şeklinde olacaktır. (Bakara 2/259 - 260)
[*] Bu ve benzeri ayetlere göre maddenin de bir dili ve anlama kabiliyeti vardır. Gökler ve yer, insan davranışından etkilenir (Meryem 19/88–91, Duhan 44/17-29). Allah Teâlâ göklere ve yere; “İsteyerek veya istemeyerek gelin” demişti, ikisi de “İsteyerek geldik” diye cevap vermişlerdi” (Fussilet 41/9–12). Nuh Tufanında “Ey yer, suyunu yut! Ey gök suyunu tut!” denildiğinde sular çekilmişti” (Hud 11/44). İbrahim aleyhisselam ateşe atılınca Allah “Ey Ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol.” demiş, o da öyle olmuştu (Enbiya 21/69-71). Canlı cansız bütün varlıklar Allah’ı tesbih ederler (İsra 17/44; Nur 24/41). Ahirette yeryüzü konuşacak ve kendindeki bilgileri verecektir (Zilzâl 99/1–5). Kur’ân’da eşyanın dilini ve anlama kabiliyetini gösteren çok sayıda ayet vardır (Haşr 59/21).
[*] Tahrif (التحريف), Nisa 4/46’da açıklandığı gibi iki tarafa yüklenebilecek bir anlamı, kolayca anlaşılmayacak biçimde, sözün akışına uygun olmayan tarafa çekmektir. Tahrif, metinde değil anlamda olduğu için Kur’an, önceki kitapların ana metinlerini tasdik eder. Ama tahrif kelimesi de tahrif edilip ona “tebdil” yani metni değiştirme anlamı verildiğinden hem Kur’an’ın önceki kitapları tasdik ettiği unutturulmuş hem de Kur’an ayetlerinde yapılan anlam kaydırmalarının üstü örtülmüştür. En fazla tahrif, Yahudileri rahatsız eden ayetlerde olmuştur. Nitekim bu ayetteki tahrif, meal ve tefsirlerin çoğunda Kur’an ile değil Tevrat ile ilişkilendirilmiştir.
[*] Bunlar, Muhammed aleyhisselamın son nebi olduğunu biliyorlar ama kabul edemiyorlar.
[*] Yahudiler içinde münafıklık yapanlarla ilgili olarak Tevrat'ta şöyle bir ifade vardır: “Tasarılarını Rab’den gizlemeye uğraşanların vay haline! Karanlıkta iş gören bu adamlar, “Bizi kim görecek, kim tanıyacak?” diye düşünürler.” (Yeşeya 29/15).
[1*] Kur’an’da ümmînin üç anlamı vardır: Biri, kendine kitap verilmemiş olan (Al-i İmran 3/20), ikincisi inandığı kitabın içeriğini bilmeyen (Bakara 2/78), üçüncüsü de Mekkeli anlamıdır (Cum’a 62/2). Nebimiz de daha önce ilahî kitap bilgisine sahip değildi (Şûrâ 42/52-53, Ankebut 29/47-48) ama ona, bundan dılayı ümmî denmemiştir. Son nebinin İsmail aleyhisselamın soyundan geleceği ve Mekke’den çıkacağı Tevrat ve İncil’de yazılı olduğundan (A’raf 7/157-158; Tevrat /Tesniye 18:18,19, Mezmurlar 84:6, 118:22-26; İncil /Matta 21:42-44) Kur’an’da onunla ilgili olarak kullanılan ümmî kavramı, Mekkeli anlamındadır.
[2*] “Kurgular” diye anlam verdiğimiz emânî = أَمَانِى ‘ümniyye’nin çoğuludur. Burada kitabı, anlamadan okuma anlamındadır. Bu okuyuş kişiyi, hayale dayalı beklentilere sokar (Müfredât).
[*] Kalîl = قليل , bir şeyin az veya geçici olduğu anlamına gelir (Mekâyîs).
[*] İnsanları Allah ile aldatmanın en etkili yolu, ‘birilerinin yazdığı kitabın Allah tarafından yazdırıldığı veya onun görüşlerinin Allah’ın kitabından alındığı izlenimini vermektir (Al-i İmran 3/78). Yahudilerin kendi elleriyle yazıp sözlü Tevrat diye niteledikleri Talmud’da geçen “Kötülerin cehennemdeki cezası on iki ay sürer. Bu süre içinde günahlarının keffareti ödenmiş olur.” (Shabbat 33b) şeklindeki iddiaları bunlardandır.
[*] Günaha batanlar iki türlüdür, biri şirk günahına batanlardır. Her kafir, aynı zamanda müşrik olduğu için (Al-i İmrân 3/151) bunlar ölmeden önce tevbe etmemişlerse cehennemden çıkamaz, sürekli orada kalırlar (Nisa 4/48,116). Şirkten uzak kalan ve büyük günahlardan kaçınan (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya günah işledikten sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler (Furkan 25/68-71) ile sevapları günahlarından fazla olanlar doğrudan cennete gider, cehennemin hışırtısını bile duymazlar (Enbiya 21/101-102). Günahları sevaplarından fazla olanlar da cehenneme giderler (A’raf 7/9, Meryem 19/71-72, 86-87, Müminun 23/103-104, Karia 101/8-11). Bunlar, cezalarını çektikten sonra cennetteki yakınlarının yanına yerleştirilirler (Tûr 52/21).
[*] Miskin; geliri açlık sınırı altında, çaresiz durumda kalmış ve ihtiyaçlı olduğu her halinden belli olan kişidir. Oruç tutabilenlerin Ramazan bayramında vermesi gereken fitre /fidyenin en düşük ölçüsü miskin yiyeceği (Bakara 2/184) olduğundan, miskinlerin ihtiyaç sahipleri içinde en düşük seviyedeki kesim olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar temel ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için doyurulması gereken (Kalem 68/24), bir hatanın keffareti olarak “yedirilmesi veya giydirilmesi” emredilen (Maide 5/89-95, Mücadele 58/4), Müslümanların mallarında hakkı olan (İsra 17/26, Rum 30/38), mirastan yararlandırılan (Nisa 4/8), kendilerine ihsanda bulunulması istenen (Nisa 4/36) dolayısıyla gönüllü veya zorunlu harcama kalemlerinin hepsinde yer alan kişilerdir (Bakara 2/177,215, Tevbe 9/60, İnsan 76/8).
[*] Tevrat’ın ifadeleri şöyledir: "Rab diyor ki, İsrailli kardeşlerinize saldırmayın, onlarla savaşmayın." (I. Krallar 12:24). "Egemen Rab şöyle diyor: Yeter artık, ey İsrail önderleri! Zorbalığı, baskıyı bırakın. Adil ve doğru olanı yapın. Halkımı kendi topraklarından kovmayın." (Hezekiel 45:9).
[1*] Ayetteki إِثْمَ = ism, kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır (Müfredât).
[2*] Kıyamet, ayağa kalkmak demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalkacakları günün adıdır.
[3*] “En çetin” diye anlam verdiğimiz eşedd = أَشَدِّ kelimesi, “en üst seviyede bağlantılı” anlamındadır (Müfredat). Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır. (En'âm 6/160)
[*] Yahudiler, Tevrat’ı adeta yok sayar onun yerine, M.Ö. 200 ve M.S 500'lü yıllar arasında yazıya geçirilmiş olan Talmud’u koyarlar (Yusuf Basalel, Yahudi Ansiklopedisi, c.III, s.696, Gözlem Yay. 2002) (Bakara 2/79, Maide 5/70). İsa aleyhisselama indirilen İncil’e de havariler dışında inanan olmamıştı (Al-i İmrân 3/52-53). Bunlar, benzer davranışı Kur’an’a da yaptılar (Bakara 2/89-91, 101, 146-147, En’am 6/19-21, 114). Çünkü daima, Allah’ın nurunu yani kitabını söndürmeye çalışırlar (Tevbe 9/30-32). Bütün bunlar, Allah’ın elçilerini itibarsızlaştırma çalışmalarıdır.
[1*] Biz her şeyi biliyoruz, yeni bir bilgiye ihtiyacımız yok.
[2*] Lanet, kızıp kovma ve uzaklaştırma demektir (Müfredat). Bunu en iyi ifade eden kelime “dışlama”dır.
[1*] Geleceğini bildikleri ve kendi kitaplarındaki bilgilerden yola çıkarak çok iyi tanıdıkları (A’raf 7/157).
[2*] Kur’an’a inandıktan sonra onun bir ayetini bile görmezlikten gelen aynı lanete uğrar (Bakara 2/159-162)
[1*] Şâe = شاء fiilinin kökü, “bir şeyi yapma, var etme” anlamında olan şey =شيء’dir. (Müfredât). Burada Allah’ın yaptığı, bir kulunu tercih ederek ona kitap indirmesidir. Ayrıca bkz Bakara 2/20. ayetin dipnotu.
[2*] Bu azap, Muhammed aleyhisselamın elçiliğini öldürme çabalarının cezasıdır.
[*] Bkz. Bakara 2/61’in son dipnotu.
[*] Boğayı ilah edinmekle kalmadılar, “Bu sizin ilahınızdır. Musa’nın da ilahıdır ama o, onu unuttu.” dediler (Taha 20/88). Onlar bu sözleri ile Musa aleyhisselamın nebiliğini öldürmüş oldular.
[1*] (Araf 7/171)
[2*] Gelenekte buraya “dinledik ve isyan ettik” anlamı verilir ama onu söyleyen, söz vermiş olamaz. عصى = asâ’nın “değneğe sarılır gibi sarılma” (Lisân’ul-Arab) anlamı da olduğundan “asaynâ”ya “sıkı sarıldık” anlamını vermek gerekir (Bkz.Nisa 4/46’nın dipnotu). Tevrat’ın ilgili bölümü şöyledir: “(Musa) antlaşma kitabını alıp halka okudu. Halk, ‘Şama’nû ve asînû = Rabb’in her söylediğini yapacağız, Onu dinleyeceğiz’ dedi.” (Çıkış 24/3-7)
[3*] İltifat, bkz. Bakara 2/49’un dipnotu
[4*] Hem inandık ve sıkı sarıldık diyorsunuz hem de boğa tutkusundan vazgeçmiyorsunuz.
[*] Şirk, bize sinir uçlarımızdan da yakın olan Allah’ı (Kaf 50/16) ikinci sıraya koymaktır (A’râf 7/30).
[1*] Kur’an’da bu iki melek dışında adı geçen melek yoktur. Diğerlerinin sadece görevlerinden söz edilir. Cebrail, Cibrîl şeklinde, Mikail de Mîkâl şeklinde geçer. Kitab-ı Mukaddes’te Cebrail ismi beş defa geçer. Bunlardan üçü Eski Ahit’te, ikisi Yeni Ahit’tedir. İlgili bölümlere bakıldığında Cebrail’in Allah’tan aldığı haberleri ve vahiyleri insanlara ulaştırmakla görevli olduğu anlaşılmaktadır (Daniel 9:21-23). İncillerde, Meryem validemize çocuk müjdesi getiren meleğin Cebrail olduğu bilgisi yer alır (Luka 1:19). Mikâil de Kitab-ı Mukaddes’te beş defa geçer. Bunlardan üçü Eski Ahit’te (Daniel, 10:13, 21; 12:1), ikisi de Yeni Ahit’te yer alır. (Yahuda 1:9; Vahiy, 12:7)
[2*] Musa aleyhisselama indirilen kitap dışında hiçbir kitap ve kaynak kabul etmeyen, Musa aleyhisselam dışındaki nebilerin nebiliklerini inkar eden, cinlere, meleklere ve ruha inanmayan bir Yahudi mezhebi vardı. Bunlar Mikail ve Cebrail'in uydurma olduğunu söylüyorlardı. İsa aleyhisselam döneminde bunlara Sadukiler, Kur'an'ın indiği dönemde de Karaim Yahudileri deniyordu.
[*] Kur’an ayetleri, birbirini açıklar (Al-i İmrân 3/7, Hûd 11/1).
[*] Bakara 2/40.
[*] Ayette geçen Resul (رسول), Kur’an’dır. Çünkü ayetin devamı, onların kulak ardı ettikleri ‘resul’ün, Allah’ın kitabı olduğunu açıkça ifade etmektedir (Bakara 2/89). Zaten resul, hem birine gönderilen söz hem de o sözü ileten elçi anlamındadır (Müfredat).
[1*] Bağlantı kurup okuma diye meal verdiğimiz tilavet, "birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanması” anlamındadır (Müfredât).
[4*] Elimizdeki Tevrat çevirilerine göre Süleyman aleyhisselam, hayatının son dönemlerinde putperestliğe bulaşmış ve kafir olmuştur. İlgili bölüm şöyledir: “Ve Yeroboama dedi: Kendine on parça al, çünkü İsrail’in Allah’ı Rab şöyle diyor: İşte, ben Süleyman’ın elinden krallığı çekip alacağım ve on sıptı sana vereceğim... çünkü beni bıraktılar ve Saydalıların ilahesi Astartiye, Moab ilahı Kemoşa ve Ammonoğullarının ilahı Milkom’a tapındılar...” (1 Krallar 11.31-33). Bu iftiraların sebebi, Süleyman’dan sonra tahta geçen oğlu Rehavam’ın elinden krallığı almaktı (1 Krallar 11. 43). Yahudi yorumcular bu pasajlarda Süleyman'ın putperestliğinden bahsedilmediğini, Süleyman'ın asla kafir olmadığını, bu bölümlerle ilgili özellikle erken dönem Yunanca çevirilerde kasıtlı bazı çarpıtmalar olduğunu savunurlar. (Talmud, Sabbath 56b). Bu çarpıtmalar, özellikle Tevrat'ın Yunanca çevirisini esas alan Hristiyanların, Kitab-ı Mukaddes’i diğer dillere tercüme hareketiyle iyice yayılmıştır. Bakara Sûresi 102. ayet de Tevrat'taki bu pasajlarla ilgili şeytanların bazı tahrifler yaptığına dikkat çekmiştir.
[7*] Fitne, bir madenin gerçek durumunu anlamak için potada onu eritmek üzere ateşe sokmaktır (Lisân’ul-Arab’). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır. Burada şehzadeler, kötü duruma düşürüldüklerini anlattıkları için kelimeye “büyük bir bela” anlamı verilmiştir.
[8*] Amaçları ibret almak değil, taktik öğrenmek ve o taktiği kötüye kullanmaktı.
[*] Ayetteki “رَاعـِنَا =râinâ”ya “Bizi gözet” anlamı verilebilir. Ancak kelime, bir işin birden çok özne tarafından ortaklaşa yapıldığını gösteren mufâale /مفاعلة kalıbında olduğu için “birbirimizi gözetelim” anlamı da verilebilir (Tehzîb’ul-luğa). Muhammed aleyhisselamın Allah’ın elçisi sıfatıyla görevi, onun ayetlerini tebliğ etmek; muhataplarının görevi de onları dikkatle dinlemektir. Hiç kimse elçilik görevi ile ilgili olarak ona: “birbirimizi gözetelim” diyemez (Hucurât 49/3).
[1*] Ellerinde Kur’an’dan önce indirilmiş bir kitap bulunan toplumlar için iki farklı ifade kullanılmaktadır. Bunlardan ilki; “ellezîne ûtu’l-kitap” ifadesidir ve “kendilerine kitap verilmiş olanlar” anlamına gelir. Bu ifadeyle kendilerine kitap verilmiş olan toplumun bütünü dile getirilmekte, kitapları hakkındaki bilgi seviyelerine bakılmaksızın genel ve sosyal bir isimlendirme yapılmaktadır. Örnek vermek gerekirse; günümüzde Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler derken yaptığımız isimlendirme, kitaba muhatap olmuş büyük toplulukların genelini ifade etmesi bakımından Kur’an’ın “ûtu’l kitap” kapsamına girer. Daha önce kitap indirilmiş toplumlarla ilgili olarak kullanılan diğer ifade ise “ehl’i-kitap”tır. Bu kavram, ellerinde Allah’ın kitabı bulunan toplumlar içindeki, kitapları üzerinde uzmanlaşmış, âlim kişileri ifade etmek için kullanılır. Bu sebeple Allah’ın ayetlerini doğruluğuna şahitlik edecek derecede kavramış, gerçekleri ve onların nasıl gizlenebileceğini bilen kişiler için daima ehl-i kitap ifadesi kullanılmaktadır (Al-i İmrân 3/70,71,98,99; Mâide 5/15, Bakara 2/109, Nisâ 4/171).
[*] Nesh, bir kitaptaki yazıyı diğer kitaba aktarmaktır (el- Ayn). İkincinin yazarı birinci kitabın da yazarı ise onun büyük bir kısmını olduğu gibi, bir kısmını da kendine göre daha iyi şekilde aktarır. Onun için nesih ya dengiyle ya da daha iyisiyle olur. Allah, önceki kitaplardaki hükümlerin çoğunu son kitabına almıştır (Nisa 4/163, Şûrâ 42/13) ama onlardaki bazı hükümleri almamıştır (Maide 5/15). O kitapların bazı hükümleri de daha iyisi ile değiştirilmiştir. Mesela Müslümanlar ilk başta orucu, önceki ümmetler gibi tutarken (Bakara 2/183) daha sonra bazı hafifletmeler yapılmıştır (Bakara 2/187).
[*] Veli (çoğulu evliya), araya başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki veya daha çok kişiden her birini ifade eder. Bir işi üstlenene de veli denir (Müfredât). Sinir uçlarımızdan daha yakın olan Allah (Kaf 50/16), bizim velimiz ve en yakınımızdır (Bakara 2/257). Veli kelimesi Arap dilinde hem ism-i fail yani eylemi yapan hem de ism-i mef’ul yani eylemden etkilenen anlamında kullanılır. Her mümin, “Allah’ın koruması altında olan” anlamında Allah’ın velisidir (Yunus 10/62-63). Ayetler gayet açık olduğu halde gelenekte Allah ile insanlar arasında bir velayet makamı oluşturulur, orada olduğuna inanılan kişilere veli denilerek veliler birer tanrı konumuna getirilir ve asla affedilmeyecek şirk günahına girilir (A’raf 7/3, 30, Ahkaf 46/4-6).
[*] (Nisa 4/153)
[*] Kıyamet, ayağa kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeni bir bedenle kabirlerinden kalkacağı gündür.
[*] Bu ayete, “ol der, hemen olur” şeklinde meâl verilir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yarattığından (Kamer 54/49) o emirle, sadece oluşum başlar. Mesela Allah, bir çocuğun olmasını murad ettiğinde
emri, döllenme öncesinde verir ve çocuk oluşmaya başlar (Al-i İmran 3/59, Meryem 19/23, İnsan 74/1-2).
[*] ltifat, bkz. Bakara 2/49’un dipnotu.
[*] Tilavet, birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanmasıdır (Müfredât). Gerektiği gibi tilavet ise kitabı doğru anlamak için birbiri ile bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır. Hem Kur’an hem de önceki kitaplar için “tilavet” kelimesinin kullanılması, yalnızca Kur’an’ın değil, önceki kitapların da bu metoda göre okunması gerektiğini gösterir. Bu metoda göre okuma yapan Ehlikitap, gelecek son kitaba inanma yükümlülüğünü kendi elindeki kitapta bulur ve bu nedenle Kur’an’a iman eder.
[1*] Maide 5/20.
[2*] Her nebinin ümmeti, onun yolunda giderse, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur. Allah Teâlâ, Müslümanlar için şöyle demiştir: “Eğer inanıyorsanız en üstün sizlersiniz.” (Al-i İmran 3/139)
[*] Şefaat ile ilgili olarak Bakara 2/48. ayetin dipnotuna bkz.
[*] Kur’an’da geçen “kelime” ve “kelimat” ifadeleri tam cümleyi (Tevbe 9/74, Kehf 18/5, Mu’minûn 23/100) veya vahyi (En’am 6/150, A’raf 7/158, Kehf 18/27) gösterir. Allah’ın nebilere ulaştırdığı sözler, onlara yaptığı vahiy dışında bir şey olmadığı için (Şura 42/51) İbrahim aleyhisselamı imtihan ettigi kelimeler, ona verdiği emir ve yasakları içeren vahiylerdir.
[1*] Arap dilinde beyt, gece kalınabilecek yerdir (Müfredât). “İnsanlar için kurulan ilk Beyt, Bekke’dedir” (Al-i İmran 3/96). “Bir yolunu bulanların o Beyt’te hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Al-i İmran 3/97). Bekke, ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37) ama orası Allah tarafından güvenli hale getirilmiş ve dünyanın her yerinden her türlü ürünün insanlara ulaştırılabileceği özellikte kılınmıştır (Bakara 2/125-126). Tevrat’ta oraya Bekke Vadisi denir (Mezmurlar 84:4-7). İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi, eski temelleri üzerine yeniden bina ettikten sonra Allah ona, hac ve umre ibadetlerinin yapıldığı yerleri göstermiş (Bakara 2/128, 158, 196) ve o yerlere Makam-ı İbrahim adını vermiştir (Al-i İmran 3/97). Oraya Bekke denmesi, birbirini ezecek şekilde oluşan kalabalıktan (التباك = tebâkk) dolayıdır (Müfredât). Hac ibadeti sırasında bu kalabalık Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’de oluşur. Bekke Vadisini içinde barındıran şehrin adı Mekke’dir. Batı sınırı, 17 km uzağındaki Hudeybiye’ye kadar uzanır (Fetih 48/24). Mekke için Mescid-i Haram ifadesi de kullanılır (Tevbe 9/7). Kâbe’ye de beyt denir (Bakara 2/127, Maide 5/2, 97).
[2*] مقام = makam kelimesine, yerine göre tekil yerine göre çoğul anlam verilir. İbrahim aleyhisselam: “(Rabbimiz) Bize menâsikimizi (hac ibadetinin yerlerini) göster” (Bakara 2/128) diye dua etmiş ve ibadeti, gösterilen yerlerde yapmıştı. Öyleyse ‘Makam-ı İbrahim, hac ibadetinin yapıldığı Arafat, Müzdelife, Cemerât, Safa, Merve ve Kâbe’dir.
[3*] Tavaf, bir şeyin çevresini dolaşmaktır (Müfredat). İbrahim aleyhisselamın ibadet yaptığı yerlerde yapılan tavaf, Kâbe ile birlikte hac ve umre ibadetleri sırasında dolaşılması gereken bütün yerleri kapsar (Bakara 2/158).
[4*] İtikâf, ibadet niyetiyle bir camide bir süre kalmaktır.
[*] Bu ayet, müşriklerin Mekke’de kalabileceklerinin delilidir. Oraya girmesi yasaklanan müşrikler hakkında bkz Tevbe 9/28’in dipnotu.
[*] İbrahim aleyhisselam, “Bize göster” dediği için hac ve umre ibadeti yapılan yerlerin daha önce bilindiği ama kaybolduğu anlaşılır. Kaybolma Nuh tufanında olmalıdır. (Bkz. Taberî, Ali-i İmran 3/96)
[1*] İbrahim aleyhisselamın oğlu İsmail aleyhisselamın soyundan gelen tek nebi, Muhammed aleyhisselamdır.
[2*] Tilavet için bkz. Bakara 2/44 dipnotu.
[3*] Hikmet, Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden doğru bilgiye ulaşma yöntemi ve ulaşılan doğru bilgidir. Allah’ın kitabındaki hikmete ulaşma yöntemi, o kitabın içinde anlatılmıştır (Bakara 2/169, Al-i İmran 3/7, Hûd 11/1-2, Fussilet 41/3).
[*] ‘Millet’ kelimesi genellikle ‘din’ olarak tercüme edilir. Halbuki Kur’an’da “Allah’ın dini” ifadesi bulunduğu halde “Allah’ın milleti” ifadesi yoktur. Bu kelime, İbrahim, İshak ve Yakup nebilere nispetle kullanıldığı gibi, kâfirlere nispetle de kullanılmıştır (Yusuf 12/37). Olumlu kullanımlarının tamamında şirkten uzak, Allah’a doğrudan ve tam teslimiyet gösterilen bir dinî anlayışa vurgu yapılmaktadır. Bu da gösteriyor ki millet, dinin kendisi değil, ister kâfir ister mümin olsun o kişilerin “dini yaşama biçimi”dir.
[1*] Hanif, yanlışlardan uzaklaşıp doğru yola yönelen kişidir (Müfredât).
[2*] Yahudiler, İsa'ya inanmayarak Tevrat’taki şu ayete uymamış ve müşrik olmuşlardır: "Bundan ötürü Rabbin kendisi size bir işaret verecek: İşte, bakire kız gebe kalıp bir oğul doğuracak; adı "Emanuel /Allah bizimledir" olacak." (Yeşeya 7:14). Hristiyanlar da Tevrat'ın "Benden başka ilahın olmayacak" (Çıkış 20:3) emrine rağmen İsa'yı ilahlaştırarak müşrik olmuşlardır. İncil’de de şöyle bir ifade vardır: “ İsa şöyle karşılık verdi: “En önemli (emir) şudur: ‘Dinle, ey İsrail! İlahımız Rab tek Rabdir. İlahın olan Rabbi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle seveceksin’.” (Markos 12:29,30).
[1*] Allah’a teslim olmak, O’nun kitaplarından birine uymakla olur. Nebilere verilenler, kitap ve hikmettir. (Al-i İmran 3/81, En’âm 6/89)
[2*] Bu ayette müminlerin önce Allah’a, daha sonra nebilere indirilen /verilen kitaplara inandıklarını söylemeleri ve bunlar arasında hiçbir ayrım yapmamaları gerektiği ifade edilmiştir. Ayette geçen “Onlardan hiçbirini diğerinden ayırmayız” ifadesi, ayrım yapmaksızın tüm nebilere ve onlara indirilen /verilen tüm kitaplara inanmayı gerektirir. Nebilerin ve onlara verilen kitapların bazısına inanıp bazısına inanmamak Allah’ın istediği şekilde bir iman olmayacağı gibi bu, Allah ile onun resullerini /kitaplarını birbirinden ayırmak manasına da gelir (Nisâ, 4/150-152).
Ayette dikkatleri çeken ikinci nokta ise bütün nebilere kitap verildiği gerçeğidir. Oysa geleneksel anlayışa göre Allah tarafından kitap ve şeriat verilenlerin “resul”, resullerin getirdiği kitapla dine davet etmesi için kendisine vahiy verilenlerin ise “nebi” olduğu söylenmiştir. Hâlbuki hem bu ayete hem de Bakara 213, Al-i İmrân 81, 84 ve En’âm 83-89. ayetlere göre tüm nebilere kitap verilmiştir.
[*] Şikak (شقاق) kelimesi, bir şeyde oluşan yarık ve bir şeyi yarmak manalarındaki şakk (شَقّ) kelimesinin mufaale babından mastarıdır. Yarığın iki tarafındaki her bölüme şikk (شِقّ) denir. Şikak, bir kişinin, arkadaşının durduğu şıktan farklı şıkta bulunmasıdır (Mekayis, Müfredat, Lisan’ul Arab). Kelimenin kökünde her ne kadar hakiki manada yarma, yarılma, yarık ve farklı şıklarda bulunma anlamları varsa da şikak kelimesi ve türevleri Kur'an-ı Kerim'de daha çok manevi anlamdaki farklılık için kullanılmıştır. Bunlar; inanç farklılığı (Bakara 2/137), inanç farklılığı yüzünden muhalefet (Hûd 11/89), haktan uzaklaşma (Bakara 2/176; Hac 22/53; Sad 38/2; Fussilet 41/52), Allah ve resulünün gösterdiği yoldan başka bir yola girmektir (Nisa 4/115; Enfâl 8/13).
[*] Allah’ın boyası, yarattığı her şeyi güzel ve değerli kılan kanun ve kurallar bütünüdür. Bunlara fıtrat denir. Rum Suresi 30/30’a göre din fıtrattır. İnsanın yapısında geçerli olan kanunlar da aynıdır. Sadece bu dine giren, Allah'ın boyasıyla boyanmış olur.
[*] Al-i İmran 3/65-67.
[1*] “Akılsızlar” diye meal verdiğimiz es-süfehâ Bakara 2/13’de münafıkların özelliği olarak anlatılmaktadır. Bakara 2/75-76'da kimi Yahudilerin, Kur'an âyetlerini anladıktan sonra onları tahrif etmek için münafıklık yaptıkları ifade edildiğinden "süfehâ" kelimesi, kıble değişiminden rahatsız olan kesimin Yahudi münafıklar olduğunu gösterir.
[1*] Her insanın uyması gereken din İslam dini olduğundan, bu dine inananların örnek konumda olmaları gerekir.(Al-i İmran 3/110)
[2*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat) Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen رسول اللّه = Allah’ın resulü ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Allah’ın son resulü öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine” resul /onun elçi olarak getirdikleri” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).
[3*] Ayetteki şehid kelimesine, meşhûd anlamı verilmiştir. Çünkü bu kalıpta olan bir kelimeye hem ism-i fail (eylemi yapan) hem de ism-i mef’ul (eyleme konu olan) anlamı verilebilir. Buraya uygun anlam, eyleme konu olandır.
[4*] Önceki ayette aynı ifade “yönelmekte oldukları kıble” şeklinde geçmektedir. İki ayeti birlikte düşününce kıble değişikliğinin, Muhammed aleyhisselama uymayan Yahudileri çok rahatsız ettiği ortaya çıkar.
[5*] İlk kıble Kâbe’dir ( l-i İmran 3/96). Kudüs’te bulunan Beytülmakdis’e, Davut aleyhisselam zamanında dönülmüştür. (Tevrat II. Samuel, 24/16-25)
[6*] Mescid-i Haram’ın tekrar kıble olacağına inananlar, öncelikle kendilerine kitap verilenler (Bakara 2/144-146) ile onların, yeni gelecek olan Kitaptan haberdar ettikleri Medineliler ve Mekkelilerdir. Medine’de yaşayan çok sayıda Yahudi vardı. Mekke’de inen En’am Suresinde, Mekkelilerin onlarla ilişkilerini gösteren çok sayıda ayet vardır (En’am 6/19-21, 91-92, 115).
[1*] Namazda Mescid-i Haram’ın kendisine dönmek gerekmez. Onun bulunduğu tarafa dönmek yeterlidir.
[2*] Nebimiz, kıblenin değişeceğine dair bilgiyi Yahudi ve Hristiyanlardan öğrenmiş olmalıdır. İncil’de şu ifadeler geçer: Kadın (İsa’ya), “Efendim, anlıyorum, sen bir peygambersin” dedi. “Atalarımız bu dağda tapındılar, ama sizler tapınılması gereken yerin Yeruşalim’de (Kudüs’te) olduğunu söylüyorsunuz.” İsa ona şöyle dedi: “Kadın, bana inan, öyle bir saat geliyor ki, Baba’ya ne bu dağda, ne de Yeruşalim’de tapınacaksınız!” (Yuhanna 4:19-21)
[*] Yahudiler Kudüs’teki Süleyman Mabedi’ne yani Beytülmakdis’e, Hristiyanlar da doğuya yönelirler.
[*] Yahudi ve Hristiyanlar Kâbe’nin tekrar kıble olacağını kitaplarından bildikleri için, kıble değişmeseydi bunu Müslümanlara karşı kullanırlardı (Bkz. Bakara 2/144’ün son dipnotu).
[*] Bu ayet, İbrahim aleyhisselam ve İsmail aleyhisselamın dualarının kabul edildiğini gösterir (bkz. Bakara 2/129)
[*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir. (Müfredât ذكر md.) Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24,En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209).
[*] Es-salât = ٱلصَّلَوٰةِ’ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır (Lisan’ul-Arab). Bazıları çalışmadan, sadece dua ile sonuca ulaşacaklarını sanırlar. İş bu kadar kolay değildir. Allah’ın yardımını hak etmek için sabırlı olmak yani duruşunu bozmamak ve gerekli çalışmayı, tam olarak yapmak icap eder (Bakara 2/200-202, Necm 53/39).
[*] Allah yolunda öldürülenlerin diriliği, bizim anlayabileceğimiz bir dirilik değildir (Al-i İmran 3/169).
[*] Allah Teâlâ, yapılan iyi davranışları, daha iyisiyle ödüllendirir (Nahl 16/97) Allah'ın yaptığı imtihanı, büyük bir sabırla kazanmaya odaklanan kişi, onun sürekli desteğini ve yardımını hak eder.
[1*] Bakara 2/125’in dipnotuna bkz.
[2*] Sa’y, hac veya umre yapan kişilerin Safa ile Merve arasında gidip gelerek yaptıkları ibadettir.
[3*] Cahiliye Arapları, Safa ile Merve tepelerine İsaf ve Naile adında iki put koymuştu. Müslümanlar bu yüzden sa’yi terk ettiler (İbn-i Hacer el-Askalânî, Feth’ul-Bârî Şerhu Sahîh’il- Buhârî). Bu ayet, sa’yin o putlarla bir ilgisinin olmadığını bildirmektedir. “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın” (Bakara 2/196) emri de sa’yi terk etmenin, bu iki ibadet için eksiklik olduğunu, mutlaka yapılması gerektiğini yani haccın ve umrenin birer farzı olduğunu bildirmiştir.
[4*] Buradaki ‘fazlasıyla iyilik’, Safa ile Merve arasında nafile sa’y yapmaktır.
[*] (A'raf 7/38)
[*] Enbiya 21/30.
[1*] Ayetteki endâd = أنداد (tekili nidd), muhalefet eden benzer varlıklar anlamındadır (el-Ayn). Bir varlığın Allah’a benzer ve ona muhalefet edecek özellikte olmasını akıl kabul edemeyeceği için iddia sahipleri, hedeflerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu, ‘endâd’ın da buna aracılık ettiğini söylerler. Endad, her ne kadar varlıkları ve şahısları ifade etse de, “يُحِبُّونَهُمْ”’ sözcüğündeki “هُمْ” zamirinden dolayı, bu ayetteki endadın kişiler olduğunu anlarız.
[2*] Müşrik, Allah’ı sevdiğini söyler ama kendini Allah’a yakın görmediği için ona yaklaştıracağına inandığı aracılara kul-köle olur (Zümer 39/3).
[3*] Arap dilinde şedd = شد, güçlü bağ anlamındadır (Müfredât). Mümin, araya bir aracı koyamayacağı için Allah ile bağı çok güçlüdür. Müşrik, araya aracı koyarak Allah ile ilişkiyi kopardığı için buradaki eşeddu = أَشَدُّ’ye sıfat-ı müşebbehe, yani değişmez özellik belirten sıfat anlamı verilmiştir.
[4*] Çetin, ayetteki ’شديد = şedîd’in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştı (En’âm 6/160).
[*] Temiz anlamı verdiğimiz tayyib = طيب kelimesinin kök anlamı vücudun ve duyu organlarının lezzet aldığı temiz şeydir. (Müfredat)
[*] Ayette geçen yen’iqu = يَنْعِقُ fiilinin kökü karganın ötmesi anlamına da gelen na’q ( نعق )’tır (Lisân). Onun için anlam bu şekilde verilmiştir.
[1*] Sadece akmış kan haramdır, damarlarda kalan kan haram değildir (Bkz. En'âm 6/145)
[2*] Allah’tan başkası adına kesildiği, net olarak bilinmedikçe, Müslüman olmayanların kestiği veya besmelesiz kesilen hayvanın eti haram değildir. Aksini gösteren ne bir ayet ne de hadis vardır. ((Bkz. Maide 5/3) (Bkz. En’âm 6/145)
[3*] Ayetteki إِثْمَ =ism, kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır. (Müfredât).
[*] Kalîl = قليل , bir şeyin az olduğu veya geçici olduğu anlamına gelir (Mekâyîs).
[1*] Erdem Türkçede iyi olma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk, fazilet vb niteliklerin genel adıdır.
[2*] Burada imanın beş şartı sayılmış, altıncısı olarak bilinen “kadere iman” sayılmamıştır. Çünkü Kur’an’da, geleneksel anlamda kadere iman yoktur.
[3*] Ayetteki “rikab = الرِّقاَبِ ”, rakabe’nin çoğuludur. Türkçede buna “boyunduruk altında olanlar” denir(Tevbe 9/60).
[1*] Kısas, işlenen suç ile verilen ceza arasındaki denkliği ifade eder.
[2*] Tevrat’ta kısas; adam öldürme ile birlikte bütün yaralama olaylarında, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş şeklinde yapılırdı (Maide 5/45). Kur’an’da ise kısas, sadece adam öldürmelerde farz kılınmıştır. Böylece eski hükümler Allah tarafından hayırlısı ile neshedilmiştir (Bakara 2/106).
[3*] İlgili ayetlerle tam bir bütünlük sağlaması için takdir şöyle yapılmıştır: قاتل الحر بالحر المقتول وقاتل العبد بالعبد المقتول وقاتل الأنثى بالأنثى المقتولة
Öldürülen kim olursa olsun öldürene kısas uygulanır. İlgili ayet şöyledir: “Allah’ın haklı gördüğü bir sebep olmadıkça onun dokunulmaz kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse onun en yakınına (velisine) yetki vermişizdir. O da katili öldürme işinde aşırıya kaçmasın. (Verilen bu yetkiyle) o, yeterli desteği görmüştür” (İsra 17/33).[4*] Maruf, aklın veya dinin doğru saydığı her şeydir. Zıttı ‘münker’dir. (Müfredat)
[*] Akıl ile kalbin birleşmesine lübb denir, çoğulu elbâb’dır (el-Ayn). Sağlam duruşlu diye meal verdiğimiz kavram, lübb sahipleri anlamına gelen ulü’l-elbâb’dır. Bunların özelliklerini şu ayetten öğreniyoruz: “Sözü dinleyip en güzeline uyanlar, Allah’ın doğru yolda saydığı kişilerdir. İşte ulü’l-elbâb onlardır.” (Zümer 39/18)
[*] “paylaştırma görevi” diye anlam verdiğimiz الوصية el-vasiyyeh, Nisa Suresinin 12. ayetinin sonunda yer alan “وَصِيَّةً مِنَ اللَّه = Allah tarafından yapılan vasiyet”tir. “Bu kitapta bildirilen paylar” anlamı verilen kelime el maruf =ٱلْمَعْرُوفِ tur. Bu paylar Nisa 4/11-12, 33, 176’da bildirilmiştir.
[*] ٱلْوَصِيَّةُ kelimesi mastar olduğu için onu gösteren zamirin müzekker veya müennes olması anlamı değiştirmez.
[1*] “Mirası paylaştıran” diye tercüme ettiğimiz “mûsin = موص ” kelimesi sözlüklerde ‘mûsil = موصل’ maddesi altında açıklanmaktadır. Mûsil kelimesinin anlamı, bir şeyi diğerine ulaştırandır (Mekâyîs).
[2*] Miras paylaşımında, malların değerini belirlemek zordur. Bu durumda yapılabilecek en iyi iş, tarafları uzlaştırıp aralarında kin ve düşmanlığın çıkmasını engellemektir.
[1*] Fidye, kişinin sıkıntıdan korunmak için ödediği bedeldir (Müfredât). Bu ayet, Ramazan orucunu vaktinde tutana da hasta veya yolcu olduğu için Ramazan’da tutmayıp onu daha sonra kaza edene de fidye yani fitre verme sorumluluğu yüklemiştir. Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: “Allah’ın Elçisi, fıtır veya Ramazan sadakasını, erkeğe, kadına, hüre ve esire, hurmadan bir sa’ (3920 gr) veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı. İnsanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi” (Buharî, Zekât 77). Resul, Kur’an’ın açık ayetini veya ayetlerden çıkardığı hikmeti tebliğ ile görevli olduğu için fitreyi farz kılan Muhammed aleyhisselam değil, bu ayettir.
[2*] Kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemeyeceğini bildiren (Bakara 2/286) Allah, bize şu duayı tavsiye etmiştir: “Rabbimiz! Takat getiremediğimiz yükü bize yükleme.” (Bakara 2/286) Takat, (الطاقة) kelimesi, kişinin gücü dahilinde olan şey için kullanıldığından (Lisan’ul-arab) ayet, “Rabbimiz! Zorlanacağımız yükü bize yükleme” anlamındadır. Zaten Allah bu dinde bize bir zorluk yüklemez (Hac 22/78). Bu yüzden, hasta ve yolculara oruç tutmama ruhsatı verilmiş, gerekçesi de şöyle açıklanmıştır: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” Bu ayette, hasta ve yolcular için “Bilseniz oruç tutmanız sizin için daha iyidir.” denmesi bundandır. Buna göre, Ramazan’da oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin, oruçlarını kaza etmeleri gerekmediği gibi fidye vermeleri de gerekmez. Onlara fidye görevi yükleyenler, bu ayetteki “Oruca gücü yetenler” ifadesini “Oruca gücü yetmeyenler” şeklinde olumsuza çevirmişler ve Kur’an’ın koyduğu sisteme aykırı bir yola girmişlerdir.
[1*] Burada, “sayılı günler”i gösteren gizli mübteda vardır. هي شهر رمضان takdirindedir.
[3*] Kur’an, ayetler kümesi demektir. Ramazan için “Kur’an’ın indirildiği ay” ifadesinin kullanılması, ilk inen ayetlerin bir ayetler kümesi halinde olduğunu gösterir. Alak suresinin ilk ayetleri bu ayda inmiştir.
[4*] Buradaki furkan kelimesi, Furkan suresi 1. ayetten dolayı v’el-furkanu şeklinde nâib-i fail yani sözde özne sayılarak anlam verilmiştir. Furkan ile ilgili olarak 53. ayetin dipnotuna bkz. Bakara 2/53
[5*] Oruç tutmama ruhsatı, sadece hasta ve yolcular içindir. Bu ikisi dışında oruç tutmayan veya tuttuğu orucu sebepsiz bozanların kaza veya keffaret orucu tutmaları gerekmez. Bu kişilerin yapacağı tek şey, tövbe edip bir daha bu yanlışa dönmemektir. Nebimizin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kim Ramazan günü bir özrü ve hastalığı olmadan yiyip içerse bütün zamanlarını oruçlu geçirse bile o günün eksiğini kapatamaz.” (Buhârî, Savm, 29; Tirmizî, Savm, 27; İbn Mâce, Sıyâm, 14; Dârimî, Savm, 18; Ahmed b. Hanbel, 2/458, 470.)
[6*] Bunlar bayram namazında alınan tekbirlerdir. Bayram namazı, oruç tutan herkesin üzerinde bir görevdir. Tekbirler, Allah’ı daha iyi tanımamıza yarayan zikirler yani doğru bilgilerdir. Allah Teala’nın burada emrettiği zikirler namazda getirilir. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmuştur “namazı benim zikrim için (benimle ilgili bilgileri kafana yerleştirmen için) düzgün ve sürekli kıl!” (Taha 20/14) Namazın en azı iki rekattır. Çoğun sınırı olmadığından emir, en az ile yerine getirilir. Bu sebeple bayram namazı iki rekattır. Önce gündüz, sonra gece gelir (Yasin 36/40). Sabah namazı vaktinin bitiminden sonra, namaz kılmanın mekruh olduğu kerahet vakti başlar. Bu vakit Güneş ufkun 5 derece kadar üstüne çıkıncaya kadar sürer. Bayram namazının kılanacağı ilk vakit bu vakittir. Bayram namazını kılmak farz olduğu için Nebimiz, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, eşlerini ve kızlarını namaz kılınan yere çıkarır, bütün kadınların gelmelerini de emrederdi (Buhari, lydeyn 15, 20, Hayz 23, Salât 2, Hacc 81; Müslim, Iydeyn 10-890). Bayram namazlarını diğer namazlardan ayıran bu tekbirlerdir. Aynı tekbirler kurban bayramı namazında da alınır (Hac 22/37).
[1*] 183. ayette, orucu önceki ümmetler gibi tutmamız emredilmişti. Bu ayette ise “sizin için helal kılındı”, “Allah kendinize ihanet ettiğinizi bildi de yüzünüze baktı ve sizi affetti” ve “artık onlarla birleşebilirsiniz” ifadeleriyle bir takım hükümlerde değişiklik yapıldığı görülmektedir. Bu durum, Kur’an ayetleri arasındaki neshe en güzel örneklerdendir.
[2*] Burada birleşme ile ilgili emrin kadına değil de erkeğe verilmesi bu konuda onu istekli kılma görevinin erkekte olduğunu gösterir (Bkz Bakara 2/223. ayetin dipnotu).
[3*] Bakara 2/222-223, Şura 42/49-50. (İltifat, bkz. Bakara 2/49’un dipnotu).
[4*] Fecr, genişçe yarılma anlamındadır (Müfredat). Yarılma, doğu ufkunun üst tarafında hafif bir aydınlıkla başlar. Aydınlığın başladığı, sönük yıldızların kaybolmasıyla anlaşılır. Bu vakitte tabiat uyanır, vücut ısımız artar, seher ve sahur vakti girer. Buna astronomik tan (Astronomical Twilight) da denir. Sahur yemeği bu vakitte yenir. Karanlığa karışan kızıl ve beyaz ışıklar arttıkça, üstten aşağıya doğru büyük bir kubbe görüntüsü oluşturan ışıklar, ufku boydan boya sarar. Güneş ufka -10 dereceyaklaştığında ufuk çizgisi net olarak gözükmeye başlar. Denizciler yollarını daha çok bu saatte belirledikleri için ona rasat tanı (observation twilight) derler. Aydınlığın yayıldığını görenler sabah namazı vaktinin girdiğini sandıkları için bu vakte fecr-i kazib = yalancı fecr de denir. Sonra ışıklarayrışmaya başlar ve altta siyah kuşak, ortada kızıl kuşak, üstte de beyaz kuşak oluşur. Kızıl kuşak her yerde görülemeyeceği için, Bakara 187. ayette sadece siyah ve beyaz çizgilerden bahsedilmiştir. Bunlar, bu kuşakları ayıran ve çıplak gözle, net olarak gözüken iki ince çizgidir. Bu çizgilerin çıplak gözle görülmesiyle birlikte fecr-i sadık ve imsak vakti başlar. Bu sırada Güneş’in ufka yakınlığı -9 derecenin altına inmiş olur.
[5*] “Geceye kadar” yerine “Güneş batıncaya kadar” denseydi, kutup bölgesinde güneşsiz gündüzlerin veya beyaz gecelerin olduğu günlerde oruç tutmak imkânsız hale gelirdi.
[6*] İtikâf, bir yerde ibadet niyetiyle durmaktır. Nebimiz Ramazan’ın son on gününü itikâfla geçirirdi.
[1*] Allah’ın haram saydığı faiz, hırsızlık, rüşvet, aldatma gibi yanlış yollar.
[2*] Ayet rüşveti yasaklamaktadır. Rüşvet, başkasının malını bile bile haksız yere yemek için yetkililere mal vermektir. Kişi, kendi meşru hakkını almak için yetkililere mal vermek zorunda kalırsa verene değil, alana haram olur.
[1*] Yeni ay, güneşten sonra batan hilal ile başlar. “Güneş ile Ay, bir hesaba göredir.” (Rahmân 55/5) Nebîmizin yanında bu hesabı yapacak kimse olmadığı için şöyle demişti: “Biz ümmi bir toplumuz; yazı yazmaz, hesap yapmayız.” “Hilali görünce oruç tutun, tekrar görünce orucu bırakın, hava bulutluysa ayı otuza tamamlayın.” (Müslim, Sıyâm, 1080, 1081)
[2*] Nebimize hilal hesapları sorulmuş olmalıdır. Resulullah’ı (s.a.v.) zor duruma sokmak için ona, uzmanı olmadığı bir soruyu sormak, evi arkadan dolaşmak gibi kötü niyetli bir iş olur.
[*] Bizimle savaşmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmak gerekir (Mümtahine 60/8-9). Müslümanların savaş ilan edebilecekleri durumlar şunlardır: Kendileriyle din sebebiyle savaşılması ve yurtlarından çıkarılmaları veya buna destek verilmesi (Mümtahine 60/8-9, Bakara 2/190), ezilen toplumların çağrısı (Nisâ 4/75), barış anlaşması yapılmış bir toplumun antlaşmayı bozacaklarından delile dayalı olarak endişe edilmesi (Enfal 8/58) ve barış anlaşmasının bozulması (Tevbe 9/13).
[1*] Nebimiz Mekke’yi fethetmeden önce Hudeybiye’de Mekkeli müşriklerle bir antlaşma yapmıştı. Onlardan antlaşmaya sadık kalanlar olduğu gibi bozanlar da vardı (Tevbe 9/7). Nebimiz, onlara karşı gösterilecek tavrın ne olacağını açıklayan Tevbe suresinin ilk ayetleri ininceye kadar kimseye dokunmadı.
[2*] Fitne için Bkz. (Bakara 2/102)’nin dipnotu.
[3*] Mescid-i Haram, Mekke’de Kâbe’nin de bulunduğu geniş alanın adıdır.
[*] (Enfâl 8/61-62)
[1*] Fitne için bkz Bakara 2/102’nin dipnotu.
[2*] Dinde zorlama olamayacağı için (Bakara 2/256) Allah’ın dininin hakim olması, herkesin Müslüman olması değil (Yunus 10/99), Allah’ın düzeninin hâkim olmasıdır (Fetih 48/28). O da herkesin hürriyet içinde yaşayacağı bir ortamın oluşmasıdır (Kehf 18/29-31).
[3*] Zalim, yapmaması gerekeni yapandır. Bunlar, savaş bittikten sonra da çatışmaya devam edenlerdir.
[1*] Haram aylar, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.
[2*] Haram ayda savaş yasağı, o yasağa saygı gösterenlere uygulanır (Tevbe 9/36).
[*] Allah yolunda harcama, öncelikle savaşa hazırlıklı olmaktır (Enfal 8/60). Muhtaçlara verilecek destek de bu ayetin kapsamına girer.
[1*] Bu ayet indiğinde hac ve umre yapanların eksik bıraktıkları görev sa’y idi. Burada emredilen, o görevin mutlaka yapılmasıdır. Bkz.Bakara 2/158’in dipnotu.
[2*] Hedy, hacıların harem bölgesinde kestiği kurban bayramı kurbanıdır. Mahill, kesim vakti veya kesim yeri demektir. Hedyin kesim yeri harem bölgesi, kesim vakti de kurban bayramı günleridir (Hac 22/28). Harem bölgesine girmek için bir engel çıkarsa yanında kurbanı olanlar, onları harem dışında kesilebilirler. Nitekim Mekke’ye girmesi engellenen Nebimiz ve yanında kurban olan ashabı, kesme zamanı gelince kurbanını Hudeybiye’de kesmişlerdir (Fetih 48/25). Bu da gösteriyor ki bu ayetteki mahill, kesme yeri değil kesme zamanıdır.
[3*] Çetin, ayetteki ’شديد = şedîd’in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır. (En’âm 6/160)
[1*] Eşhur /أَشْهُرٌ = aylar anlamında çoğul bir kelimedir. Arapçada çoğul en az üçtür. Hac ibadetine, “içinde haccı barındıran” anlamına gelen Zilhicce ayının 9. gününde, Arafat Vakfesi ile başlandığı için hacca Zilkade’nin başından Zilhicce’nin 9. gününe kadar niyet edilebilir. Bu ibadet ‘belli günlerde / فِي أَيَّامٍ مَعْلُومَاتٍ ‘ yapılır. Eskiden beri bilinen o günlerin bir kısmı, kurbanın kesildiği Kurban Bayramı günleridir (Hac 22/28). Zilhicce’nin 9. günü Arafat’a çıkan hacılar, gece Müzdelife vakfesini yapar ve Mina’ya doğru sel gibi akarlar (Bakara 2/198). Sonra Kâbe’yi tavaf ederler (Hac 22/29). Zilhicce’nin 10. gününden 13. gününe kadar süren 4 günde Kurban Bayramı kurbanı kesilir. Şeytan taşlama da Kurban Bayramının sonuna kadar yapılarak hac ibadeti tamamlanır (Bakara 2/203). Bu ayetlere göre hac ayları üç ay olsa da hac ibadetinin yapıldığı günler Zilhicce’nin 9, 10, 11, 12 ve 13. günleridir. Bu günler dışında hac ibadeti yapılamaz.
[2*] Ayet metnindeki füsuk = فُسُوقَ şeriatın belirlediği sınırları aşmaktır (Müfredat). Hac ibadetini yapan kişinin sınırları aşması, yapması gerekeni yapmaması veya yapmaması gerekenleri yapmasıdır.
[3*] Sağlam duruşlu anlamı verdiğimiz ifade ulü’l-elbâb’dır. Bkz. Bakara 179’un dipnotu.
[1*] Eskiden hac aylarında panayırlar kurulurdu. Ayete göre hacılar, kazanç amacıyla panayırlara katılabilir.
[2*] Taha 14. ayette “beni zikir için namaz kıl” emri verildiği için oraya vaktinde yetişenlerin akşam ve yatsı namazlarını kılmaları gerekir. Yetişemeyenler de sabah namazını beklerler. Rivayete göre Tay kabilesinden Urve b. Mudarris şöyle demiştir: Resulullah’a (s.a.v.) geldim, Cem’de (Müzdelife’de) vakfe yerindeydi. Dedim ki, “Ey Allah’ın Elçisi, Tay dağından geldim. Bineğim perişan oldu, kendimi de yordum. Vallahi üzerinde beklemediğim bir kum tepesi olmadı, ben hacı olabilir miyim? Resulullah (s.a.v.) dedi ki “Kim bizimle birlikte şu namazı kılar ve daha önce gece veya gündüz Arafat’a gelmiş olursa haccını tamamlamış, tefesini (Hac 22/29) yerine getirmiş olur.” (Ebû Davûd, “Menâsik”, 69; Tirmizî, “Hac”, 57; Nesâî, “Menâsik”, 211; İbn Mâce, “Menâsik”, 57; Ahmed b. Hanbel 4/ 261).
[3*] Cahiliye döneminde Kureyşlilere ve çevrelerindeki bazı kabilelere hums denirdi. Hums dinlerine bağlı, karşı konamayacak güçte kahraman anlamına gelir (el-Ayn). Bunlar kendilerini “ehlullah /Allah’ın yakını” gördüklerinden, Harem bölgesi dışında kaldığı için hac sırasında Arafat’a çıkmazlardı (Taberi Bakara 189’un tefsiri).
[1*] Ayetteki menâsik kelimesi, hac sırasında yapılan ibadetler, o ibadetlerin yapıldıkları yer ve zamanlar anlamındadır. İbrahim aleyhisselam, Nuh tufanında yıkılan Kâbe’yi eski temelleri üzerine yeniden inşa edince: “(Rabbimiz) Bize menâsikimizi göster” (Bakara 2/127-128) diye dua etmiş ve o ibadetleri oralarda yapmıştı. O yerler Arafat, Müzdelife, Cemerât, Safa, Merve ve Kâbe’dir. Buralara makam-ı İbrahim de denir (Bakara 2/125).
[2*] Kaza = قضي kelimesi bir işi tam ve sağlam yapma ve hedefine ulaştırma anlamındadır (Mekâyîs).
[3*] Ayetin açılımı şöyledir: “Allah’ı babalarınızdan öğrendiğiniz gibi hatta daha güçlü anın.” كذكركم آباءكم وهم يذكرون الله أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا Gelenekte bu ayete şöyle anlam verilir: “Hac ibadetinizi bitirdiğinizde, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın.” Hac ibadeti bittikten sonra yapılacak böyle bir görev yoktur. Ayrıca Allah’ı anma ile babaları anma arasında bir kıyaslama da kabul edilemez. Mekkelilerin babaları İbrahim ve İsmail aleyhisselam ve onların orada yaptığı dualarla ilgili ayetler şunlardır: Bakara 2/125, 127-128.
[*] İstediğini elde etmek için dua yetmez, çalışmak da gerekir.
[*] معدودات = madudât, معدود = madud’un çoğuludur, “Sayılan” ve “birbirine eklenmiş” anlamlarına gelir (Müfredat). Bunlar, Kurban Bayramının birinci gününe eklenen ve eyyam-ı teşriq olarak bilinen üç gündür. Bu günlere özel zikir, şeytan taşlama sırasında yapılan dualardır. Şeytan taşlama Kurban Bayramının birinci gününde de yapıldığı için toplam dört gün sürer.
[1*] Ayette geçen تَوَلَّىٰ = tevella, velayeti üstlenme, yönetimin başına geçme anlamına gelir (Müfredat).
[*] Furkan 25/21. Allah’ın bulut gölgeleri içinde gelmesi olayı, İsrailoğulları’na on emir verilmeden önce Sina Dağı’nda gerçekleşmiş ve Tevrat’ın Çıkış 19 bölümünde anlatılmıştır: “Rab Musa’ya, “Sana koyu bir bulut içinde geleceğim” dedi, “Öyle ki, seninle konuşurken halk işitsin ve her zaman sana güvensin.” (Çıkış 19:9)
[1*] Başlangıçta sadece Âdem aleyhisselam ve çocukları vardı (Hucurat 49/13).
[2*] Ayete göre Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar tüm nebilere kitap verilmiştir (Bakara 2/136, Al-i İmrân 3/81,84, En’âm 6/82-90).
[*] Neyi harcayacaklarının cevabı (Bakara 2/219) ayetindedir. Bu ayette ise nerelere harcanacağı açıklanmaktadır.
[1*] Haram aylar, öteden beri bilinen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır (Tevbe 9/36).
[2*] Burada fitne, savaş anlamındadır.Bkz. Bakara 2/102 ayetin dipnotu.
[1*] Hicret sözlükte, kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Müfredat). Bir müslümanın, istenmediği bir yerden bedeniyle uzaklaşması (Nisa 4/97, Enfal 8/72-75); babası, annesi, eşi veya kendine yakın gördüğü kişilerin kafir olmalarından dolayı kalbiyle uzak kalması da hicrettir (Âl-i İmran 3/28, Nisa 4/138-144, Tevbe 9/23-24, Müzzemmil 73/10)
[2*] Cihad = جهاد , düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Cihadın en üst noktası Allah yolunda savaştır.
[1*] Ayet metninde geçen “hamr (خمر)” kelimesi aklı örten anlamındadır. Sarhoş edici tüm içkileri ve uyuşturucu maddeleri ifade eder. Nitekim nebimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sarhoşluk veren her şey hamrdır. Sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe,73; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5)
[2*] Ayet metninde geçen “meysir (ميسر)”, “yüsr (يسر)” yani kolaylık kökünden gelmektedir. Meysir, üç ayette “hamr” ile birlikte zikredilir (Bakara 2/219, Mâide 5/90-91). Kolayca mala kavuşmayı amaçlayan ve aynı zamanda malı kolayca kaybetmeye sebep olan piyango, toto, loto ve tombala gibi bütün şans oyunları; poker, rulet, kollu kumar makineleri gibi tüm kumar çeşitleri; iddaa, at yarışı, horoz dövüştürme vb. her türlü bahis bu kapsama girer. Kaybedenin hesabı ödemesi şartıyla oynanan tüm oyunlar da meysir kapsamında olduğu için bu tür oyunları oynamak haramdır.
[3*] Sarhoş edici ve uyuşturucu maddelerden ve kumardan bazı menfaatler elde edilebilir. Ancak bunların zararı sağladıkları menfaatlerden fazladır. Bu özellik, bütün haramlarda vardır. Nefislerinin esiri olanlar, bu menfaatleri öne alarak kendilerini haklı göstermeye çalışırlar. Allah’a inanıp güvenenler ise onun emrine uyarlar.
[4*] Artan = (El-afv/العفو)” sözü temel ihtiyaçtan artan (es-Sıhah) ve çoğalan anlamındadır (Mekâyîs). Şu ayette, zenginleşme anlamındadır: “Sonra başlarındaki sıkıntıları giderir yerine güzel şeyler veririz. Sonunda zenginleşirler ...” (A’râf 7/95). Kişinin evi, ev eşyası, kendisinin ve bakmakla sorumlu olduğu kişilerin yiyeceği, bineği, işyeri, araç ve gereçler vs. temel ihtiyaçlarıdır. Onlar artan kavramına girmediği için onlardan sadaka /vergi alınmaz. “Kim bir iyilikle gelirse ona, onun on katı verilir.” (En’âm 6/160) ayeti gereği, bir ton cevizi olan biri, onun yüz kilosunu sadaka /vergi olarak verirse tamamını vermiş gibi olur. Tarım ürünlerinin sadakası /vergisi hasat günü tarlada alınacağından (En’âm 6/141) üretici onun nakliyesinden ve korumasından sorumlu olmaz. Alım satımını yapanlar ise nakliye, depolama, pazarlama ve satış sonrası doğacak sıkıntılara gireceğinden bu işlemlerin her biri sadaka /vergi oranını azaltır ve o, malının kırkta birini verince tamamını vermiş gibi olur. Altın, gümüş, para ve bütün ticaret malları aynı durumdadır. Bu sıkıntılar dikkate alınmazsa ekonomi durur ve bunun zararını herkes görür.
[1*] Kur’an evlatlıkların hiçbir yönüyle öz evlat sayılamayacağını bildirir (Ahzab 33/4-5). Allah nebîmizi, evlatlığı Zeyd’in boşadığı Zeynep ile evlendirdi ki evlatlığın kişinin kendi evladı konumunda olmadığı zihinlere yerleşsin (Ahzab 33/37-38).
[1*] Hür olmayan kadına eme (الأمة), erkeğe abd (عبد) denir (Sıhah). Bunların Türkçe karşılığı köle ve cariyedir.
[2*] “Kız vermeyin” ifadesi, velilere yapılan tavsiyedir. “Daha hayırlıdır” ifadesi onlar için de geçerlidir. Eğer kız evlenmekte kararlı ise Bakara 2/232 ve Nur 24/33’e göre onlara baskı yapılamayacağından evlenmelerine engel olmamak gerekir.
[3*] Nisa 4/22’den 24’e kadar, din farkına yer verilmeden evlenilmesi haram olan kadınlar sayılmış 25. ayette ise namuslu mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyenlerin namuslu mümin esir kadınlarla evlenebileceği ama onlarla evlenmeyip sabretmenin daha hayırlı olacağı bildirilmiştir. Tevbe 9/31’de bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların müşrik oldukları açıkça ifade edildiği halde Maide 5/5’te onların namuslu kadınları ile evlenmenin helal olduğu hükme bağlanmıştır. Hepsinin özeti olan bu ayete göre evlilikte ilk tercih edilecek kadınlar, namuslu mümin hür olanlar, ikinci tercih namuslu mümin esir kadınlar, son tercih de namuslu müşrik kadınlardır. Bu ayet aynı zamanda, kadın olsun erkek olsun din farkının evlenmeye engel olmadığını göstermektedir. Zaten Tahrim 66/10-11. ayetlerde bu konu örneklendirilmiştir. nebimizin Cüveyriye ile evlenmek için Müslüman olmasını şart koşmaması; kızı Zeyneb ile evli olan Ebü’l- s b. er-Rebî hicretin 6. yılına kadar Müslüman olmadığı halde, nikâhlarının devam etmesi ve nebimizin din farkından dolayı kimseyi eşinden ayırmamış olması, bunun uygulamadaki örneklerindendir.
[4*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
[1*] Arap dilinde doğum yapmış kadına da hayızlı dendiği için (Mekâyîs) el-mahîd (المحيض), hem adet hem lohusalık anlamına gelir. Bir rivayette Ümmü Seleme validemiz, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte ince bir örtünün altında yattığından söz ederken şu ifadeleri kullanmıştır: “(O anda) Birden hayız olduğumu fark ettim. Hemen yataktan sıyrılıp hayız elbisemi aldım ve giyindim. Resulullah (s.a.v.) ‘Nifas mı oldun? (أنَفِسْتِ)’ dedi. Ben de ‘Evet!’ dedim. Beni çağırdı ve (tekrar) örtünün altında beraber yattık.” (Buhârî, Hayz, 4) Rivayette de görüldüğü gibi âdet anlamına gelen hayız ile lohusalık anlamına gelen nifas kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılmaktadır.
[2*] Allah’ın emrettiği yer bir sonraki ayette yer alan döl yatağıdır.
[1*] Ekim yeri, ürün alınan yer yani döl yatağıdır; çünkü Bakara 2/187’de belirtilen çocuk sahibi olma talebi ancak bu şekilde yapılabilir. Döl yatağından olmak şartıyla hoşa giden şekilde ilişkiye girilebilir.
[2*] Kadınlar, kadın-erkek, her insana süslü gösterildiği için (Al-i İmrân 3/14) talep edilen konumdadırlar. Karı-koca ilişkileri ile ilgili ayetlerde emrin kocaya verilmesi (Bakara 2/187, Nisa 4/19), kadını talep eder konuma getirme görevinin kocaya yüklendiğini gösterir. Bunu göremeyenler, eşlerinin kendilerine soğuk davrandığından şikayet ederler.
[3*] Elimizdeki Tevrat mealine göre adetli ve lohusa kadın kirlidir, kanaması bitip üzerinden yedi gün geçmedikçe dokunduğu ve üstüne oturduğu her şey kirlenir. Ona veya onun dokunduğu şeylere dokunan da akşama kadar kirli kalır. O kadınla cinsel ilişki haramdır (Levililer 15/19-33) Ayetteki soru, bundan dolayı sorulmuş olmalıdır. Bu ayetler inince nebimiz şöyle demiştir: “Cinsel ilişki dışında her şeyi yapabilirsiniz.” (Müslim, Hayz, 16-302, Ebu Davud Tahâret, 258) Adet ve lohusalık, namaza ve oruca engel değildir. Çünkü yeme içme ve cinsel ilişki dışında orucu bozan bir şey yoktur (Bakara 2/187). Adet bunlardan hiçbirine girmez. Kur’an’ın namazla ilgili emirlerinde de kadın erkek ayrımı yoktur. Abdest, kişinin kendini rahat hissettiği yerde, önden ve arkadan çıkan idrar, büyük abdest ve yellenme ile ve cünüplükle bozulur (Maide 5/6). Adet veya lohusalığın bunlarla da bir ilgisi yoktur. Adet kanının abdesti bozduğunu gösteren bir ayet veya sahih bir hadis de yoktur. Adeti ve lohusalığı biten kadının yıkanmasına dair bir emir de bulunmamaktadır. Öyle bir emir olsaydı su bulunmadığında ne yapması gerektiği de açıklanırdı. 222. ayetin sonundaki ‘Allah tövbe edenleri sever, iyice temizlenenleri de sever.’ ifadesi ise Arap dili açısından sırf kadına değil kocasına da hitap ettiğinden bu sırada aralarında karı koca ilişkisi olmuşsa tevbe edip günahlarından temizlenmeleri ile ilgilidir. Lohusalıkta akıntı doğumla başlar. Doğum esnasında oluşan sıkıntılardan dolayı namaz kılamayacak duruma gelenler olabilir. Allah kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediği için onu namazdan sorumlu tutmaz (Bakara 2/286).
[*] “Allah Teâlâ, nebimizin yaptığı böyle bir yemini bozmasını emretmiştir (Tahrim 66/1-2). Nebimiz şöyle demiştir: “Günaha yemin edenin yemini, yemin değildir. Akraba ile ilişkiyi kesmeye yemin edenin yemini de yemin değildir.” (Ebû Dâvûd, Talak 7). “Bir konuda yemin eder, sonra başkasını hayırlı görürsen, yeminini boz, keffaretini ver ve hayırlı gördüğüne yönel.” (Buhârî, Eymân, 1).
[*] Yunus 10/11, Nahl 16/61, Fatır 35/45.
[*] Ayette geçen “yu’lûne” kelimesi uzaklaşmak veya uzaklaştırmak anlamındaki “îlâ” mastarından türemiştir. Fıkıhta bu ayetten çıkarılan meseleye “îlâ” denir ve “erkeğin yemin ederek karısından uzaklaşması” şeklinde tanımlanır. Ama ayetteki “yu’lûne” kelimesinin kökünde ‘yemin’ anlamı yoktur. Îlâ’nın kökü “yakın olma” anlamındaki “vely” mastarıdır. Üç harfliyken “yakın olma” anlamına gelen bu kelime, “if’al” babına geçince, zıt anlam kazanarak “uzak olma”yı ifade etmiştir. Çünkü Arap dil kurallarınca bu babın baş harfi olan hemzenin bir özelliği de fiilin anlamını zıddına çevirmektir. Bu fiile yemin anlamı verilemez. Kırgınlık, kızgınlık veya zıhâr gibi herhangi bir nedenden dolayı karısından uzaklaşan kimse yemin etsin veya etmesin ondan ancak dört ay uzak kalabilir. Bu süre içinde karısına dönerse evliliği devam eder. Dört ay bitene kadar dönmezse talak süreci başlar. Bu eylemi yapan erkek yemin etmediği sürece onun üzerine yemin keffareti yüklenemez. Nitekim nebimizin îla yaptığını söyleyen rivayetlerin hiçbirinde, bir ay içinde îladan dönmesine rağmen yemin keffareti ödediği dile getirilmemiştir. İlgili ayetler üzerinde dikkatle düşünülünce îlâ konusunun zıhârla ilgili olduğu ortaya çıkar. Zıhâr, kocanın, kendisine haram kılmak maksadıyla karısını veya karısının baş, yüz, sırt gibi bütünü ifade eden bir bölümünü evlenmesi ebediyen yasak olan bir kadına benzetmesi demektir. Zıhârla ilgili ayetlerde zıhar yapan kişinin, eşine dönmesinden bahsedilir ama dönmesi gereken süreden bahsedilmez. Mealini verdiğimiz yukarıdaki ayetin zıhârla ilgili ayetlerle ilişkisi koparıldığı için zıhâr yapılan kadın iki arada bir derede bırakılmış olmakta; ne kocasından boş sayılmakta ne de başka biriyle evlenmesine izin verilmektedir. İşte bu ayet zıhâr yapan erkeğin, eşinden en fazla dört ay ayrı kalabileceğini hükme bağlamıştır.
[*] Erkek dört ay içinde eşine dönmezse, süre sonunda talak süreci otomatik olarak başlamış olur. Bir sonraki ayette belirtildiği gibi, kadın mutallaka sayılır. Talak süreci ve bundan sonraki ayette belirtilen iddet süresi başlar.
[1*] Bir erkek eşini ancak iddeti içinde boşayabilir. Bu süre içinde kadın evden çıkarılamayacağı için(Talak 65/1) ayetteki “kendi başına bekleme” ifadesi, eşiyle ilişkiye girmemesi anlamındadır. Adetli iken ilişkiye girmesi yasak olduğu için (Bakara 2/222) üç kur’, üç temizlik dönemi dışında bir şey olmaz.
[2*] İddeti hesaplama görevi erkeğe verildiğinden(Talak 65/1) kadın adeti ile ilgili doğru bilgi vermezse günaha girer.
[3*] Erkek iyi niyetli olmak şartıyla, iddet bitmeden eşine dönebilir. Buradaki ehakk = أحق kelimesi sıfat-ı müşebbehe, yani değişmez özellik belirten sıfattır.
[4*] Ayet boşanma konusunda olduğu için bu fark, eşlerin boşanma yetki ve sorumlulukları ile ilgilidir. Erkeğin bir basamak farkı, boşama kararını uygulamak için araya hakemlerin girmesine gerek olmamasıdır. Oysa bir sonraki ayette görüleceği gibi kadının kocasını boşama kararını uygulamaya sokmasından önce, biri erkeğin ailesinden biri de kadının ailesinden olmak üzere iki hakemin (Nisa 4/35) araya girmesi zorunludur. Bu sebeple erkeğin boşanmasına, evlilik düğümünü çözme anlamına gelen talak, kadının boşamasına da fidye vererek kendini kurtarması anlamına gelen iftida adı verilir. Hakemlerin araya girmesi, eşinden ayrılmak isteyen erkeğin baskı yaparak eşinin iftida yapmasını sağlayıp verdiklerini geri alması ihtimaline karşı alınmış bir tedbirdir (Nisa 4/19-21).
[1*] “Geri dönülebilir talak” diye anlam verdiğimiz الطلاق = et-talak’taki elif-lam takısı ahd içindir yani bilinen talakı göstermek içindir. Bu da Talak suresinde anlatılan talak biçimidir.
[2*] Eşini boşayan bir koca, eşine verdiği mehir ve hediyeleri geri isteyemez.
[3*] Kadın ayrılmak isterse, biri kadının ailesinden diğeri de erkeğin ailesinden olmak üzere iki hakem görevlendirilir (Nisa 4/35). Karı-koca uzlaştırılamazsa kadın, eşinden aldığı mehir ve hediyelerden hakemlerin belirleyeceği kadarını (Nisa 4/19-21) geri verir ve kendi hür kararıyla ondan ayrılır.
[1*] Erkek üçüncü ve son hakkını da kullanmış olur.
[2*] Kur’an’ı Allah açıklamış (Hûd 11/1-2) ve açıklamayı bir ilme göre yapmıştır (A’râf 7/52). O ilmin bütün ayrıntılarını Kur’an’a yerleştirmiştir. Allah’ın yaptığı açıklamaya ancak bu ilmi bilenlerden oluşan bir topluluk ulaşabilir (Fussilet 41/3, Al-i İmran 3/7).
[*] Birlikte olmayı istemediğiniz halde, serbest kalmalarını engellemek ya da verdiklerinizin tamamını veya bir kısmını geri almak için onları nikahınızda tutmayın.
[1*] Kadın kocasıyla zaten evli olacağı için ayetteki “eşleri” ifadesi mecazdır, “koca adayları” anlamındadır.
[2*] Kadın eşini kendi seçer. Yaptığı seçim sadece marufa yani Kur’an’a uygunluk açısından denetlenir.
[3*] Buradaki kelimelere ism-i tafdil anlamı uygun olmadığı için sıfat-ı müşebbehe, yani değişmez özellik belirten sıfat anlamı verilmiştir.
[1*] Tevbe 9/36.
[2*] Talak 65/6.
[3*] Baba vefat etmişse emziren annenin masraflarını, babanın mirasçıları karşılar.
[4*] Eşlerin karşılıklı anlaşmalarıyla iki yıl dolmadan, çocuk sütten kesilebilir.
[*] Kocası ölen kadın, iddeti bitince istediği kişiyle evlenebilir. Evliliği sadece Kur’an’a uygunluk açısından denetlenir. Böyle bir kadın, başka biriyle evlenme konusunda görüşme, istişare ve nihayetinde evlenme gibi işleri örfe uygun ve Kur’an’ın hiçbir yasağını çiğnememek şartıyla yaparsa, sizlere bunun bir günahı olmaz.
[1*] Bekleme süresi, kocası ölmüş kadın için dört ay on gün, boşanmış kadınlardan adet görenler için üç temizlik müddeti, adetten kesilmiş olanlar için üç ay, hamileler için doğuma kadar geçen süredir.
[2*] Yunus 10/11, Nahl 16/61, Fatır 35/45.
[1*] Kadının mehrin tamamını hak etmesi için cinsel ilişki şart değildir. İlişkiye imkan veren bir alanda kocasıyla baş başa kalmış olması yeterlidir (Nisa 4/20-21). Buna fıkıhta halvet-i sahiha denir.
[2*] Mehir, evlenen erkeğin eşine vermek zorunda olduğu maldır. Miktarını eşler, karşılıklı anlaşma ile belirlerler.
[3*] Bakara 237’de kesinleşmiş mehrin yarısının verilmesi emredildiğine göre, “marufa uygun” yararlandırma, erkeğin imkânları dikkate alınarak belirlenen emsal mehrin yarısı olur. Çünkü Allah, kimseye gücünün üstünde yük yüklemez (Bakara 2/233). Mezhepler emsal mehri kadının konumuna göre belirlerler. Onların bu görüşü ayetlere terstir.
[1*] Erkeğin boşamasına talak denir. Talak sözlükte düğümü çözmektir. Bu yüzden nikâh düğümü erkeğin elindedir. Kadının da boşanma hakkı vardır. O bu hakkını, hakemlerin kararından sonra eşinden aldığı şeylerin tamamını veya bir kısmını vererek gerçekleştirebileceği için ona iftida denir (Bakara 2/229). Kadın bu iftida hakkını hakemlerin kararından sonra kullanabildiğinden, nikah düğümü onun elinde sayılmaz.
[2*] Mehrin yarısını alma hakkı bulunan erkeğin bu hakkından vazgeçip tamamını eşine bırakması.
[3*] Erkekler kadınları koruyup kollamakla görevli olduklarından bu davranış onlar için daha iyi olur (Nisa 4/34)
[*] Namazlar diye anlam verdiğimiz kelime ‘salavât’tır. Arapçada çoğul, en az üçü gösterir. Üçe orta namaz da eklenince sayı dörde çıkar. Ancak dördün ortası yoktur. Üçten sonra ortası olan ilk rakam beş olduğu için bu ayet, namazın beş vakit olmasını zorunlu kılar. Namazların sayısı beş olduğundan her namaz orta namaz olarak kabul edilebilir. Çünkü her namazdan önce de sonra da 2 namaz olacaktır. Mesela sabah namazı akşam-yatsı ile öğle-ikindi namazlarının ortasında yer alacak ve orta namaz olarak kabul edilebilecektir. Ancak ayette orta namaz değil, en orta namaz ifadesi yer almaktadır. Çünkü el-vustâ = الْوُسْطَىٰ kelimesi ism-i tafdil yani bir şeyi diğerlerinden üstün gösteren isim kalıbındadır. En orta namaz ise ancak akşam namazı olabilir. Zira akşam namazı diğer namazlara göre birçok farklı yönden orta olma özelliğini taşımaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a- Gün, gündüz ve geceden oluşur. Önce gündüz, sonra gece gelir (Yasin 36/40). Günü ikiye bölen şey, akşam vaktinin girmesidir. Bu yüzden bu vakitte kılınan namaz "orta namaz" olur.
b- Gün güneşin doğması ile başladığından günün ilk namazı öğlen namazıdır (İsrâ 17/78, Hud 11/114). Bu sebeple akşam namazının öncesinde gündüz kılınan öğle ve ikindi, sonrasında da gece kılınan yatsı ve sabah namazları vardır. Bu bakımdan da akşam namazı tam ortada yer alır.
c- Akşam namazı üç rekât kılınan tek farz namazdır. 3 rakamı hem ortası olan ilk rakamdır hem de iki ile dördün ortasında yer alır. İşte bütün bunlar akşam namazını en orta namaz yapar.
[1*] Nisa 101 ve 102. ayetlerde olanın aksine burada korkunun tarifi yapılmamıştır. Buradaki korku, kişiye göre değişir. İçinde bulunduğu durumdan dolayı namazı, rükünlerine riayet ederek vaktinde kılamamaktan korkanlar, bu ayete göre kılarlar. Nisa 4/102. ayet gibi bu ayet de namazların vakti dışında kılınamayacağının delilidir.
[2*] Nisa 4/101-103.
[*1] Ayette geçen وَصِيَّة = vasiyyet, kelimesi, birine yüklenen belli bir görev anlamındadır (Lisân).Bu görev Allah tarafından yüklendiği için ondan kaçış olamaz.
[*2] Bu ayetin giriş cümlesi ile Bakara 2/234’ün giriş cümlesi aynı olduğundan her ikisinde de kocanın ölümünden sonra ne yapılacağı anlatılmaktadır. Ölmüş bir kişi vasiyette bulunamayacağı için buradaki vasiyet Nisa 4/12. ayetin sonunda olan vasiyet gibi Allah’ın vasiyeti yani mirasçılara ve müminlere yüklediği görevdir.
[*] Boşanmış kadınların geçindirilme hakkı iddet süresinin sonunda biter. (Bakara 2/228, Talak 65/6)
[*] Bu ayette muhtemelen Firavun’un zulmünden kaçarak Mısır’dan çıkan İsrailoğulları anlatılmaktadır. Bakara Suresi 56. ayette geçen “Ölmenizin ardından yine de sizi kaldırmıştık ki görevinizi yerine getiresiniz.” İfadesi de bunu desteklemektedir. Zira bu ölüp yeniden dirilme olayı Mısır’dan çıkış hadisesinin hemen akabinde gerçekleşmişti.
[*] قرض Arapçada “kesmek” anlamındadır. Ayette geçen “güzel bir ödünç”, kendi malından kesip vermek, infak etmek anlamındadır. Kimseden bir karşılık beklemeden Allah rızası için infak edenlere Allah kat-kat fazlasını verecektir (Bakara 2/261, Hadid 57/11, 18, Teğabun 64/17, Müzzemmil 73/20). Allah’a ödünç verme ifadesi Tevrat’ta da geçer: “Yoksula cömert davranan Rab’be ödünç vermiştir; karşılığını da Rab ona ödeyecektir.” (Tevrat-Özdeyişler 19:17)
[*] Yönetim ve yetki elinde olana melik denir. Buradaki melik, savaşı yönetecek kişi olduğu için başkomutandır.
[*] On emrin yazılı olduğu levhaların muhafaza edildiği Ahid Sandığı. Bu sandık Musa aleyhisselam tarafından bizzat Rabbimizin emriyle yapılmıştır: “Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.” (Tevrat, Mısır’dan Çıkış 25:10-16).
[*] Su, ağızda çiğnenen bir şeye katılınca taam yani yiyeceğin bir parçası olur. (Müfredat)
[*] Doğru karar alma kabiliyeti.
[*] İltifat, bkz. Bakara 2/49’un dipnotu.
[1*] İltifat, bkz. Bakara 2/49’un dipnotu.
[1*] Şefaat, birinin eşlik etmesini istemek, eşlik etmek veya arka çıkmaktır (el-Ayn, Müfredât). Şefaatle ilgili ayetler için bkz: En’âm, 6/51; Secde 32/4; Zümer, 39/43-44; Mü’min, 40/18.
[2*] “Önlerinde olan, o anda var olandır (Sebe 34/9, Yasin 36/9, Hadid 57/12).
[1*] İmanın temeli kalp ile tasdiktir. Orası insanın en hür olduğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule zorlanamaz. Kalpten yapılmayan niyet geçersiz olduğundan, zorla ibadet de olmaz (Nahl 16/106).
[2*] Tağut, ‘haddini aşmakta ileri giden’ anlamına gelir. Bunlar; Allah’ın verdiği hükme razı olmayan kişilere, razı olacakları hükümleri verirler. Bu nedenle Allah’tan başka bir ilah olarak görülür, Allah’a has yetkilerin bir kısmına sahip oldukları iddia edilir, dua ve ibadete layık görülür, bir yönüyle Allah’a bir yönüyle de insanlara yakın sayılırlar. Tağutlar, insan ve cin şeytanlarıdır (Bakara 2/256, 257; Nisa 4/51, 60, 76; Maide 5/60; Nahl 16/36; Zümer 39/17).
[1*] Veli kelimesi için (Bakara 2/107). âyetin dipnotuna bakınız.
[2*] Allah, onlara sinir uçlarından da yakındır (Kaf 50/16), ama onlar tağutları kendilerine daha yakın görürler.
[*] Kudüs’teki mescidin (Beytülmakdis’in) ilk yıkılışından sonra (İsrâ 17/5) Buhtunnasr (Nabukadnessar) Yahudileri Babil’e sürgün etti. M.Ö. 539’da Bâbil’i fetheden Pers kralı Koreş (YAHUDİLİK- DİA) Üzeyir (Ezra), Nehemya ve diğerlerini, Mescid’i yeniden inşa etmeleri için geri gönderdi (Tevrat/ Ezra 1/1-3). Üzeyir Kudüs’ü görünce: “Allah bu kenti ölümünden sonra nasıl canlandıracak?” dedi. “Allah da onu öldürdü ve yüz yıl sonra tekrar diriltti.” Bu arada Mescid, Darius’un krallığının ikinci yılında inşa edilmişti (Ezra 4/11-24). Üzeyir, II. Artahşasta’nın krallığının yedinci yılının beşinci ayında yani M.Ö. 437’de (YAHUDİLİK-DİA) Kudüs’e vardı (Ezra 7/8). Bu, onun Kudüs’e ikinci varışıydı. İlk varışı ile ikincisi arasındaki 100 yıllık sürede Allah “onu insanlara bir mucize yapmak için” öldürmüş ve tekrar diriltmişti.
[*] Yunus 10/11, Nahl 16/61, Fatır 35/45.
[*] Zengin de bir gün yardıma muhtaç hale gelebilir. Darda olana yardım, kendine yardımdır.
[*] Al-i İmrân 3/92
[*] Mağfiret için bkz. Bakara 2/221. ayetin dipnotu.
[1*] Hikmet, Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden doğru bilgiye ulaşma yöntemi ve ulaşılan doğru bilgidir. Allah’ın indirdiği ayetlerdeki doğru bilgiye ulaşma yöntemi, o ayetlerin içindedir. Yaratılan ayetlerde yani tabiatta olan doğru bilgiye ulaşma yöntemi de onların üzerinde yapılacak dikkatli ve sabırlı bir çalışma ile ortaya çıkar. Her iki yöntemle doğru bilgiye ulaşmanın tek şartı, gereken gayreti göstermektir.
[2*] “Sağlam duruşlu” anlamı verdiğimiz “ulü’l-elbâb”, “Sözü dinleyip en güzeline uyanlardır.” (Zümer 39/18).
[1*] Nezir = الَّنذْر , kişinin görevi olmayan bir şeyi, karşılık beklemeden kendine görev yapmasıdır (Lisân’ul-Arab). “Bir gün İmrân'ın karısı şöyle dedi: "Rabbim! Karnımda olanı, sadece senin hizmetinde olacak şekilde sana adadım; onu benden kabul et! Beni dinleyen de bilen de sensin!"(Al-i İmrân 3/35). Allah Teala, iyi kimseleri şöyle tanımlar: “Onlar, nezirlerini yerine getiren kimselerdir” (İnsan 76/67).
[2*] Haşr 59/13-16.
[1*] Fakir “geliri açlık sınırının üstünde, temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ancak fazla malı olmadığı için zengin sayılmayan kişi”dir. Bir kimsenin temel ihtiyaçlardan olan evi, eşyası ve borcuna denk parası bulunsa da fakir sayılır. Diğer bir deyişle kişinin temel ihtiyaçlarının giderilmesi onu fakir olmaktan çıkarıp zengin yapmaz. Allah Teala zekatın harcama kalemlerinde sayıca çok olan fakirlere öncelik vererek onlara verdiği öneme dikkat çekmektedir. Harcama kalemleri içinde fakirlerin miskinlerden önce gelmesi onların miskinlerden daha zor durumda olduğuna değil, desteklendikleri takdirde kısa sürede zengin hale gelip zekât verebilecek pozisyona ulaşacaklarına işaret etmektedir. Kur’an’da geçen özelliklerine göre fakirler; ihtiyaç sahibi olma (Kasas 28/24) noktasında miskinlerden farklı olarak, gelir elde edecek iş yapma imkanı bulamadığı için temel ihtiyacını karşılamada zorlanan (Bakara 2/273, Haşr 59/8, Hac 22/8), ya da çalışsın çalışmasın ihtiyaçlarını karşılayabilse de fazla malı olmadığından ötürü (Bakara 2/268) zengin sayılmayan (Al-i İmran 3/181, Nisa 4/6,135, Nur 24/32, Fâtır 35/15, Muhammed 47/38), sadece fey ve sadakalarda/ zekatta hakkı bulunan (Tevbe 9/60, Haşr 59/7), istemekten çekindikleri ve zengin zannedildikleri için de kendilerine gizli sadaka verilmesi daha uygun olan kişilerdir (Bakara 2/271).
[2*] Sadakalar yani zekat sekiz sınıfa verildiğinden (Tevbe 9/60) ayetteki “وَتُؤْتُوهَا ٱلْفُقَرَآءَ” cümlesi, ” وَتُؤْتُونهَا ٱلْفُقَرَآءَ“ takdirinde birinci cümlenin hali olur. Yoksa sadakaların fakirlere verilmesinin daha iyi olacağı gibi Kur’an’a ters bir anlam çıkar.
[*] Yardım ettiğimiz kişinin doğru yolda olup olmaması yani dini kimliği önemli değildir. Muhtaç olan herkese yardım etmek gerekir.
[1*] Ayetteki tehabbut تخبط, “takılıp aklını çelme ve aklını bozma” anlamına da gelir. (Lisân, Tâc’ul-arûs) Şeytanın yaptığı, insanın yanlış işlerini güzel göstermektir (En’am 6/43, Enfal 8/48). “Yanlışlardan sakınanlar, Şeytanın bir vesvesesini fark edince doğru bilgileri (ayetleri) hatırlar ve hemen gerçeği görürler” (A’raf 7/201).
[2*] Faizli işlem” anlamı verdiğimiz kelime ‘er-riba = الربوا’dır. Mastar olarak ‘artma ve çoğalma’; isim olarak ‘artan’ yani ‘faiz’ veya ‘artmaya sebep olan eylem’ yani ‘faizli işlem’ anlamındadır. Burada riba, kâr ile değil, alım satım ile karşılaştırıldığı için ona ‘faizli işlem’ dışında bir anlam verilemez.
[3*] O ana kadar aldıkları kendine kalır ama tahsil etmediği faiz alacaklarını alamaz (Bakara 2/278).
[1*] “Bereketini giderir” anlamı verilen kelimenin kökü olan mahk = مَحْق, bir şeyin hayrının, bereketinin gitmesi ve azalması anlamındadır. Gökteki hilalin, kamerî ayın sonunda kaybolup görünmez hale gelmesine de mehak =محاق denir (el- Ayn). Çünkü dolunay, günden güne küçülür ve tamamen kaybolur.
[2*] Faiz, ekonomiyi daraltır, zekât geliştirir. “İnsanların malları içinde artsın diye faiz için verdiğiniz şey (borç) Allah’ın yanında (Allah’ın koyduğu ekonomik sistemde) artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince; mallarını kat kat artıranlar zekât verenlerdir” (Rum 30/39). Sadaka ile ilgili olarak şu ayetlere de bakılabilir: Bakara 2/261-274.
[*] Allah'ın elçisi Veda Hutbesinde şöyle demiştir: “Cahiliye faizi kaldırılmıştır. Kaldırdığım İlk faiz, bizim faizimiz, Abbas b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onun tamamı kaldırılmıştır.”(Ebû Dâvûd, Menâsik, 57,h. 1905)
[1*] Resul sözcüğüne verilen anlam için bkz. Bakara 2/143. ayetin dipnotu.
[2*] Ana malın yani borç olarak verilen şeyin üstündeki her fazlalık faizdir; ancak kağıt para sisteminde paranın satın alma gücü esas alınır. Ayetin devamındaki “haksızlık etmemek” ve “haksızlığa uğramamak” ifadelerine bakıldığında, satın alma gücündeki değişikliğin dikkate alınması, yani borcu öderken enflasyon farkına dikkat edilmesi gereği ortaya çıkar.
[*] Borçlular, sadaka yani zekat verilen sekiz sınıfın içinde olduğu için (Tevbe 9/60) bu ayet, zor durumda olan borçlunun borcunun sadakaya yani zekata sayılabileceğini gösterir.
[1*] Borcu borçlunun yazdırması itiraf, alacaklının yazdırması iddia olur. Şahitlerin huzurunda yapılan itirafın, başka şekilde ispat edilmesine ihtiyaç kalmaz.
[2*] Beceriksiz, malının değerini bilmeyip, gereksiz harcama yapan.
[3*] Çocuk, bunak veya çok yaşlı.
[4*] Bunlar güvenilir kişiler olmalıdır (Maide 5/106 -108, Talak 65/2).
[5*] Sağlam olan iki şeyi karşılaştırınca birine daha sağlam denir. Ayetteki “şahitlik için daha sağlam…” ifadesini doğru anlamak için ona benzeyen şu ayetleri iyi okumak gerekir: Maide 5/106-108. Kadın - erkek ayrımı olmaksızın güvenilir iki şahit alt seviye olduğuna göre şahitler iki erkek, iki kadın veya bir erkek ile bir kadın da olabilir.
[6*] “Daha doğru…” ile başlayan ifadeler ve bir sonraki ayet, borcu yazmanın farz olmadığını, bunun tavsiye niteliğinde olduğunu gösterir.
[*] Bu ayete göre birbirine güvenenler, borçları yazmayabilir, rehin almayabilir ve şahit de tutmayabilirler.
[*] İnsan, içinden geçenden değil, içine yerleştirdiği iman, kâfirlik, şirk, münafıklık, niyet ve haset gibi şeylerden sorumludur.
[1*] Üstlenilen ağır bir görev anlamındaki ‘ısr’ (Lisan’ul-arab), gelecek yeni resule /kitaba inanma görevidir. (Al-i İmrân 3/81) Kur’an’ın inmesi ile birlikte ısr yükü kalkmıştır (A’raf 7/157). O yükün artık bulunmadığı, buradaki dua cümlesi ile müminlerin zihinlerinde canlı tutulmaktadır.
[2*] Mağfiret için bkz. (Bakara 2/221) ayetin dipnotu.
[3*] Bkz. Bakara 2/107. ayetin dipnotu.