BAKARA
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[*] Bu harflere huruf-u mukattaa /birbiri ile bağlantısı kesilmiş harfler denir. Bunların Nebîmize sorulmamış olması, bilinen bir anlamının olduğunu gösterir. Yoksa müşrikler bunu dillerine dolar, Nebîmizi sürekli rahatsız ederlerdi. Bununla ilgili sorular, İslam’ın Arap yarımadası dışına yayılmasından sonra başlamıştır.
[1*] el-kitâb (ٱلْكِتَٰابُ), “o kitap” anlamındadır. Her nebiye kitap verilmiştir (Âl-i İmrân 3/81-82). Kur’an, Allah’ın, beklenen son kitabıdır (Bakara 2/40-41, 89,101, Şuara 26/196). Herkesin, önceki kitaplarla birlikte bu kitaba da inanma görevi vardır (Bakara 2/136-137, Âl-i İmran 3/84-85. Nisa 4/47, A’râf 7/157).
[2*] Bakara 2/23, Yunus 10/37-38, Secde 32/1-2.
[3*] Müttakî, kendini koruyandır (Lisân’ül-Arab). Allah’ın dini fıtrat, tabiatta ve insanın hem fiziksel hem ruhsal yapısında geçerli kanun ve kurallar bütünü olduğu için (Rum 30/30) müttakî, fıtratını koruyan, yanlış yapmaktan sakınan kişidir. O, herhangi bir varlığı Allah’a denk tutmaz (Nisa 4/48, 116-121). Fıtratını koruyaan biri, Kur’an ile karşılaşınca onu kendine rehber edinir. Daima dürüst ve erdemli olmaya ve her türlü yanlıştan sakınmaya çalışır (Bakara 2/177, Zümer 39/32-33). Yalnızca şirk koşmaktan sakınmış kişiyi de Allah, bu yönüyle müttaki sayar. Günahı sevabından çok olursa cezasını çekmek üzere cehenneme sevk edilir ama cezasını çektikten sonra Allah onu, cehennemden kurtarır (Meryem 19/68-72, 86-87).
[1*] Var olduğu halde duyu organlarından uzak olana veya kişinin bilmediği şeylere ‘gayb’ denir (Müfredat). İnsanın içi, Allah’tan başkası için gaybdır. İman, kalp ile tasdik şartına bağlandığından bir kişinin gerçekten inanıp inanmadığını Allah’tan başkası bilemez (Kasas 28/56, Kaf 50/16-18). Bu sebeple kimse, bir inancı kabule veya inkâra zorlanamaz (Bakara 2/256). İman, kesin bilgi sonucunda oluşur (Âl-i İmrân 3/86-89). Allah, hakkında bilgi sahibi olunmayan bir şeyin arkasına düşmeyi yasakladığı için (İsra 17/36) “gayba inanmak” diye bir şey olamaz. Ayette geçen el-ğayb (الغيب) kelimesindeki el (ال) takısı muzafunileyhten ıvaz olduğu için tamlayanın yerine geçer ve ona, “gayblarıyla (بغيبهم)” yani “içleriyle” anlamı kazandırır. Bu yüzden kelimeye “içten” anlamı verilmiştir. Allah Teala Mahşer Günü elçilerini topladığında onlara: “Size ne cevap verildi?” diye soracak, onlar da “Bizim bu konuda bir bilgimiz yok. Bütün gaybı bilen sensin!” diyeceklerdir (Mâide 5/109).
[3*] Namaz diye anlam verdiğimiz es-salât (الصلاة)’ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak, sürekli arkasında olmaktır (Lisan'ul-Arab). Namaza salat denmesi, hiçbir şart altında terk edilemeyen ve her gün, belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken tek ibadet olmasından dolayıdır.
[*] Rab kelimesinin en uygun karşılığı “sahip”tir. Bkz. Fatiha 1/2‘nin dipnotu.
[1*] Arapçada “küfr”, örtme; “kâfir”, örten anlamına gelir (Müfredât). Kur’an’da kâfirin ilk örneği İblis’tir (Bakara 2/34). Allah ona, Âdem’e secde etmesini emrettiği halde etmemiş, “Sana emrettiğimde secde etmemene yol açan engel neydi?” diye sorduğunda da “Ben ondan daha değerliyim. Beni ateşten yarattın ama onu balçıktan yarattın.” (A’râf 7/12) diyerek, sanki Allah ona, neden yaratıldığını sormuş gibi farklı bir cevapla, kendine verilen emrin üstünü örtmüş ve davranışında ısrarcı olmuştu. Bu sebeple kâfirlik kelimesini en iyi karşılayan ifade “görmemekte direnmek”tir. Bir kişi, Allah’ın âyetlerine inandıktan sonra onlardan bir tanesini dahi görmemekte direnirse üstünü örtmüş ve kâfir olmuş olur (Âl-i İmrân 3/86-90, 106, Neml 27/14). Bu kişi, direnmesine sebep olan şeyi Allah’ın seviyesine çıkardığı için de müşrik olur. Bundan dolayı her kâfir, müşrik; her müşrik de kâfirdir (Âl-i İmrân 3/151).
[2*] Ayetleri görmezlikte direnenler için fark etmese de Müslümanların onları, uygun ortamlarda (A’lâ 87/9-12) uyarmaya devam etmesi gerekir (A’raf 7/163-166, Hicr 15/94, Yasin 36/10).
[*] Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye /alegori ile canlandırılmıştır (Keşşaf). İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). “Sanki” edatı yazılmazsa Allah’ın kafirlere, tövbe kapısını kapattığını ve özgürce karar almalarını engellediği anlaşılabilir (Nisa 4/18). Oysa tövbe edildiği yani yanlıştan dönüldüğü takdirde (Bakara 2/160) affedilmeyecek bir günah yoktur (Bakara 2/159-160, Âl-i İmrân 3/86-89, Zümer 39/53). Ayetleri görmezlikte direnenler, gerçekleri görmek, duymak ve anlamak istemezler (Fussilet 41/5). Sanki Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde inmiş gibi davranırlar. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’âma yani koyun, keçi, sığır ve deveye benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini bir insan gibi kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). Ayrıca bakınız: Nisâ 4/155, Mâide 5/13, En’âm 6/46, A’râf 7/100-101, Tevbe 9/87,93, Yunus 10/74, Nahl 16/106-108, Rûm 30/58-59, Mü’min 40/35, Câsiye 45/23, Muhammed 47/16, Sâff 61/5, Münafikûn 63/3, Mutaffifin 83/14.
[*] Âl-i İmran 3/118-120, Nur 24/47-50, Ankebut 29/10-11.
[1*] Ayette geçen hıda’ (الخداع)’nın anlamı, planlı bir şekilde yanıltma ve aldatmadır (Müfredât). Yeni bir nebi beklentisinde olan bazı Yahudilerin nebimize gösterdikleri tavır buna örnektir (Bakara 2/75-79, 90). Hesaplarına uymayan ayetlere farklı anlamlar verip yan çizen herkes bu kapsama girer. Allah münafıkların, kafirleri kendilerine müminlerden daha yakın gören kimseler olarak tanımlamış (Nisa 4/138-139) ve böyle bir davranış göstermemeleri konusunda müminleri uyarmıştır (Nisa 4/144).
[2*] Nisa 4/142, Münafikun 63/1-3.
[*] Bunlar kâfirlik ve yalancılıklarının cezasını dünyada da ahirette de çekerler (Tevbe 9/101, 125). Kalplerinde hastalık olduğu bildirilen kişilerin davranışları ile ilgili diğer ayetler için bkz: Maide 5/52, Enfal 8/49, Ahzab 33/12, 60-61, Muhammed 47/20-29, Müddessir 74/31.
[*] “Düzeni bozma” şeklinde tercüme ettiğimiz ifsad, fıtratı bozma gayretidir. Fıtrat ise, tabiatta ve insan vücudunda geçerli kanun ve kurallar bütünüdür. Allah’ın doğru saydığı din de fıtrattır (Rum 30/30).
[*] Bakara 2/204-206.
[*] Bunun örneği, Kur’an’a inanmadığı halde Müslüman görünerek nebimizin arkasında namaz kılan Yahudi münafıklardır. Kıblenin Beytülmakdis’ten Kâbe’ye çevrilmesi, bu yüzden onları çok rahatsız etmişti (Bakara 2/142).
[1*] Şeytanlar, doğru yoldan çıkmış olan ama başkalarını da çıkarmak için doğru yolun üstünde oturan insanlar ve cinlerdir (En’âm 6/71, 112, A’raf 7/30, Şuara 26/221-223, Nas 114/1-6).
[2*] Ayetteki müstehzi (مُسْتَهْزِءُ) kelimesi, gizlice dalga geçme anlamındaki hüz’ (هزء) kökündendir (Müfredat). Ona, yerine göre idare etme, göz yumma veya hafife alma şeklinde anlam verilmesi uygun düşmektedir.
[3*] Bakara 2/76, Al-i İmran 3/119.
[*] Allah’ın verdiği ceza, işlenen suç ile orantılıdır (Şura 42/40). Bunlar müminleri hafife alıp kafirleri önemseyerek gizli işler çevirdikleri için Allah da onları hafife alıp bocalamalarına fırsat vererek (Nisa 4/142-143) yaptıklarına denk bir ceza ile cezalandırmış olur (Tevbe 9/64-65).
[*] Buradan itibaren dört ayette, kâfirlerin ve münafıkların durumu, bir benzetme ile canlandırılmıştır. Bu ayete göre onlar başlangıçta, bir meşale ile yani Allah’ın kitabı ile aydınlanmak ve doğru yolda yürümek istiyorlardı. Ama önleri aydınlanıp o yolu gördükten sonra bazı şeyler hesaplarına gelmediği için körler gibi davranmaya başladılar (Nur 24/39-40, Münafikun 63/2-3). Mesela Yahudiler, son nebinin getireceği kitapla önlerinin açılacağını bekliyorlardı. Kur’an gelince onun Allah’ın kitabı olduğunu kesin olarak anladılar (En’am 6/20, 114). Ama daha sonra çoğunun davranışı değişti (Al-i İmran 3/110); bir kısmı kâfir (Bakara 2/89-92) bir kısmı da münafık oldu (Bakara 2/75-77).
[1*] Savâ’ik (صواعق), sâ’ika (صاعقة)’nın çoğuludur. Sâ’ika; "şiddetli gök gürültüsü" demektir. Bu gürültünün etkisiyle azap veya ölüm oluşur (Müfredât). Allah, böyle bir gürültüyü, bazı toplumları cezalandırmak için kullanmıştır (Bakara 2/55, Nisa 4/153, Ra’d 13/13, Fussilet 41/13, 17; Zariyat 51/44). Mahşer günü herkes, buna benzer bir gürültü ile mezarından çıkacaktır (Zümer 39/68, Tur 52/45).
[2*] Münafık, kafir olduğu halde mümin olduğunu söyleyen yalancıdır. Gerçekleri görüp inandıktan sonra kafir olanı, Allah, melekler ve insanlar dışlarlar (Âl-i İmran 3/87-88). Onların kafirliklerine, yalancılıkları da eklenince kendilerini sanki şiddetli yağmura tutulup da önlerini bile göremez hale gelmiş gibi hisseder, ne yapacaklarını bilemezler (Nisa 4/142-143). Bazı ayetler bir şimşeğin ışığı gibi kısa süreliğine önlerini aydınlatır, bazıları ise onları, şiddetli bir gürültü kopmuş gibi etkiler ve korkutur. Bu yüzden kulaklarını tıkar ve o ayetleri duymak istemezler.
[1*] Münafıklar, hesaplarına uyan ayetler arar, birçok ayeti bağlamından koparıp Müslümanları saptırmaya çalışırlar (Âl-i İmrân 3/7, 78-80, Maide 5/41). Bazılarının en büyük arzusu, nebimizin sözlerini, ayet seviyesine çıkarmaktır. Bunlar, nebi ve resul kelimelerinde anlam kayması yaparak Muhammed aleyhisselamın nebi sıfatıyla söylediği sözleri veya onun adına uydurulan rivayetleri resul sıfatıyla tebliğ ettiği ayetler seviyesine çıkarmış ve onu, Allah’ın yanında ikinci bir ilah saymışlardır. Bunları bilen Nebimiz, kendi sözlerinin yazılmasını yasaklamıştır (Müslim Adâb 32). Ebubekir ve Ömer (r.a.) döneminde yasak sürmüş ama daha sonra önleri açılmıştır.(Şura 42/52-53, En’am 6/122-123)
[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın bir şeyi yapması o şeyi var etmesi, insanın bir şeyi yapması da o şeyin oluşması için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “bir şeyi yaptı veya yarattı”, insan olursa “bir şeyi yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.
Bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[3*] Gözlerini ve kulaklarını doğrulara kapattıkları için bu ceza, suçlarına denk olur. Ama Allah, işlenen suçun cezasını hemen vermez, daha sonraya bırakır.(Nahl 16/61)
[1*] Mü’min 40/64, Zariyat 51/48.
[1*] Ayette geçen dûn (دون) kelimesi “yakınlaştırma, aşağı görme ve üstün zıddı” anlamlarına gelir (Tâcu’l-arûs). Müşrikler, kutsadıkları varlıkları, bir yönüyle Allah’a, bir yönüyle de insana benzeterek Allah ile insan arasında bir yere yerleştirir ve onların aracılığı ile Allah’a ulaşacaklarına inanırlar. Ayetlerdeki min dûnillâh (من دون الله) ifadesi, daha çok bu anlamı ifade eder. Hristiyanlar İsa’yı Allah’ın oğlu; Mekkeli müşrikler, melekleri Allah’ın kızları; büyüklerini aracı koyanlar da onları Allah’ın dostu sayarak Allah ile aralarına koyarlar. Bu inanç, insana sinir uçlarından yakın olan Allah’ı (Kaf 50/16) ikinci sıraya koymaya sebep olur ve kişiyi müşrik yapar. Maalesef tefsirlerde kelimenin doğru anlamına rastlanmamaktadır.
[2*] “Bilgili kişiler” diye anlam verdiğimiz ‘şuhedâ’nın tekili olan şehîd, bu ayette şâhit anlamındadır. Şahit, bir yerde bulunan, bilen ve bildiren anlamlarına gelir (Mekâyis). Kur’an’ı anlayarak okuyan herkes onun Allah’ın sözü olduğunu kesin olarak kavrar (Âl-i İmran 3/18, Maide 5/83-84, Yusuf 12/26). Bu ayet, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmeyenlere karşı bir meydan okumadır (Yunus 10/37-38, Hud 11/13, İsra 17/88, Kasas 28/49, Tur 52/34).
[2*] Cehennem yaratılmış ama henüz tutuşturulmamıştır. Ahirette tutuşturulduktan sonra insanlar oraya atılacaktır (Tekvir 81/12). O ateş onların sadece derilerini yakacağından azabı tatmaları için sürekli derileri yenilenecektir (Nisa 4/56). Onlar orada ölmeyecek, birbirleriyle (A’raf 7/38-39), görevli meleklerle (Mümin 40/49-50) ve Cennete gitmiş olanlarla konuşacaklardır (A’raf 7/48-51, Müddessir 74/40-47). Ayetlerdeki “vekud (وقود)” kelimesine “yakıt” anlamı verilir ama onlar, oranın yakıtı olsalar her tarafları yanar, kimseyle konuşamaz ve kısa sürede yok olup giderlerdi. Bütün bunlardan dolayı Cehennemle ilgili ayetlerdeki “vekud (وقود)” kelimesine “yakıt” değil mecazen ‘tutuşturucu” anlamı vermek uygun olur.
[1*] Nisa 4/47, 122, Tevbe 9/20-22, İsra 17/9, Kehf 18/2-3, Şura 42/22-23.
[2*] Cennette yedikleri her şey, bildikleri ve sevdikleri şeylerden olmakla birlikte her defasında farklı lezzette olacağından onlardan bıkmayacaklardır.
[3*] “Eş” diye tercüme ettiğimiz zevc (زوج) kelimesi Kur’an’da hem kadın hem de erkek için kullanılır. Cennete giden eşler, kusurlarından ve kötü huylarından arındırıldığı için, biri diğerinde herhangi bir eksik bulamayacaktır (Âl-i İmran 3/15, Nisa 4/57, A'râf 7/43). Cennetteki vildan ve huriler eş değil hizmetçidirler (Duhân 44/54, Vakıa 56/17-24, İnsan 76/19). ًGılman ise onların küçük yaşta ölmüş çocuklarıdır (Tûr 52/24).
[1*] Bir varlığın diğerinin “üstünde” sayılması, “büyüklük-küçüklük, fayda-zarar, karmaşıklık-basitlik” gibi farklı açılardan olabilir. Allah’ın verdiği örnekler için bu kelimeyi tercih etmesi, örneklerin çeşitliliğini vurgulaması bakımından önemlidir (İsra 17/89, Kehf 18/54, Rum 30/58, Zümer 39/27-28). Allah’a inanıp güvenen herkes, ondan gelen her şeye büyük değer verir. Sivrisineğin de küçümsenecek bir tarafı yoktur. Yapılan araştırmalara göre sivrisineğin 3500 farklı türü vardır. İnsan ve hayvanlardaki solunum, sindirim, dolaşım gibi biyolojik sistemlerin tamamı mikro düzeyde birkaç milimetrelik bir sivrisineğin vücuduna yerleştirilmiştir. Sivrisinekler, binlerce basit gözün bir araya gelmesiyle oluşmuş bir çift petek göze sahiptir. Memelilerin hiçbir kas veya ekleminin yapamayacağı güçle, saniyede 1000 kez kanat çırparak rüzgârsız havada saniyede bir metre yol katederler. Ayak uçlarındaki pulvillum adı verilen vantuz şeklindeki yapılar sayesinde duvarda ve tavanda yürüyebilirler. Dişi sivrisinekler, yumurtalarını geliştirebilmek amacıyla kan emerler. Antenlerindeki harekete, sese ve kokuya duyarlı küçük kıllar vasıtasıyla zifiri karanlıkta yayılan ısıyı; ter, karbondioksit ve nem kokularını kolaylıkla algılayıp tespit ettikleri insan ve hayvanlara konarlar. Sensörleri yardımıyla deri altındaki kılcal damarları tespit eder ve yedi parçalı ağız yapısıyla deriyi keserek doğrudan damar içerisine sondaj yaparlar. Kolayca kan emebilmek amacıyla tükürük salgısıyla ağrı oluşumunu ve kanın pıhtılaşmasını önlerler. Sivrisineğin üzerinde ve içinde barınma ve beslenme sağlayan daha küçük canlılar vardır. Onlara mikrobiyata denir. Yapılan araştırmalar özellikle bakteriyel mikrobiyatanın, sivrisineğin üreme yeteneğini, erkek veya dişi olmasını, larvadan ergine büyümesini, sindirimini, bağışıklığını ve hatta davranış özelliklerini bile önemli ölçüde etkilediğini ortaya koymuştur. Bunun dışında küçücük sivrisineğin üzerinde yaşayan akarlardan, kan emerek beslenen sinekler de vardır. (Mehmet Yaman, M. 2020. Veteriner Entomoloji Ders Notları, MKÜ, Vet. Fak.; Lin D ve ark, 2021. Bacterial composition of …, Parasit Vectors.; 14: 586.) http://www.parasitesandvectors.com/content/6/1/326.
[4*] Her insan, Allah’ın varlığını, birliğini ve kendisinin sahibi olduğunu, ömür boyu yaptığı gözlemlerle, tekrar tekrar kavrar. (A’raf 7/172-173) Kendini yanlışlardan koruması gerektiğini de bilir. Ayetleri iyi anlayan herkes, onların Allah’a ait olduğu konusunda kesin bir kanaate varır (Fussilet 41/53-54) ve onlara uyma sözü verir (Maide 5/7).
[5*] Âl-i İmran 3/81-82, Maide 5/47, Tevbe 9/67, Nur 24/55, Ahkaf 46/35, Hadid 57/16, Haşr 59/19, Saf 61/5.
[1*] Burada verilen söz, Allah’ın tek ilah olduğu, onun bir ortağının olmadığı ve kulluğun sadece ona yapılacağı sözüdür (A’raf 7/172-173, Yasin 36/60-61). Verdiği bu sözün gereğini yerine getirmeyenler, sinir uçlarından da yakın olan Allah’ı (Kaf 50/16) uzakta sayıp araya koyduğu aracılarla ona ulaşmaya çalışarak (Zümer 39/3) veya Allah’ın ayetlerini görmezlikten gelip onun yerine kendi sözünü (Kasas 28/50) yahut başkasının sözünü koyarak (Tevbe 9/31) kafir olmuş ve şirke düşmüş olurlar (Âl-i İmran 3/151). Böylece, Allah’la aralarına, kendi arzularını veya kutsal saydıkları şeyleri koyup aradaki bağı koparmış olurlar. İşte Allah’ın koparılmamasını istediği bağ budur (Ra’d 13/19-21). Buradaki yasağın, akrabalık bağı ile bir ilgisi yoktur.
[2*] Ra’d 13/25.
[1*] Âl-i İmran 3/101, Fussilet 41/9.
[2*] Allah insanı topraktan bir bitki gibi bitirmiştir (Nuh 71/17-18). Bitkiler topraktaki cansız /inorganik maddelerle beslenir ve büyürler. İnsanlar da topraktan yetişen bitkilerle, etçil veya otçul hayvanlarla beslenir. Demek ki bitkiler gibi, insanların da yapı taşlarını oluşturan temel maddeler en başta cansızdır. İnsan ölüp de toprağa karıştığında tekrar cansız /inorganik elementler haline gelir. Kıyamette de tıpkı ilk yaratılışı gibi topraktan yaratılacak, topraktaki elementler, onun oluşup gelişmesini sağlayacaktır (Rum 30/19, Zuhruf 43/11, Kaf 50/9-11).
[1*] Bakara 2/22, Lokman 31/20, İbrahim 14/32-33, Nahl 16/13, Hac 22/65, Casiye 45/12-13.
[1*] Halife (خَلِيفَةً), "bir şeyin bir şeyden sonra gelip yerine geçmesi, öncekine muhalefet etme ve değişme anlamlarına gelen half (خلف) kökündendir (Mekâyîs). Feîl (فعيل) kalıbında olduğu için hem ism-i fâil /eylemi yapan hem de ism-i mef’ûl /eylemden etkilenen için kullanılır. Bu ayette kelimenin “muhalefet eden” anlamının kastedildiği, insanın yaratılışından gelen temel özelliğini anlatan şu âyetler okunduğunda açıkça ortaya çıkar: “Rabbin tercihini farklı yapsaydı elbette insanları tek bir ümmet /hep doğru davrananlar topluluğu yapardı. Ama onlar, muhalif olmayı sürdüreceklerdir. Rabbinin ikramda bulundukları /doğru yolda saydıkları bunun dışındadır. O, insanları bunun için yaratmıştır.” (Hûd 11/118-119). Burada melekler, muhalif yapıda yaratılan insanın düzeni bozup kan dökeceği ile ilgili endişelerini dile getirmişlerdir. Hayvanlar birbirlerinin kanını döktüğü için onların vücut yapısına benzer özellikte yaratılacak muhalif yapıdaki varlık düzeni bozabilir ve kan dökebilir. Allah bunu kabul etmekle birlikte Âdem’e öğreteceği ama meleklerin bilmediği bir şeye dikkat çekmiş ve onu, sonraki ayetlerde anlatmıştır.
[2*] Takdîs (تقديس), “mukaddes sayma” demektir. “Nukaddisu lek” sözü, nukaddisuhu lek (نُقَدِّسُه لَكَ) anlamındadır. Bu takdirin yapılması, nukaddisu fiilinin, gizli olan mef’ulünün açığa çıkarılması sebebiyledir.
[3*] Allah bu haberi verdiği sırada Mele-i a’lâ’da yani meleklerin en üst seviyedeki topluluğu arasında çekişme çıktı (Sad 38/69-78). Allah’a olan bu itirazları, o çekişmenin bir yansımasıdır. Demek ki melekler de muhalif yapıda imişler. Bu ayetler ve ilgili diğer ayetler (A’raf 7/11-13) İblis’in de o zaman Mele-i a’lâ’da görevli olduğunun açık delilidir. Yahudilerin sözlü geleneğine ait Tevrat dışı eserlerde de Âdem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmeleriyle ilgili anlatılar yer alır; meleklerin Âdem yaratılmadan önceki tartışmalarından ve bazı itirazlarından bahsedilir; İblis’in diğer bütün meleklerden daha üstün bir konumda olduğu anlatılır. Ancak Âdem’e secde etmeyi kabul etmediği için makamından kovulur ve yeryüzüne sürgün edilir [TB Sanhedrin 38a-38b; Midrash, Bereshit Rabbeti].
[1*] Arapçada isim, bir şeyi tanımlayan, neye yaradığını gösteren ve akılda tutmaya yarayan sözdür (Müfredat).
[2*] el-esmâ (الاسماء)’daki el (ال) takısı muzafun ileyhten ıvazdır yani isim tamlamasındaki tamlayanın yerine geçmiştir; esmâ’ul- mevcûdât = varlıkların isimleri anlamındadır. Allah Âdem’e göklerde ve yerdeki (Bakara 2/33) varlıkların isimlerini, neye yaradıklarını ve onlardaki bilgileri öğretmiştir.
[3*] “Bütün isimleri (الأَسْمَاء كُلَّهَا)” ifadesinde yer alan ve akılsız varlıklar için kullanılan hâ (ها) zamiri, “onları gösterdi (عَرَضَهُمْ)” ifadesinde, akıllı varlıklar için kullanılan hum (هُمْ) zamirine dönüşmüştür. Arapçada akıl, “aklı kullanarak yararlanılan bilgi” anlamına da gelir (Müfredat). Zamirlerdeki bu dönüşüm, Âdem aleyhisselama, varlıkların isimleri yanında aklı kullanarak elde edilecek bilgilerin de öğretildiğini gösterir. Bunlar, yaratılan ayetlerdeki bilgilerdir. İndirilen ayetlerdeki bilgilere de akıllı varlıklar için olan hum (هم) ile gönderme yapılmıştır (Bakara 2/136 ve Al-i İmran 3/84). Allah Âdem’e yazıyı da öğretmiş ve o bilgileri ona yazdırmıştır (Alak 96/4-5).
[*] Bu söz, meleklerin Âdem’i kıskandıklarını gösterdiğinden verilen secde emri ile zor bir imtihana sokulmuşlardı.
[1*] Secdenin kök anlamı eğilmedir (Müfredat). Bu sebeple Güneş, Ay, gezegenler, dünya ve yıldızlar arasında oluşan eğimler /deklinasyon ve ona bağlı olarak gölgenin uzayıp kısalması, “secde” kelimesiyle ifade edilmiştir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Bazı ayetlerde sadece itaat anlamında (Hac 22/18, İnşikak 84/21), bazılarında da itaat ile birlikte fiziki eğilme anlamında kullanılır (Bakara 2/34, 58, Nisa 4/154, A’raf 7/161, Yusuf 12/4 ve 100). Nitekim namazda, vücudumuz ayaklar, eller ve dizler üzerinde yere paralelken alnı yere koymak da Allah’a itaat ederek eğilme anlamındaki secdedir (Nisa 4/102-103).
[2*] Allah’ın imtihan için yarattığı varlıklar, insanlar ve cinlerdir (Zariyat 51/56). Melekler, cinlerin Allah tarafından görevlendirilmiş olanlarıdır. İblis de Allah’ın melek olarak görevlendirdiği cinlerdendir. Secde emri meleklere verildiği için İblis melek olmasaydı secdeden sorumlu tutulamazdı. Secde etmemesinin sebebi kendini büyük görüp direnmesidir. Bu suçu hangi melek işlese aynı duruma düşer (Nisa 4/172-173). “Kâfirlerden oldu” sözü, İblis’ten önce de kafir olanların varlığını gösterir.
[3*] A’raf 7/11, Hicr 15/28-31, İsra 17/61, Kehf 18/50, Taha 20/116, Sad 38/71-74.
[1*] Adem ve eşinin yerleştirildiği cennet, bir bahçedir. Arapçada gövdeli bitkilerle örtülü yere ‘cennet’ denir (Müfredat, Bakara 2/266). İnsanlar dünyada yaratılır, orada yaşar ve ölürler. Tekrar dirilme de orada olacağından bu bahçe, dünyadadır. (Bakara 2/30, A’râf 7/25). Arapçada insanın gece kalabileceği yere beyt denir (Müfredat). İnsanlar için kurulan ilk beyt, hac ibadetinin yapıldığı Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’yi içine alan Bekke’dedir (Âl-i İmrân 3/96-97). Arafat vakfesini tamamlayan hacılar Meş’ar-i Haram’a /Müzdelife’ye doğru sel gibi akarlar (Bakara 2/198) Müzdelife ile başlayıp Ka’be’ye kadar uzanan bölge, ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37) Bu sebeple Âdem ve eşinin yerleştirildiği cennet yani bahçe Arafat dışında bir yer olamaz. Hacca gidenlerin tamamını barındıracak büyüklükteki Arafat, bugün de bir bahçe konumundadır.
[2*] Arapçada “zulm (ظلم)” kelimesi, “Bir şeyi, olması gerekenden farklı bir yere koymak” anlamındadır (Lisan’ul Arab). Kur’an’da, işlenen büyük - küçük günahları (Bakara 2/254, Fatır 35/32) ve haksızlığı ifade etmek için kullanılmıştır. Bu kelime Türkçede: “Adâlete aykırı davranma, hak edene hakkını vermeme, haksızlık, adâletsizlik” anlamında kullanılır (Kubbealtı Lugatı). Bu anlam farkından dolayı kelime tarafımızdan, “zulüm” değil, bağlamına göre “yanlış yapmak” veya “haksızlık etmek” şeklinde tercüme edilmiştir.
[1*] İblis, Allah’ın emrine uymamakta ısrar edince ‘şeytan’ olarak nitelendi. Çünkü şeytan, doğru yoldan uzaklaşan ve başkalarını da oradan uzaklaştırmaya çalışan insana ve cine denir (En’âm 6/112, Nas 114/1-6).
[*] Bu âyete göre Âdem o zaman nebî değildi. Allah onu seçip nebî yapınca (Al-i İmran 3/33) bir rehber verdi (Taha 20/122). Rehber anlamına gelen "hüdâ" kelimesi, bu surenin ikinci âyetinde Allah’ın kitabının ana özelliği sayıldığından bu ayetteki rehber, Âdem’e verilen kitaptır. O kitap, cinlerden olan İblis’i de bağlar. Çünkü cinler de insanlar gibi imtihan için yaratılmış (Zariyât 51/55-56) ve Allah’ın kitabından sorumlu tutulmuşlardır (Ahkaf 46/29-32). İblis, son insan ölünceye kadar yaşama garantisi aldığından (A’râf 7/14-15) tövbe /dönüş için vaktinin olduğunu düşünüyor olabilir; ama o saat, hiç beklemediği bir anda gelecektir (A’râf 7/187, Nahl 16/77, Zuhruf 43/66). Cehennem ile ilgili ayetlerde İblis ifadesi geçmez, sadece İblis’in ordusunun yani takipçilerinin oraya atılacağı ifade edilir (Şuara 26/91-95). Ama kâfir olarak ölen Firavun’un, ordusuyla beraber cehenneme atılacağı, açıkça ibildirilmiştir (Kasas 28/36-42). Şeytanlar, takipçileri ile birlikte cehenneme gireceklerdir (Meryem 19/68).İblis davasından dönmezse o da oraya girecektir (Sad 38/84-85) Şeytan, insandan da cinden de olur (En'am 6/112, Nas 114/1-6) Bütün bunlar, tevbe kapısının, diğer şeytanlar gibi İblis’e de açık olduğunu gösterir (Nisâ 4/17-18). Çünkü Allah, ahirette herkese yaptığının karşılığını verecek ve hiçbir kuluna haksızlık etmeyecektir (Fussilet 41/46).
[1*] Küfür, bir şeyi başka bir şey ile örtmektir (Müfredât). Kâfirler kendilerine tebliğ edilen âyetlerin, Allah’a ait olduğunu ve doğruları gösterdiğini anlayıp kavradıktan sonra menfaatlerine ters düştüğü için inançlarının üstünü örtüp inanmadıklarını söyleyerek yalana sarılırlar (Âl-i İmrân 3/86, Neml 27/14). Kur’an’da kâfirin ilk örneği İblis’tir (Bakara 2/34). Allah ona, Âdem’e secde etmesini emrettiği halde etmemiş, “Sana emrettiğimde secde etmemene yol açan engel neydi?” diye sorduğunda da “Ben ondan daha değerliyim. Beni ateşten yarattın ama onu balçıktan yarattın.” (A’râf 7/12) diyerek, sanki Allah ona, neden yaratıldığını sormuş gibi farklı bir cevapla, kendine verilen emrin üstünü örtmüş ve davranışında ısrarcı olmuştu. Bu sebeple kâfirlik kelimesini en iyi karşılayan ifade “görmemekte direnmek”tir. Âdem ve eşi ise Allah’ın emrini görmezden gelerek yasak ağaçtan yemişlerdi ama onlar, İblis gibi, Allah’ın emrini görmezlikte direnmeyip yaptıkları yanlışı kabul ettikleri için kâfir değil günahkar sayılmışlardır.
[1*] İsrail, Yakup aleyhisselamın lakabıdır (Meryem 19/49-58). İsrailoğulları, Yakup aleyhisselamın soyundan gelenlerdir. Onun babası İshak, dedesi İbrahim aleyhisselam idi (Bakara 2/133, Hud 11/71).
[2*] Allah Teâlâ ’nın İsrailoğullarına yaptığı iyilik ve ikram, Yakup aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar onların içinden nebîler çıkarmasıdır (Bakara 2/136, Maide 5/20). Yakup'un oğlu Yusuf aleyhisselam, köle olarak Mısır’a getirilip bir vezire satıldı. Vezirin eşinin ve daha birçok kadının birlikte olma isteğini kabul etmeyip hapsi tercih etti (Yusuf 12/20-33). Daha sonra hapisten çıkarıldı ve Mısır hazinelerinin başına geçirildi (Yusuf 12/55). Artık Mısır onun vatanıydı (Yusuf 12/56). Babası Yakup aleyhisselam, annesi ve 11 erkek kardeşi gelip oraya yerleştiler (Yusuf 12/99-100). Allah onu, Mısır’a elçi yaptı (Mümin 40/34). Aradan yıllar geçti, nüfusları arttı. Mısır krallarının sonuncusu olan Firavun, İsrailoğullarına zulmetmeye başladı. Allah onları Firavun’un zulmünden kurtarmak için İsrailoğullarından Musa aleyhisselamı ve Harun aleyhisselamı Mısır’a elçi /resul olarak gönderdi (Kasas 28/3-6). İsrail oğullarından gelen en son elçi İsa aleyhisselamdır (Saf 61/6). Muhammed aleyhisselam ise İsmail aleyhisselam soyundandır. Bütün dünyaya gönderilen son elçinin Muhammed aleyhisselam olduğunu İsrailoğulları bilir (Tesniye 18:18,19, Mezmurlar 118:22-26) ama bu nebi onların soyundan olmadığı için kabul etmek istemezler (Bakara 2/89-92).
[3*] İsrailoğullarının Allah’a verdikleri söz, kendi kitaplarını tasdik eden yeni kitaba yani Kur’an’a ve onu getiren nebiye yani Muhammed aleyhisselama inanma sözüdür (Al-i İmran 3/81,84; A’raf 7/157).
[4*] Allah, İsrailoğullarına dünya hakimiyetini vaat etmiş (Enbiya 21/105) ve Tevrat’ta şöyle demiştir: “Bugün sana emretmekte olduğum Tanrın Rabbin bütün emirlerini tutup yapmak için, O’nun sözünü iyice dinlersen, Tanrın Rab dünyanın bütün milletlerine seni üstün kılacaktır.” (Yasa’nın Tekrarı 28:1). Muhammed aleyhisselamın nebi olarak görevlendirilmesinin sebeplerinden biri, bu hakimiyetin gerçekleşmesidir (Tevbe 9/33). İsrailoğulları Kur’an’a iman etmedikçe bu hakimiyetten yararlanamayacakları gibi (A’râf 7/156-157) Tevrat’ın şu vaadinin muhatabı da olacaklardır: “Fakat vaki olacak ki bugün sana emretmekte olduğum Tanrın Rabbin bütün emirlerini ve kanunlarını tutup yapmak üzere onun sözünü dinlemezsen, bütün şu lânetler senin üzerine gelecekler ve sana erişeceklerdir. Şehirde lânetli olacaksın ve kırda lânetli olacaksın.” (Yasa’nın Tekrarı 28:15-16).
[1*] Tevrat'taki ifade şöyledir: "Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım." (Tesniye 18:18,19).
[2*] Kur’an, önceki kitapları tasdik etmeseydi onlara inananların Kur’an’a inanmaları gerekmezdi (Al-i İmran 3/81-82).
[3*] Kalîl (قليل), bir şeyin az olduğu veya kalıcı olmadığı anlamına gelir (Mekâyîs).
[4*] Bakara 2/174, Maide 5/44.
[1*] Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar bütün nebiler namazı ve zekâtı emretmişlerdir (Beyyine 98/5). Namazı kılıp zekâtı vermek, nebilerin yolunda olmanın olmazsa olmaz göstergesidir. İsrailoğullarından da bu konuda söz alınmıştır (Bakara 2/83, Maide 5/12).
[*] Tilavet kelimesinin kökü olan t-l-v (تلو) "birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şeyin karışmayacağı şekilde peş peşe sıralanması” anlamındadır (Müfredât). Buna göre tilavet, birbiriyle bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır.
[1*] Sabır, aklın ve dinin gerektirdiği şekilde kendine hakim olmaktır (Müfredat). Bu şekilde davranan kişi, önüne çıkan engelleri aşarak yoluna devam eder. Dilimizde bunu en iyi ifade eden söz, “duruşunu bozmamak”tır.
[*] Ehlikitap yani kitaplarında uzman olanlar içinde doğru inanca sahip kişiler bugün de vardır (Âl-i İmran 3/113-115, 199).
[1*] İsrailoğulları, içlerinden Allah’ın en çok nebi çıkardığı toplumdur. Bu da Allah’ın onlara büyük bir nimetidir (Maide 5/20). Kendilerine gönderilen nebinin yolundan giden her ümmet, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur (Âl-i İmran 3/139).
[2*] Bakara 2/40, 122.
[1*] Lokman 31/33.
[3*] Âl-i İmran 3/91, Mâide 5/36.
[4*] Bakara 2/123, Mearic 70/11-14, Abese 80/33-37, İnfitar 82/19.
[*] A’raf 7/127, 141, İbrahim 14/6, Kasas 28/4, Mü’min 40/25.
[*] A’raf 7/136, Enfal 8/54, Yunus 10/90, İsra 17/103, Taha 20/77-78, Şuara 26/63-66, Zuhruf 43/54-55, Zariyat 51/40.
[1*] A’raf 7/142.
[2*] “Hemen” anlamı verdiğimiz kelime sümme (ثمَ) edatıdır. Bu edat, sıralama veya öncelik-sonralık kastedilmeksizin mutlak beraberliği de ifade eder (Mu’cemu'l-Lugati'l-Arabiyyeti'l-Muasıra, Ahmed Muhtar Ömer, Âlem-ül Kütüb, 2008, c. 1, s. 328).
[3*] Firavun hanedanı suda boğulunca onların bütün serveti İsrailoğullarına kaldı (Şuarâ 26/57-59, Duhan 44/25-28) Mısır’da tapılan en önemli ilahlardan biri, Apis adı verilen bir boğa idi. Boğa sevgisi İsrailoğullarının içlerine öylesine işlemişti ki Musa aleyhisselamın Tur’a gitmesini fırsat bildiler ve ellerindeki altınlardan bir Apis heykeli yapıp tapmaya başladılar (Taha 20/83-98). Tevrat'ta şu ifadeler vardır: "Mısır'da bildirin, Migdol'da duyurun, Nof'ta, Tahpanhes'te duyurun: “Yerini al, hazırlan, çünkü çevrendekileri yiyip bitiriyor kılıç! İlahın Apis neden kaçtı? Boğan neden ayakta kalamadı? Çünkü Rab onu yere serdi." (Yeremya 46:14)
[4*] İttehaze (اتخذ) fiili iki mef’ûl alabilir. Kur'an'da açıkça "ilah edinme" şeklinde geçtiği yerlerin aksine, buzağı geçen hiçbir ayette ikinci mef’ul açık gelmemiştir. Bunun amacı, altından bir buzağı yapmanın ve onu ilah edinmenin Tevrat'a göre ayrı ayrı yasakların ihlali (Çıkış 20:4,5,23) olduğunun vurgulanması olabilir.
[1*] Ayette “görevini yerine getirmek” şeklinde tercüme edilen “şükür”, yapılan iyiliğin değerini bilmek, yapanı övmek ve hak edilen karşılığı vermektir (Müfredât).
[1*] Doğruyu yanlıştan ayıran şeye furkan denir. İlahi kitapların tamamı bu özelliktedir (Âl-i İmrân 3/4).
[2*] En'am 6/87, 154, Hud 11/110, İsra 17/2, Enbiya 21/48, Mü'minun 23/49, Furkan 25/35, Kasas 28/43, Mü'min 40/53, Fussilet 41/45.
[1*] Bâri’ (بَارِئ) “yarattığının özünü ve şeklini farklı yaratan” demektir (Lisanu’l Arab). İnsan insana, bitki bitkiye, hayvan hayvana benzer ama hepsi birbirinden farklıdır. Allah, her şeyi farklı yarattığı için el-Bâri’ onun isimlerindendir (Haşr 59/24).
[2*] Kur’an’da aynı olayın anlatıldığı ilgili diğer ayetler dikkate alınarak bu ayette geçen “nefisleri öldürmek” ifadesine gerçek değil mecaz anlam verilmiştir. Boğayı ilah edinmekle kendilerini kötü duruma düşürenler tevbe ederlerse, kabul edileceği bildirilmiştir. (Bakara 2/51-54, A’raf 7/152-153). Ayrıca Kur’an’da bir başka olay sebebiyle bu suçu işleyenlere daha sonraki bir zaman diliminde tekrar hitap edilmesi ve işledikleri bu suçun hatırlatılması, onların öldürülmediklerini gösterir (Bakara 2/93). Hatta bu olayın asıl aktörü Samiri dahi öldürülmemiş, dışlanmıştır (Taha 20/95-97). “Nefisleri öldürmek” ifadesi Kur’an’da herhangi bir karineye ihtiyaç duyulmayacak açıklıkta mecaz olarak da kullanılmıştır (Nisa 4/29, 66-69).
[1*] Muhammed aleyhisselamdan da benzer bir talepte bulunulmuştu (İsra 17/90-92)
[*] Tevrat’a göre Allah, halkın gözü önünde dağa tecelli edip İsrailoğullarına emirlerini vermek için üç günlük arınma süresi verir ve dağın etrafına halkın geçmeyeceği bir sınır çizilmesini ister. Bundan sonrası şöyle anlatılır: “Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Yerleşim yerinde herkes titremeye başladı. Musa halkın Tanrı’yla görüşmek üzere yerleşkeden çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rab dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Tanrı gök gürlemeleriyle onu yanıtladı. Rab, Sina Dağı’nın üzerine indi, Musa’yı dağın tepesine çağırdı.” (Çıkış 19:16-20). “Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak Musa’ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz”. Musa, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi denemek için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye. Halk uzakta durdu, fakat Musa, Tanrı’nın bulunduğu koyu bulut kümesine yaklaştı. Rab, Musa’ya şöyle dedi: “İsrailoğullarına diyeceksin ki: ‘Sizinle gökten konuştuğumu gördünüz. Altın, gümüş ilahlar yapıp onları benimle bir tutmayacaksınız...” (Çıkış 20:19-23).
[1*] “Kudret helvası” anlamı verilen “men” kelimesinin, Allah tarafından İsrailoğullarına indirilen tatlı bir yiyecek olduğu anlaşılmaktadır. Selva bıldırcın olduğu için onların, “Tek çeşit yemeğe katlanamayacağız” demeleri (Bakara 2/61) men’in ekmek gibi bir şey olmasını gerektirir. Nitekim Tevrat’ta “Menin kırağı şeklinde küçük ve yuvarlak, kişniş tohumu gibi beyaz ve ak günlük görünüşünde olduğu, lezzetinin ballı yufkaya benzediği belirtilir (Çıkış, 16/14, 31). Ayrıca Tevrat’ta şu ifadeler yer alır: “Rab Musa’ya, “Size gökten ekmek yağdıracağım” dedi, “Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı, göreceğim” (Çıkış 16/4-5). “Men kişniş tohumuna benzerdi, görünüşü de reçine gibiydi. Halk çıkıp onu toplar, değirmende öğütür ya da havanda döverdi. Çömlekte haşlayıp pide yaparlardı. Tadı zeytinyağında pişirilmiş yiyeceklere benzerdi” (Çölde Sayım 11/7-8).
[2*] Allah onlara, bu konuda taşkınlık etmemelerini emretmişti (Taha 20/80-81). Yaptıkları taşkınlık, Tevrat’ta şu şekilde açıklanır: "RAB'bin buyruğu şudur: 'Herkes yiyeceği kadar toplasın. Çadırınızdaki her kişi için birer omer alın.'" İsrailoğulları söyleneni yaptılar. Kimi çok, kimi az topladı. Omerle ölçtüklerinde, çok toplayanın fazlası, az toplayanın da eksiği yoktu. Herkes yiyeceği kadar toplamıştı. Musa onlara, "Kimse sabaha bir parça bile bırakmasın" dedi. Ama bazıları ona aldırmayıp sabaha bıraktılar. Bıraktıkları kurtlanıp kokmaya başlayınca Musa onlara öfkelendi” (Mısır’dan Çıkış 16:16-20).
[1*] Ayetin bu bölümünün meali “secde ederek girin” şeklindedir. Arap dilinde secde, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Türkçede secde denildiğinde sadece namazda yapılan secde anlaşıldığı için “boyun eğerek girin” anlamı verilmiştir.
[2*] Nisa 4/154, A’raf 7/161-162.
[1*] Kendilerine verilen: “Oraya girin” emrini, sanki “onlarlarla şavaşın” denilmiş gibi değiştirerek emre karşı çıkmış ve şöyle demişlerdi: “Ey Musa! Orada çok zorba bir halk var. Onlar çıkmadıkça biz asla oraya girmeyeceğiz. Eğer onlar çıkarlarsa o zaman gireriz.”(Maide 5/22) Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla ikiniz savaşın! Biz burada oturacağız” (Maide 5/24).
[2*] Maide 5/26.
[*] A’raf 7/160.
[1*] “Üstün olanı düşük seviyede olanla değiştirme”, Allah’tan istedikleri yiyeceklerle ilgili değildir. Öyle olsaydı, “İnin bir şehre, istediğiniz şeyler orada var!” denilmezdi. Firavun'un bütün serveti bunlara kaldığı için (Şuara 26/57-59) istedikleri her şeyi, rahatça satın alabilirlerdi. Onlar, Mısır’dan çıkıp vadedilen geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye (Tevrat / Çıkış 3:8) kadar geldikten sonra yanlışları yüzünden (Bakara 2/58-59) oraya girmekten men edilmiş ve kırk yıl çölde dolaşmaya mahkum edilmişlerdi. Çölde Allah onları men ve selvayla beslediği halde bu kez de eskiden Mısır’da yedikleri ürünleri yetiştirmek istemişlerdi (Çölde Sayım 11:4-6). Onları yetiştirebilmeleri için çölün bir yerinde yerleşerek tarım yapmaları gerekirdi. Bunu yapınca, oraya bağımlı hale gelecek ve Allah’ın vaad ettiği yere gitmekten vazgeçerek düşük seviyedeki bir yeri, süt ve bal akan ülkeye tercih etmiş olacaklardı.
[2*] Nebi, kendisine kitap ve hikmet verilen kişidir (Âl-i İmrân 3/81-82, En’âm 6/83-90). Resul (رسول), “gönderilen”dir. Bu kelime, “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü tebliğ için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Nebi, Allah’ın ayetlerini tebliğ ile görevli olduğu için o, aynı zamanda resuldür. Bir ayet şöyledir: “Bu kitapta İsmail’i de an, o sözünde durmuştu; nebi olan resul idi.” (Meryem 19/54) Nebi olmayan resuller de vardır. Onlar, inandıkları nebiye inen kitabı insanlara tebliğ eden kişilerdir. Nitekim Lut aleyhisselama iki kızı dışında inanan kimse olmadığı halde Allah onlar için şöyle demiştir: “Lut kavmi resullerini yalanladı.” (Şuara 26/160) Arap dilinde çoğul, en az üçü gösterdiği için Lut aleyhisselam dışındaki resuller onun iki kızından başkası olamaz.
[1*] "Yahudi" kavramı Davud aleyhisselamın krallığından sonra ortaya çıkmıştır. Davud aleyhisselam, Yakub aleyhisselamın oğullarından Yahuda’nın soyundan gelir. Bundan dolayı onun krallığına "Yahuda Krallığı" denmiştir. "Yahudi" kavramı başlarda "Yahuda krallığına mensup kişi" manasında kullanıyordu. Yahuda krallığı, Babil istilasında yıkılınca bu kavram İsrailoğullarının dini-etnik kimliklerini ifade için kullanılmaya başlandı. Kur'an'ın indiği dönemde de "Yahudilik" doğru veya yanlış İsrailoğullarının tüm dini geleneğini (Torah, Talmud, Midraşîm vs.) ifade etmekteydi.
[2*] Bir ayette, Hristiyan anlamında "Nasrânî", on dört ayette de onun çoğulu olan "Nasâra" kullanılır. Kelimenin, Îsâ aleyhisselamın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle (Al-i İmrân 3/52; es-Saf 61/14), “yardım etme” anlamındaki nasr kökünden (Müfredat) veya İsa'nın memleketi olan Nâsıra kelimesinden türetildiği söylenir.
[3*] Sâbiîler, Yahya aleyhisselamın ümmeti olmalıdır. Çünkü Allah Teala, her nebi gibi (Al-i İmran 3/81) Yahya aleyhisselama da kitap ve hikmet vermiştir (Meryem 19/12, En’âm 6/84-89). Sabiîlerin temel kitapları Ginza, Draşya d Yahya ve Kolasta’dır. (Şinasi Gündüz, Sâbiîlik, DİA)
[4*] Kur’an tebliğ edilmemişse kendi kitaplarına uymaları yeterli olur (Al-i İmrân 3/81, A’râf 7/157). Ama Kur’an tebliğ edilmişse artık Kur’an’a uymak zorundadırlar Bakara 2/136-137, Âl-i İmran 3/84-85, Nisâ 4/161-162, Maide 5/67-68).
[5*] Mâide 5/69, Hac 22/17. Kendisine bir elçinin tebliği ulaşmayan kimse, sadece bile bile şirk koşmaktan (Bakara 2/22) ve bildiği doğrulardan sorumlu tutulur.
[1*] Musa aleyhisselama indirilen kitap, Tevrat’ın bir bölümüdür. Çünkü Tevrat, Musa’dan İsa’ya kadar İsrailoğullarının nebilerine verilen kitapların toplamından ibarettir.
[*] Nisa 4/155.
[1*] Nisa 4/47, 154-155, A’raf 7/163, Nahl 16/124. Cumartesi yasağıyla ilgili Tevrat’taki hüküm şöyledir: “Tanrın Rabb’in buyruğu uyarınca Şabat (Cumartesi) Günü’nü tut ve kutsal say. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabb’e Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, öküzün, eşeğin ya da herhangi bir hayvanın, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. Öyle ki, senin gibi erkek ve kadın kölelerin de dinlensinler.” (Tesniye 5:12-14).
[*] “Caydırıcı ders” anlamındaki (نَكَٰلًا) kelimesi, Nâziat 79/25. ayette de geçmekte ve Firavun’un, kendi zamanında yaşayan ve sonradan gelenler için caydırıcı bir ders olduğu bildirilmektedir.
[1*] Eski Mısır’da Apis denen boğaya ve Hator (Hathor) denen ineğe tapılırdı (Ömer Faruk Harman, TEŞBİH, DİA). Apis daha değerliydi (Tevrat/Yeremya 46:14-15). Musa aleyhisselam “Allah bir sığır kesmenizi emrediyor” dediğinde bir inek kesebilirlerdi. Ama o inanç içlerine öylesine işlemişti ki (Bakara 2/93) inek bile kesmek istemezken sonunda emre uyup Apis özelliğinde bir boğa kesmek zorunda kaldılar.
[2*] Kendini bilmez diye tercüme ettiğimiz “cahil”, “bilmeyen” anlamına geldiği gibi “olması gerekenin aksine davranan” (Müfredât) ve “kendine hakim olamayan (Yusuf 12/33)” anlamlarına da gelir.
[*] Bu ayette “bu özelliklerdeki sığır” diye meal verilen el-bakar (ٱلْبَقَرَ) kelimesinin başındaki belirlilik takısı belli bir sığır cinsini gösterir. “Çağrıştırma” anlamı verdiğimiz kelime ise iki şey arasındaki benzerliği ifade eden “teşabüh”tür. Bu ayet, Musa aleyhisselamın yaptığı tanımlamaların onların zihninde Mısırlıların tanrısı Apis boğasını canlandırdığını ortaya koyar.
[*] Bakara (بقَرةَ) , bakar (بقَر) yani sığır cinsinden bir adet hayvan demektir. Tarlayı sürebilecek özellikte olduğu halde sürmemiş, serbest bırakılmış olması onun bir boğa olduğunu gösterir. Ayetteki fiillerin müennes /dişil olması, sadece “bakara” kelimesinin lafzî müennes olmasından dolayıdır.
[1*] Ayetin bu bölümüne meal ve tefsirlerde “sığırın bir parçasıyla ölüye vurun” şeklinde anlam verilerek “o” manasına gelen ha (هَا) zamiri daha önce geçen sığırla ilişkilendirilir. Halbuki bu ayette, öncekinden farklı bir olaydan söz edildiği için kurulan ilişki yanlıştır. Zaten Allah ahirette hiçbir ölüyü, sığırın bir parçası ile vurarak diriltmeyecektir. Buradaki zamir, öldürülen kişinin nefsini yani bedenini gösterir.
[2*] Darb (ضرب)’ın kök anlamı, bir şeyi bir şeyin üstüne vurma veya sabitlemedir (Müfredat). Arapçada pek çok iş için kullanılabilen bu fiilin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir (el-Ayn).
[3*] Ölüden ayrılan parçanın onun bedeniyle birleştirilmesi emredilmektedir. Yeniden dirilme, tekrar yaratılan kemiklerin bütünleştirilip onlara et giydirilmesi şeklinde olacaktır (Bakara 2/259-260, Müminun 23/14-16).
[*] Bu ve benzeri ayetlere göre maddenin de bir dili ve anlama kabiliyeti vardır. Gökler ve yer, insan davranışından etkilenir (Meryem 19/88-91, Duhan 44/17-29). Allah Teâlâ göklere ve yere; “İsteyerek veya istemeyerek gelin” demişti, ikisi de “İsteyerek geldik” diye cevap vermişlerdi” (Fussilet 41/9–12). Nuh Tufanında “Ey yer, suyunu yut! Ey gök suyunu tut!” denildiğinde sular çekilmişti” (Hud 11/44). İbrahim aleyhisselam ateşe atılınca Allah “Ey Ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol.” demiş, o da öyle olmuştu (Enbiya 21/69-71). Canlı cansız bütün varlıklar Allah’ı tesbih ederler (İsra 17/44; Nur 24/41). Ahirette yeryüzü konuşacak ve kendindeki bilgileri verecektir (Zilzâl 99/1-5). Kur’ân’da eşyanın dilini ve anlama kabiliyetini gösteren çok sayıda ayet vardır (Haşr 59/21).
[1*] “Akl” kelimesi “bağlamak yoluyla alıkoymak” anlamında mastardır. Devenin iki ayağını birbirine bağlamak anlamında “عقلت البعير” denir. Böylelikle devenin hareketi, yürüyüp gitmesi engellenmiş olur. Nitekim devenin iki ayağını birbirine bağlayan bağ ya da zincire de “العقال” denir. Akıl insana nispet edildiğinde kendine hakim olan ve istediği şeyi yapmaktan kendini engelleyen (Lisan’ul-Arab) anlamı öne çıkar. Kelimenin Kur’ân’daki tüm kullanımları fiil şeklindedir. Bu, aklın başlı başına bir cevher değil, işlev olduğunu gösterir. Nitekim Kur’ân’da “akıl” anlamı verilen ve isim formunda kullanılan “اللُّبُّ”, “الحِجْر”, “النُّهى” gibi kelimeler bulunur. Yukarıdaki ayette “مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ” ifadesi geçmektedir. Yani doğru bağlantıyı kurduktan sonra tahrife kalkıştıkları haber veriliyor. Bağlantıyı doğru kurmak, bu ayette olduğu gibi her zaman doğru davranışı yapmakla sonuçlanmaz. Ayette sözü edilen Yahudiler, Kur’an’ı dinlemişler, kurmaları gereken bağlantıyı kurmuşlar ama işlerine gelmediği için bu bağlantıları gölgelemek amacıyla tahrife kalkışmışlar.
[2*] “Uç” anlamındaki harf (حرف) kökünden türemiş olan tahrif, iki uca çekilebilecek sözü bir tarafa çekmektir (Müfredât). Bu ayette sözü edilen tahrif, Kur’an’ın ellerindeki Tevrat’ı tasdik ettiğini gören ve gerçeği anlayan Yahudilerin tasdik konusunu, bile bile saptırmalarıdır. Dini bozmak için yapılan tahrif de ayete bağlamına uygun olmayan anlamı verme şeklinde yapılır (Nisa 4/46, Maide 5/41). Tahrif metinde değil anlamda yapıldığı için Kur’an, önceki kitapların ana metinlerini tasdik eder. Ama tahrif kelimesi de tahrif edilip ona “tebdil” yani metni değiştirme anlamı verildiğinden (Muharref DİA) hem Kur’an’ın önceki kitapları tasdik ettiği unutturulmuş hem de ayetlerde yapılan anlam kaydırmalarının üstü örtülmüştür. En fazla tahrif, Yahudi ve Hristiyanları rahatsız eden ayetlerde yapılmıştır. Ayetlerin anlamları üzerinde yapılan tahrif, günümüzde de devam etmektedir.
[1*] Maide 5/61.
[2*] Çünkü bunlar, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden Kur’an’a inanmak ve onu getiren resule destek vermek zorundadırlar (Bakara 2/41, Al-i İmran 3/3, 81, A’raf 7/157).
[*] Âl-i İmran 3/29, En’am 6/3, Nahl 16/19, 23, Hac 22/70, Mücadele 58/7, Teğabün 64/4, Mülk 67/13-14. Yahudiler içinde münafıklık yapanlarla ilgili olarak Tevrat'ta şöyle bir ifade vardır: “Tasarılarını Rab’den gizlemeye uğraşanların vay haline! Karanlıkta iş gören bu adamlar, “Bizi kim görecek, kim tanıyacak?” diye düşünürler.” (Yeşeya 29/15).
[1*] Bu ayette geçen “ümmiler” ifadesi, inandığı ilahi kitabın içeriğini bilmeyenler anlamındadır. Kur’an’da ümmi kelimesi “kendine kitap verilmemiş olan” (Al-i İmran 3/20) ve Mekkeli anlamında da kullanılmıştır (Al-i İmran 3/75, Cum’a 62/2). Nebimiz daha önce ilahî kitap bilgisine sahip değildi (Ankebut 29/47-48, Şûrâ 42/52-53) ama Kur’an’da ona, bundan dolayı ümmî denilmemiştir. Son nebinin Mekke’den çıkacağı Tevrat ve İncil’de yazılı olduğundan (A’raf 7/157-158) Kur’an’da onunla ilgili olarak kullanılan ümmî kavramı, Mekkeli anlamındadır. Arapçada anasından doğduğu gibi kalıp okuma yazma bilmeyen kişiye de ümmi denir (Lisan’ul-Arab). Mekkeli müşrikler, Kur’an’ın Muhammed aleyhisselama birileri tarafından yazdırıldığını iddia ederler (Furkan 25/5). Eğer o, okuma yazma bilmeseydi onu yakından tanıyan Mekkeliler, böyle bir iddiada bulunamazdı.
[2*] “Kurgular” diye anlam verdiğimiz emânî (أَمَانِى), ‘ümniyye’nin çoğuludur. Burada bu kelime, kitabı anlamadan okuma manasındadır. Bu okuyuş kişiyi, hayale dayalı beklentilere sokar (Müfredât). Bakara 2/111.
[*] Kalîl (قليل) , bir şeyin az veya geçici olduğu anlamına gelir (Mekâyîs).
[*] Yahudilerin sözlü Tevrat dedikleri Talmud’da şu ifadeler geçer: “Kötülerin cehennemdeki cezası on iki ay sürer. Bu süre içinde günahlarının keffareti ödenmiş olur.” (Shabbat 33b). Allah Teâlâ bu sözlerin yalan ve iftira olduğunu bildirmektedir (Âl-i İmran 3/24-25).
[*] Günaha batanlar iki türlüdür, biri şirk günahına batanlardır. Her kafir, aynı zamanda müşrik olduğu için (Âl-i İmrân 3/151) bunlar ölmeden önce tevbe etmemişlerse cehennemden çıkamazlar (Nisa 4/48, 116). Diğeri de şirk dışındaki günahları batanlardır. Bunların günahları sevaplarından fazla ise cehenneme giderler (A’raf 7/9, Meryem 19/71-72, 86-87, Müminun 23/103-104, Karia 101/8-11). Cezalarını çektikten sonra cennetteki yakınlarının yanına yerleştirilirler (Tûr 52/21). Şirkten uzak kalan ve büyük günahlardan kaçınan (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya günah işledikten sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler (Furkan 25/68-71) ile sevapları günahlarından fazla olanlar doğrudan cennete gider, cehennemin hışırtısını bile duymazlar (Enbiya 21/101-102).
[*] Nisa 4/122, Yunus 10/9, Ra’d 13/29, Kehf 18/30-31, 107-108, Hac 22/50, Ankebut 29/58.
[1*] Miskin; geliri açlık sınırı altında, çaresiz durumda kalmış ve ihtiyaçlı olduğu her halinden belli olan kişidir. Oruç tutabilenlerin Ramazan bayramında vermesi gereken fitre /fidyenin en düşük ölçüsü miskin yiyeceği (Bakara 2/184) olduğundan, miskinlerin ihtiyaç sahipleri içinde en düşük seviyedeki kesim olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar temel ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için doyurulması gereken (Kalem 68/24), bir hatanın keffareti olarak “yedirilmesi veya giydirilmesi” emredilen (Maide 5/89-95, Mücadele 58/4), Müslümanların mallarında hakkı olan (İsra 17/26, Rum 30/38), mirastan yararlandırılan (Nisa 4/8), kendilerine ihsanda bulunulması istenen (Nisa 4/36) dolayısıyla gönüllü veya zorunlu harcama kalemlerinin hepsinde yer alan kişilerdir (Bakara 2/177,215, Tevbe 9/60, İnsan 76/8).
[2*] Maide 5/12.
[*] Tevrat’ın ifadeleri şöyledir: "Rab diyor ki, İsrailli kardeşlerinize saldırmayın, onlarla savaşmayın." (I. Krallar 12:24). "Egemen Rab şöyle diyor: Yeter artık, ey İsrail önderleri! Zorbalığı, baskıyı bırakın. Adil ve doğru olanı yapın. Halkımı kendi topraklarından kovmayın." (Hezekiel 45:9).
[1*] ‘Günah’ anlamı verdiğimiz ism (إِثْمَ), kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır (Müfredât). Allah, ‘ism’ olarak tanımladığı her davranışı, haram saymıştır (A’raf 7/33).
[2*] “En çetin” diye anlam verdiğimiz eşedd (أَشَدِّ) kelimesi, “en üst seviyede bağlantılı” anlamındadır (Müfredat). Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır(En'âm 6/160).
[*] Bakara 2/174-175.
[1*] Bakara 2/53.
[2*] Bakara 2/253, Maide 5/110.
[3*] Yahudiler, Tevrat’ı adeta yok sayar ve M.Ö. 200 ile M.S 500'lü yıllar arasında yazıya geçirilmiş olan Talmud’u onun yerine koyarlar (Yusuf Basalel, Yahudi Ansiklopedisi, c.III, s.696, Gözlem Yay. 2002) (Bakara 2/79, Maide 5/70). İsa aleyhisselama indirilen İncil’e de havariler dışında inanan olmamıştı (Âl-i İmrân 3/52-53). Bunlar, benzer davranışı Kur’an’a da yaptılar (Bakara 2/89-91, 101, 146-147, En’am 6/19-21, 114). Çünkü daima, Allah’ın nurunu yani kitabını söndürmeye çalışırlar (Tevbe 9/30-32). Bütün bunlar, Allah’ın elçilerini itibarsızlaştırıp kendilerini onların yerine koyma çalışmalarıdır.
[1*] Biz her şeyi biliyoruz, yeni bir bilgiye ihtiyacımız yok (Nisa 4/155).
[2*] “Dışlama” anlamı verilen kelime, kızıp kovma ve uzaklaştırma anlamındaki lanettir (Müfredat).
[1*] Bakara 2/40-41.
[1*] Şâe (شاء) fiilinin kökü, “bir şeyi yapma, var etme” anlamında olan şey (شيء)'dir. (Müfredât). Burada Allah’ın yaptığı, bir kulunu tercih ederek ona kitap indirmesidir. Ayrıca bkz Bakara 2/20. ayetin dipnotu.
[2*] Bu azap, Muhammed aleyhisselamın elçiliğini öldürme çabalarının cezasıdır.
[1*] Bakara 2/41, Al-i İmran 3/3.
[2*] Bkz. Bakara 2/61’in son dipnotu.
[*] Bakara 2/51, Nisa 4/153, A’raf 7/148. Bunlar, boğayı ilah edinmekle kalmamış “Bu, Musa’nın ilahıdır, onu unuttu!” diyerek onun da puta tapan biri olduğunu söylemiş (Taha 20/88) ve nebiliğini öldürmüşlerdi.
[1*] A’râf 7/171.
[2*] Gelenekte buraya “dinledik ve isyan ettik” anlamı verilir ama “isyan ettik” diyenler Allah’a söz vermiş olamazlar. Asâ (عصى)’nın “değneğe sarılır gibi sarılma” (Lisân’ul-Arab) anlamı da olduğundan “asaynâ”ya “sıkı sarıldık” anlamını vermek gerekir (Bkz. Nisa 46’nın dipnotu). Tevrat’ın ilgili bölümü şöyledir: “(Musa) antlaşma kitabını alıp halka okudu. Halk, ‘Şama’nû ve asînû = Rabb’in her söylediğini yapacağız, Onu dinleyeceğiz’ dedi.” (Çıkış 24/3-7)
[3*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[4*] Bakara 2/51.
[5*] Hem “dinledik ve sıkı sarıldık” diyorsunuz hem de boğa tutkusundan vazgeçmiyorsunuz.
[*] Cuma 62/6.
[*] Cuma 62/7.
[1*] Kur’an ayetleri, birbirini açıklar (Âl-i İmrân 3/7, Hûd 11/1).
[*] Ayette geçen Resul (رسول), Kur’an’dır. Çünkü ayetin devamı, onların kulak ardı ettikleri ‘resul’ün, Allah’ın kitabı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Zaten resul, hem birine gönderilen söz hem de o sözü ileten elçi anlamındadır (Müfredat). Bu ayetteki “yanlarında olanı tasdik eden bir resul” ifadesinin bir benzeri Âl-i İmran 3/81’de “yanınızda olanı tasdik eden bir resul” şeklinde geçer. Bu benzerlik, o ayette geçen resul kelimesinin de kitap anlamında olduğunun delilidir.
[1*] Şeytanlar, doğru yoldan çıkmış olan ama başkalarını da çıkarmak için doğru yolun üstünde oturan insanlar ve cinlerdir (En’âm 6/71, 112, A’raf 7/30, Şuara 26/221-223, Nas 114/1-6).
[4*] Elimizdeki mushaflarda Hârût ile Mârût’u anlatan kelime “melekeyn : iki melek” şeklinde okunur. Allah, “Melekleri sadece gerçek bir iş için indiririz.” (Hicr 15/8) dediğinden onlar sihir öğretemezler. Çünkü sihir gerçek dışı yani batıldır (A'raf 7/116-119, Yunus 81). Bu kelimeyi, Abdullah b. Abbas, İbn-i Ebzâ, Dahhâk ve Hasan Basrî, “el-melikeyn: iki melik” şeklinde okumuşlardır (Kurtûbî). Yönetimde olana melik dendiği gibi yönetime gelme gücü olana da melik denir (Müfredât). Ayetin bağlamına ve Kuran bütünlüğüne göre Hârût ile Mârût, çeşitli oyunlarla iktidardan uzaklaştırılan şehzadelerdir. Onlar, kendilerine oynanan oyunları, kötüye kullanılmaması şartıyla insanlara anlatmışlardır.
[7*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/217) anlamlarında kullanılmıştır. Burada şehzadeler, kötü duruma düşürüldüklerini anlattıkları için kelimeye “büyük bir bela” anlamı verilmiştir.
[8*] Bu şeytanlar, amaçları ibret almak değil taktik öğrenmek ve o taktiği kötüye kullanmak olan insanlardır.
[*] Maide 5/65.
[*] “Birbirimizi gözetelim” anlamı verilen kelime râinâ (رَاعـِنَا)’dır. Ona, “bizi gözet” anlamı da verilebilir. Ancak kelime, bir işin birden çok özne tarafından ortaklaşa yapıldığını gösteren mufâale (مفاعلة) kalıbında olduğu için, akla ilk gelen “birbirimizi gözetelim” anlamıdır (Tehzîb’ul-luğa). Allah’ın dininde, herhangi bir taviz söz konusu olamayacağından dinle ilgili bir konuda bu yola girenler, doğru yoldan çıkmış olurlar (İsra 17/73-75, Kalem 68/9). Dolayısıyla iki şekilde anlaşılma ihtimali olmayan “bize bak /bizi gözet” anlamına gelen unzurnâ (ٱنظُرْنَا) denilmesi emredilmiştir. İşte böyle iki anlama gelecek bir kelimeyi dinle ilgili bir konuda kullanmak dinde tavize yol açacağı için yasaklanmıştır (Nisa 4/46).
[1*] Arapçada “küfr”, örtme; “kâfir”, örten anlamına gelir (Müfredât). Kur’an’da “ehlikitap” ifadesiyle elindeki ilahi kitap konusunda uzman olanlar kastedilir. Ehlikitaptan iman edenler bulunduğu için (Âl-i İmran 3/113, 199) bu ayette onların kafir olanlarından bahsedilmiştir. Ayette sözü edilen müşrikler ise elinde kitap olmadığı halde Allah’a ortak koşan gruba verilen addır. Ehlikitaptan ve bu müşriklerden kâfir olanlar, Allah’ın ayetlerini anlayıp kavradıktan sonra onları görmezden gelip örtenlerdir (Al-i İmran 3/86, 106, Maide 5/15, En’am 6/91). Kâfirler bu davranışlarıyla kendilerini veya bir başkasını Allah’ın seviyesine çıkardıkları için müşrik olarak da nitelenirler (Âl-i İmrân 3/151). Dolayısıyla her kafir müşriktir ve Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez (Nisa 4/48, 116). Ancak bir müşrik herhangi bir ayeti bilmeden örtüp görmezden gelmişse kâfir sayılmaz (Bakara 2/22).
[1*] Nesh, bir kitaptaki yazıyı diğer kitaba aktarmaktır (el- Ayn). Nesih ya dengiyle ya da daha iyisiyle olur. Allah, önceki kitaplardaki hükümlerin çoğunu son kitabına alarak misliyle yani dengiyle nesih yapmış (Nisa 4/163, Nahl 16/101, Şûrâ 42/13), bazılarını ise daha iyisi ile değiştirmiştir. Mesela Müslümanlar ilk başta orucu, önceki ümmetler gibi tutarken (Bakara 2/183) daha sonra bazı hafifletmeler yapılmıştır (Bakara 2/187).
[1*] Aralarına başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki kişi veya şeyden her birine veli denir. Buradan hareketle akrabalık, dostluk, yardım ve inanç bakımından doğan yakınlık da mecazen bu kelimeyle ifade edilir (Müfredât). İnsana sinir uçlarından daha yakın olan Allah, onun velisi ve en yakınıdır (Kaf 50/16). Ayetler gayet açık olduğu halde tasavvufta bir velayet makamı oluşturulur, o makama veli veya evliya diye nitelenen kişiler yerleştirilerek onlar birer vesile/ aracı konumuna getirilir. Böylece bunlar Allah’ın seviyesine çıkarılır ve tevbe edilmediği taktirde asla affedilmeyecek şirk günahına girilmiş olur (Bakara 2/257, Nisa 4/48, 116, A’raf 7/3, 30, Secde 32/4, Ahkaf 46/4-6).
[2*] Âl-i İmran 3/189, Maide 5/40, 120, Tevbe 9/116, Nur 24/42, Furkan 25/2, Zümer 39/44, Şûrâ 42/49, Zuhruf 43/85, Casiye 45/27, Fetih 48/14, Hadid 57/2, 5, Buruc 85/9.
[1*] Âl-i İmran 3/69, 99-100.
[2*] Âl-i İmran 3/186, Maide 5/13. Kur’ân-ı Kerîm’de suçların bağışlanması anlamında afv (عفو), safh (صفح) ve mağfiret (مغفرة) olmak üzere üç ayrı kelime kullanılır. Bunlardan afv (عفو) kelimesinin sözlükteki temel iki anlamından biri, bir şeyi terk etmektir (Mekâyisü’l-lüğa). Bu anlamdan ve ilgili ayetlerden hareketle “afv”, yapılan kötü işleri görmezlikten gelmektir. Bir kişinin günahından yüz çevirme anlamına gelen safh da (Sıhah) yeni bir sayfa açmak anlamındadır. Mağfiretin anlamı ise örtmektir (Sıhah, Mekâyisü’l-lüğa). Dolayısıyla ilgili ayetlerde geçen suç ve günahları mağfiret etmek, onları örtüp bağışlamak anlamındadır.
[*] Nisa 4/124-125, Lokman 31/22.
[1*] Bakara 2/78.
[2*] Casiye 45/17.
[*] Nahl 16/40, Yasin 36/82, Mü’min 40/68. Bu ayete, “ol der, hemen olur” şeklinde meâl verilir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yarattığından (Kamer 54/49) o emirle sadece oluşum başlar. Mesela Allah, bir çocuğun olmasını murad ettiğinde emri, döllenme öncesinde verir ve çocuk oluşmaya başlar (Al-i İmran 3/59, Meryem 19/35, İnsan 76/1-2).
[*] En’am 6/124.
[1*] Hud 11/1-2, Sebe 34/28, Fatır 35/24.
[2*] Yunus 10/41, Sebe 34/25.
[1*] ‘“Dini yaşama biçimi” anlamı verdiğimiz “millet (ملة)” kelimesine genellikle ‘din’ anlamı verilir. Halbuki Kur’an’da “Allah’ın dini” ifadesi olduğu halde “Allah’ın milleti” ifadesi yoktur. Bu kelime İbrahim, İshak ve Yakup aleyhisselama nispetle kullanıldığı gibi (Bakara 2/130, Yusuf 12/38) kâfirlere nispetle de kullanılmıştır (Yusuf 12/37). Muhammed aleyhisselam dahil bütün müminlere verilen, “İbrahim’in milletine uyma” emri, bu kelimenin, “din” değil “dini yaşama biçimi” anlamında olduğunun en açık delilidir (Nisa 4/125, Nahl 16/123).
[2*] Âl-i İmran 3/73, En’am 6/71.
[3*] Bakara 2/145, Ra’d 13/37.
[1*] Tilavet, birden çok şeyin, aralarına farklı türden bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanmasıdır (Müfredât). “Gerektiği gibi tilavet” ise kitabı doğru anlamak için bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır. Kur’an ayetlerini bağlantılarıyla okumak tilavet olduğu gibi onları, Allah’ın diğer kitaplarındaki ayetlerle bağlantılı olarak okumak da tilavettir. Bu metoda göre okuma yapan ehlikitap da gelecek son kitaba inanma yükümlülüğünü kendi elindeki kitapta bulur ve Kur’an ile ilişkisini kurarak onun da Allah’ın ayetlerinden oluştuğunu anlar.
[*] Bakara 2/48.
[1*] Kur’an’da geçen “kelime” ve “kelimat” ifadeleri bir cümleyi (Tevbe 9/74, Kehf 18/5, Mu’minûn 23/100) veya vahyi (En’am 6/150, A’raf 7/158, Kehf 18/27) gösterir. Allah’ın nebilere ulaştırdığı sözler, ancak onlara yaptığı vahiy olduğu için (Şura 42/51) İbrahim aleyhisselamı imtihan ettigi kelimeler, ona verdiği emir ve yasakları içeren vahiylerdir (Nahl 16/121, Saffat 37/102-106).
[2*] Her müslüman, kendinin ve evladının, müttakilere imam yani önder olması için dua etmelidir (Furkan 25/74). Bunun için dua yetmez, gereğini yapmak da icab eder (Bakara 2/200-202).
[1*] Arap dilinde beyt, gece kalınabilecek yerdir (Müfredât). “İnsanlar için kurulan ilk Beyt, Bekke’dedir” (Al-i İmran 3/96). “Bir yolunu bulanların o Beyt’te hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Al-i İmran 3/97). Bekke, ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37) Tevrat’ta oraya Bekke Vadisi denir (Mezmurlar 84:4-7).Bekke Vadisini içinde barındıran şehrin adı Mekke’dir. Batı sınırı, 17 km uzağındaki Hudeybiye’ye kadar uzanır (Fetih 48/24). Mekke için Mescid-i Haram ifadesi de kullanılır (Tevbe 9/7). Kâbe’ye de beyt denir (Bakara 2/127, Maide 5/2, 97). Mekke, Allah tarafından güvenli hale getirilmiş ve dünyanın her yerinden her türlü ürünün insanlara ulaştırılabileceği özellikte kılınmıştır (Bakara 2/125-126). İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi, eski temelleri üzerine yeniden bina ettikten sonra Allah ona, hac ve umre ibadetlerinin yapıldığı yerleri göstermiş (Bakara 2/128, 158, 196) ve o yerlere Makam-ı İbrahim adını vermiştir (Âl-i İmran 3/97). Hac ibadeti Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’de yapılır.
[2*] Makam (مقام) kelimesine, yerine göre tekil yerine göre çoğul anlam verilir. İbrahim aleyhisselam: “(Rabbimiz) Bize hac ve umre ibadetlerini yapacağımız yerleri göster” (Bakara 2/128) diye dua etmiş ve ibadetini, gösterilen yerlerde yapmıştı. Öyleyse ‘Makam-ı İbrahim, hac ibadetinin yapıldığı Arafat, Müzdelife, Şeytan taşlama yerleri, Safa, Merve ve Kâbe’dir (Hac 22/27-30).
[3*] Tavaf, bir şeyin çevresini dolaşmaktır (Müfredat). İbrahim aleyhisselamın ibadetini yaptığı yerlerdeki tavaf, Kâbe’yi tavaf ile birlikte hac ve umre ibadetleri sırasında dolaşılması gereken bütün yerleri kapsar (Bakara 2/158, Âl-i İmran 3/96-97).
[4*] Bakara 2/187. İtikâf, Allah’a yakın olma niyetiyle kendini bir mescide /camiye kapama anlamına gelir (Müfredat).
[5*] Hac 22/26.
[1*] İbrahim 14/35-37.
[*] Hac 22/26.
[1*] İbrahim 14/40, Furkan 25/74.
[2*] İbrahim aleyhisselamın “menâsikimizi bize göster” sözünden, hac ve umre ibadetinin yapıldığı yerlerin daha önce bilindiği ama kaybolduğu anlaşılır. Kaybolma Nuh tufanında olmalıdır. (Bkz. Taberî, Âl-i İmran 3/96 ile ilgili açıklama.)
[1*] İbrahim aleyhisselamın oğlu İsmail aleyhisselamın soyundan gelen tek nebi, Muhammed aleyhisselamdır (Bakara 2/151, Âl- İmran 3/164, Cuma 62/2).
[2*] Tilavet için bkz. Bakara 2/44 dipnotu.
[3*] Hikmet, doğru hükümdür. Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden hareketle doğru hükme ulaşma yöntemine de hikmet denir. Allah’ın kitabındaki hikmete ulaşma yöntemi, o kitabın içinde anlatılmıştır (Bakara 2/169, Âl-i İmran 3/7, A’raf 7/52, Hûd 11/1-2, Zümer 39/23, Fussilet 41/3).Bu ayet, hikmetin öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir. Kur’ân’dan doğru hükümler çıkarma yöntemini Nebîmiz’e Allah öğretmiş (Nisa 4/113), o da ümmetine, uygulamalı olarak göstermiştir.
[1*] ‘Millet’ kelimesine “dini yaşama biçimi” anlamı verilmesi ile ilgili olarak Bakara 2/120. âyetin dipnotuna bkz.
[*] En’am 6/79, Nahl 16/120-123.
[*] Bakara 2/141.
[1*] Yahudiler, İsa'ya inanmayarak Tevrat’taki şu ayete uymamış ve müşrik olmuşlardır: "Bundan ötürü Rabbin kendisi size bir işaret verecek: İşte, bakire kız gebe kalıp bir oğul doğuracak; adı "Emanuel /Allah bizimledir" olacak." (Yeşeya 7:14). Hristiyanlar da Tevrat'ın "Benden başka ilahın olmayacak" (Çıkış 20:3) emrine rağmen İsa'yı ilahlaştırarak müşrik olmuşlardır. İncil’de de şöyle bir ifade vardır: “En önemli (emir) şudur: ‘Dinle, ey İsrail! İlahımız Rab tek Rabdir. İlahın olan Rabbi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle seveceksin’.” (Markos 12:29-30).
[2*] Âl-i İmran 3/67, Nisa 4/125, Nahl 16/120, 123.
[1*] Ayette geçen “İbrahim, İsmail, İshak ve Yakup” ifadeleri, Kur’an’ın Tevrat’ı tasdiki açısından önemlidir; çünkü Allah Musa aleyhisselama şu emri vermiştir: "İsrailliler'e de ki, 'Beni size atalarınız İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı gönderdi” (Çıkış 3:15). Tevrat’ta, İsmail ifadesinin geçmemesi ise İsmail’in onların değil Muhammed aleyhisselamın atası olmasından dolayıdır.
[2*] Yakup aleyhisselamın on iki oğluna ve onların soyundan gelenlere esbât denir. Ayetlere göre esbât içinden nebi olanlara da kitap indirilmiştir (Bakara 2/136,140; Âl-i İmrân 3/84; Nisâ 4/163). Bunlardan İsa aleyhisselama İncil verildiği için (Mâide 5/46) Tevrat, Musa’dan İsa’ya kadar İsrailoğullarının nebilerine verilmiş kitapların toplamından ibarettir. O nebiler, Tevrat ile hüküm verirlerdi (Mâide 5/44).
[3*] Bütün nebilere, kitap ile birlikte hikmet de verilmiştir (Âl-i İmran 3/81, En’âm 6/89).
[1*] Şikak (شقاق) kelimesi, bir şeyde oluşan yarık ve bir şeyi yarma anlamındaki şakk (شَقّ) kökünden türemiştir; kişinin, arkadaşının durduğu taraftan farklı bir tarafta durmasını ifade eder (Mekayis, Müfredat, Lisan’ul Arab). Bu kökten türeyen kelimeler Kur'an’da, daha çok, inanç farklılığı (Bakara 2/137, Hûd 11/89), haktan uzaklaşma (Bakara 2/176, Hac 22/53, Sad 38/2, Fussilet 41/52) ve Allah’ın gösterdiği yoldan başka bir yola girme anlamında kullanılmıştır (Nisa 4/115; Enfâl 8/13).
[2*] Hicr 15/95, Zümer 39/36.
[*] Allah’ın boyası, yarattığı her şeyi güzel ve değerli kılan kanun ve kurallar bütünüdür. Bunlara fıtrat denir. Rum 30/30’a göre din fıtrattır. Bu dine giren, Allah'ın boyasıyla boyanmış ve rengini belli etmiş olur. Bu boya insanı hem güzelleştirir hem de koruma altına alır (Âl-i İmran 3/83, Nisa 4/125).
[1*] Âl-i İmran 3/20, Şûrâ 42/15-16.
[2*] Yunus 10/41, Kasas 28/55.
[1*] Âl-i İmran 3/65-67, Enbiya 21/72-73.
[*] Bakara 2/134.
[1*] “Akılsızlar” diye meal verdiğimiz “es-süfehâ” Bakara 2/13’te münafıkların özelliği olarak anlatılmaktadır. Bakara 2/75-76'da kimi Yahudilerin, Kur'an ayetlerini anladıktan sonra onları tahrif etmek için münafıklık yaptıkları ifade edildiğinden "süfehâ" kelimesi, kıble değişiminden rahatsız olan kesimin Yahudi münafıklar olduğunu gösterir. Bakara 2/145’e göre buna Hristiyanlar da dahildir.
[1*] Her insanın uyması gereken din İslam dini olduğundan (Âl-i İmran 3/85), bu dine inananların örnek konumda olmaları gerekir (Âl-i İmran 3/110).
[2*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir.(Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Âl-i İmrân 3/144).
[3*] Ayetteki şehid kelimesine, meşhûd anlamı verilmiştir. Çünkü bu kalıpta olan bir kelimeye hem ism-i fail (eylemi yapan) hem de ism-i mef’ul (eyleme konu olan) anlamı verilebilir. Müslümanların, insanlara örnek olmaları (Âl-i İmran 3/110), Muhammed aleyhisselamı da kendilerine örnek almaları gerektiği için (Ahzâb 33/21) burada uygun olan kelimeye “örnek” anlamının verilmesidir.
[4*] Önceki ayette, “Bunları yönelmekte oldukları kıbleden (Kudüs’ten) çeviren nedir ki!” ifadesi geçmektedir. İki ayeti birlikte düşününce kıble değişikliğinin, Yahudileri çok rahatsız ettiği anlaşılır.
[5*] İlk kıble, Mekke’deki Mescid-i Haram’dır (Âl-i İmran 3/96). Kıblenin Kudüs’te bulunan Beytülmakdis’e çevrilmesi, Süleyman aleyhisselam zamanında olmuştur (Tevrat / I Krallar 8:28-30, II Tarihler 6/19-21). Bu âyet, oranın, Yahudileri ve Hristiyanları imtihan için geçici bir süreliğine kıble yapıldığını bildirmektedir.
[6*] Mescid-i Haram’ın tekrar kıble olacağını bilen Yahudi ve Hristiyanlar (Bakara 2/144-146) bunu Mekke’de ve Medine’de yaşayan Araplara haber vermiş olmalıdırlar.
[1*] Namazda Mescid-i Haram’ın kendisine dönmek gerekmez. Onun bulunduğu tarafa dönmek yeterlidir (Bakara 2/149-150).
[2*] Bakara 2/146. Nebimiz, kıblenin değişeceğine dair bilgiyi Yahudi ve Hristiyanlardan öğrenmiş olmalıdır. İncil’de şu ifadeler geçer: Kadın (İsa’ya), “Efendim, anlıyorum, sen bir peygambersin” dedi. “Atalarımız bu dağda tapındılar, ama sizler tapınılması gereken yerin Yeruşalim’de (Kudüs’te) olduğunu söylüyorsunuz.” İsa ona şöyle dedi: “Kadın, bana inan, öyle bir saat geliyor ki, Baba’ya ne bu dağda, ne de Yeruşalim’de tapınacaksınız!” (Yuhanna 4:19-21)
[1*] Yahudiler Kudüs’teki Süleyman Mabedi’ne yani Beytülmakdis’e, Hristiyanlar da doğuya yönelirler.
[2*] Bakara 2/120, Maide 5/48-49.
[*] En’am 6/20.
[1*] Âl-i İmran 3/114, Maide 5/48, İsra 17/84, Hadid 57/21.
[2*] Nisa 4/87.
[*] Bakara 2/144, 150.
[1*] Yahudi ve Hristiyanlar Kâbe’nin tekrar kıble olacağını kitaplarından bildikleri için, kıble değişmeseydi bunu Müslümanlara karşı kullanırlardı (Bakara 2/144, 149).
[2*] Maide 5/3, 44.
[*] Bu ayet, İbrahim aleyhisselam ve İsmail aleyhisselamın dualarının kabul edildiğini gösterir (Bakara 2/129, Âl-i İmran 3/164, Cuma 62/2).
[1*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Zikretmek, o bilgiyi dikkate alıp kullanmaktır. Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (En’âm 6/80, Enbiya 21/24). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; ona, kitabına ve yarattığı ayetlere odaklanmak, onlardan elde edilen bilgileri akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir (Tevbe 9/67, Ahzab 33/41, Haşr 59/19). İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/286).
[2*] Nisa 4/147, İbrahim 14/7, Neml 27/40, Lokman 31/12, Zümer 39/7.
[1*] Ayette geçen es-salât (ٱلصَّلَوٰةِ)’ın kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır (Lisan’ul-Arab). Allah’ın yardımını hak edebilmek için sabırlı olunması ve başta namaz olmak üzere bütün görevlerin yerine getirilmesi gerekir (Bakara 2/45).
[2*] Nahl 16/128.
[*] Allah yolunda öldürülenlerin diriliği, bizim anlayabileceğimiz bir dirilik değildir (Âl-i İmran 3/169).
[*] Bakara 2/214, Al-i İmran 3/186, Enbiya 21/35, Ankebut 29/2-3, Muhammed 47/31.
[*] Bakara 2/46, A’raf 7/124-126, Mü’minun 23/60, Şuara 26/49-51.
[*] Allah Teâlâ , yapılan iyi davranışları, daha iyisiyle ödüllendirir (Nahl 16/96-97). Allah'ın yaptığı imtihanı, büyük bir sabırla kazanmaya odaklanan kişi, onun sürekli desteğini ve yardımını hak eder.
[1*] Maide 5/2, Hac 22/32.
[2*] Bakara 2/125’in dipnotuna bkz.
[3*] Sa’y, hac veya umre yapan kişilerin Safa ile Merve tepelerine gidip gelerek yaptıkları ibadettir.
[4*] Cahiliye Arapları, Safa ile Merve tepelerine İsaf ve Naile adında iki put koymuştu. Müslümanlar sa’yin, onlar için yapıldığını sanarak sa’yi terk ettiler (İbn-i Hacer el-Askalânî, Feth’ul-Bârî Şerhu Sahîh’il- Buhârî). Bu ayet, Safa ile Merve’nin, Allah’a kulluğun bir simgesi olduğunu ve hac ve umre yapanların say’ etmesinin günah olmadığını bildirir. Daha sonra inen “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın” (Bakara 2/196) emri de bu iki ibadette eksik bırakılan şeyin sa’y olduğunu ve bu eksikliğin mutlaka tamamlanması gerektiğini ifade eder. Bu da hac ve umre yapanların, safa ile merve arasında sa’y etmelerinin farzı olduğunu gösterir.
[5*] Buradaki ‘fazlasıyla iyilik’, Safa ile Merve arasında nafile sa’y yapmaktır.
[*] Âl-i İmran 3/90-91, Nisa 4/51-52.
[*] Nahl 16/22, Enbiya 21/108, Haşr 59/22.
[1*] Casiye 45/5.
[2*] Allah’ın ayetleri ikiye ayrılır: İlki yaratılmış ayetlerdir, bunlar kainattaki tüm varlıklardır (Casiye 45/3-6). İkincisi indirilmiş ayetlerdir ki onlar ilahi kitaplardadır (Fussilet 41/39, Şûra 42/13-14). Yaratılmış ayetler, indirilmiş ayetlerin doğruluğunun göstergesidir; çünkü hem kainatı yaratan hem de onunla ilgili en doğru bilgileri veren Allah’tır. İndirilmiş ve yaratılmış ayetler arasında çelişki olmaz, aksine kopmaz bir bağ vardır. Bilimin uğraş alanı Allah’ın yarattığı ayetlerdir. Bu sahada Allah’ın indirdiği ayetlerden de yararlanılırsa bilimde hayallerin ötesinde bir gelişme yaşanacaktır (Âl-i İmran 3/190-191, Yusuf 12/105, Zariyat 51/20-21).
[1*] Endad için bkz. Bakara 2/22’nin dipnotu.
[2*] Müşrik, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul eder ama kendini Allah’a daha çok yaklaştırsın diye araya aracılar koyarak onlara kayıtsız şartsız boyun eğer (Zümer 39/3). Böylece onları da ilah yapmış olur.
[3*] “Daha güçlü” anlamına gelen eşed (أَشَدُّ) kelimesinin kökü olan şedd (شد), güçlü bağ anlamındadır (Müfredât). Mümin, araya bir aracı koymayıp doğrudan ona bağlandığı için onun Allah ile olan bağı çok güçlüdür. Müşrik ise araya aracı koyarak Allah’a daha çok yaklaşmayı beklerken ondan uzaklaşır. Böylece Allah ile bağını zayıflatır ve aracının kulu-kölesi olur.
[4*] “Çetin”, ayetteki “şedîd (شديد)”in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır (Müfredat). Allah, cezayı, işlenen suça bağlamış (En'âm 6/160) ve şöyle demiştir: “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür.” (Şurâ 42/40) size kim saldırırsa ona, size yaptığı saldırıya denk bir saldırı ile karşılık verin (Bakara 2/194) Buna göre cezanın, işlenen suça denk olması gerekir bu da ancak suçun iki katı ile olur. Birincisi ile verdiği zarar giderilir, ikincisi ile de o zarara denk bir zarara sokulur.. Bu ceza prensibi, cehennemde de uygulanır (A’raf 7/38, Furkan 25/68-69).
[*] En’am 6/22-24, 94, A’raf 7/37, Yunus 10/28-30, Kehf 18/52-53, Kasas 28/62-64, Mü’min 40/73-74, Fussilet 41/48.
[1*] İbrahim 14/21, Sebe 34/31-33, Mü’min 40/47-48, Saffat 37/27-32, Sâd 38/59-64.
[2*] İnfitar 82/16.
[1*] Temiz anlamı verdiğimiz tayyib (طيب) kelimesinin kök anlamı vücudun ve duyu organlarının lezzet aldığı temiz şeydir. (Müfredat)
[2*] Nahl 16/114.
[3*] En’am 6/142.
[*] Bakara 2/268. Allah’ın kitabında olmayan bir şeyi Allah’a mal etmek en büyük günahtır (Bakara 2/80, A’raf 7/28, 33, Yunus 10/68-70). Şeytan bu konuda Allah’ın nebilerini ve onun kitabını tebliğ eden kişileri bile saptırmaya çalışır. Ama Allah, insan ve cin şeytanlarına uymayıp duruşunu bozmayanlara destek verir (İsra 17/73-75, Hac 22/52-53, Nur 24/21).
[1*] Ayette geçen yen’iqu (يَنْعِقُ) fiilinin kökü karganın ötmesi anlamına da gelen na’q (نعق)’tır (Lisân’ül -Arab). Onun için anlam bu şekilde verilmiştir.
[2*] Bakara 2/18, En’am 6/39, A’raf 7/179, Enfal 8/22, Muhammed 47/23.
[1*] Allah’tan başkası adına kesildiği, net olarak bilinmedikçe, Müslüman olmayanların kestiği veya besmelesiz kesilen hayvanın eti haram değildir. Aksini gösteren ne bir ayet ne de hadis vardır((Bkz. En’âm 6/145 ve Maide 5/3, Nahl 16/115).
[2*] ‘Günah’ anlamı verdiğimiz ism (إِثْمَ), kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır (Müfredât). Allah, ‘ism’ olarak tanımladığı her davranışı, haram saymıştır (A’raf 7/33).
[1*] Kalîl (قليل) , bir şeyin az olduğu veya geçici olduğu anlamına gelir (Mekâyîs).
[2*] Bakara 2/89-90, 159, Âl-i İmran 3/187.
[1*]Hidayet; doğru yola girme, doğru bir yola rehberlik etme ve o yolu kabul etme anlamlarındadır. Dalalet ise kasıtlı veya kasıtsız olarak yoldan çıkma, hedeften sapma, kaybolma, bir şeyi kaybetme vs. anlamlara gelir.
[2*] Bakara 2/85-86, Nisa 4/44.
[1*] Şûrâ 42/17.
[2*] Bakara 2/137.
[1*] Erdem Türkçede iyi olma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk, fazilet vb. niteliklerin genel adıdır (Bakara 2/189, Âl-i İmran 3/92).
[2*] Bu ifade, önemli olanın Allah’ın emrine uymak olduğunu vurgular. Müslümanların Mescid-i Haram yönüne dönerek namaz kılmaları da Allah’ın emri olduğu için önemlidir (Bakara 2/115, 149-150).
[3*] Allah’ın her nebisi aynı zamanda onun resulüdür. Bu yüzden Bakara 2/285 ve Nisa 4/136’da “resullere iman”dan bahsedilir; ama her resul nebi değildir (Yusuf 12/50).
[4*] Bu ayette ve Nisa 136’da, gelenekte imanın şartları olarak bilinen altı şarttan beşi sayılmış ama altıncısı olduğu söylenen “kadere iman”a yer verilmemiştir. Çünkü geleneksel anlamda kadere imanın yani her şeyin ezelde yazıldığına dair inancın Kur’an’da yeri yoktur. Kur’an’da geçen kader, Allah Teâlâ ’nın varlıklara istediği gücü verip sınırlar koymasıdır (Mekâyîs). Çünkü Allah, her şeyi bir ölçüye göre yaratır (Kamer 54/49). O, iyiliğin de kötülüğün de ölçüsünü koymuştur. İyi davrananlar imtihanı kazanırlar, kötü davrananlar da kaybederler (Câsiye 45/15). Kur’an’da anlatılan bu ölçülerin varlığına inanmak, diğer tüm ayetlere inanmak gibi mecburidir.
[5*] Ayetteki rikab (الرِّقاَبِ), rakabe’nin çoğuludur. Türkçede buna “boyunduruk altında olanlar” denir (Tevbe 9/60).
[6*] Zümer 39/33.
[1*] Kısas, suç ile verilen ceza arasındaki denkliği ifade eder. Katilin suçu sabit olduktan sonra, mahkemenin verdiği yetkiyle katil, öldürülen kişinin velisi tarafından öldürülebilir (İsra 17/33) ki bu kısastır. Veli isterse katili affetme hakkına da sahiptir. Affetmesi, bu ayetle teşvik edilmiştir.
[2*] Abd (العبد) kelimesine köle değil de esir anlamı vermemizin sebebi, İslamın köleliği kaldırmış olmasıdır. Savaş esirlerine yapılacak tek muamele, onları, karşılıksız veya fidye karşılığı serberst bırakmaktır (Muhammed 47/4).
[3*] Ayette hür (الحر), esir (العبد) ve kadın (الأنثى) kelimelerinden her biri, elif lamlı (ال) olarak, arka arkaya iki kere tekrarlanır. Arap dilinde, bu şekilde tekrarlanan kelimelerden birincisi cins, ikincisi de ahd ifade eder ve aynı şeyi gösterir. Bu sebeple takdirin şöyle yapılması zorunludur: (قاتل الحر بالحر المقتول وقاتل العبد بالعبد المقتول وقاتل الأنثى بالأنثى المقتولة)
[4*] Buradaki “kardeş” ifadesi, öldürülen kişinin yakınlarını gösterir. Katilin bağışlanması halinde katil kendisini bağışlayanları kardeş gibi göreceğinden bu ifade “katilin kardeşi” olarak da anlaşılabilir.
[5*] Maruf, aklın veya dinin doğru saydığı her şeydir. Zıttı ‘münker’dir (Müfredat). Her toplumda oluşmuş maruflar vardır. Kur’an’a aykırı olmadığı müddetçe, onlara uyulur.
[6*] Bu bedel hakkında Nebîmiz şöyle bilgi vermiştir: “Kim bir mümini kasten öldürürse o kişi öldürülenin velilerine teslim edilir. İsterlerse onu öldürürler, isterlerse diyetini alırlar. Diyet otuz hıkka yani dört yaşına girmiş dişi deve, otuz cezea yani beş yaşına girmiş dişi deve ve kırk halifa yani hamile devedir. Bu, kasten öldürmenin diyetidir. Taraflar karşılıklı olarak bir şey üzerinde de anlaşabilirler. Bu (100 deve) (100 deve), diyet-i muğallazadır.” (Ahmed b. Hanbel, 2/217). Diyet-i muğallaza, ağırlaştırılmış diyet demektir.
[7*] “Bu, Rabbiniz tarafından yapılmış bir hafifletme ve bir iyiliktir” ifadesi, kısas konusunda daha hayırlısı ile bir neshin yapıldığını bildirir. Çünkü Maide 5/45. ayette bildirildiğine göre Tevrat’ta kısas; cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamaya karşılık yaralama şeklindedir. Kur’an’da ise kısas, sadece adam öldürmelerde farz kılınarak Allah tarafından daha hayırlısı ile bir nesih yapılmıştır (Bakara 2/106).
[1*] “Aklıselim” anlamı verdiğimiz elbâb (ألباب)ın tekili olan lubb (لب) kelimesi, mastar olarak kullanıldığında, bir yerde sürekli durma, durduğu yerden ayrılmama, saf olma ve kaliteli olma anlamlarına gelir. İsim olarak kullanıldığında da her şeyin katkısız olanı anlamını ifade eder. Bu anlamlardan yola çıkılarak sağlam ve güçlü akla "lub" denir (Mekayıs, Muhtaru's-Sıhah, Umdetu'l-Huffaz, Tacû'l-Arûs). "Kalp ile birleşen akıl" anlamına geldiğini söyleyenler de vardır (Kitabu'l-Ayn, Lisanu'l-Arap, Tacu'l-Arûs) Bu kelime Kuran’da, 16 yerde “ul’ul-elbab (أولوا الألباب) lub sahipleri” şeklinde geçer ve genel olarak şu dört mana ile bağlantılı olur: 1- Takva (Bakara 2/179, 197; Mâide 5/100; Talak 65/10). 2- Tezekkür ve Tedebbür (Bakara 2/269; Âl-i İmrân 3/7; Ra'd 13/19; İbrahim 14/52; Sad 38/29, 43; Zümer 39/9, 21; Mü’min 40/54). 3- Tefekkür ve ibret alma (Âl-i İmran 3/190; Yusuf 12/111). 4- Allah'ın kitabına en güzel şekilde uyma (Zümer 39/18). Akıl manasına delalet eden diğer kelimeler ile "Lubb"ün farkı şöyle özetlenebilir: "Nuhâ" ve "hicr" (Taha 20/54, 124; Fecr 89/5) ile a-k-l kökünden türeyen elli civarındaki kelime, düşünme ile ilgilidir. Ancak "ulu'l-elbab"ın, yukarıdaki dört manadan birine bağlı olarak gelmesi gösteriyor ki, akıl sadece düşünmeye, doğru ile yanlışı ayırt etmeye yarar, "Lubb" ise düşünüp tespit ettikten sonra doğruyu yapmayı ve hakka tabi olmayı ifade eder. Çünkü yukarıdaki dört mananın her biri birer doğru eylemdir, doğru eylem doğru karardan sonra yapılır. Öyle ise "el-lubb" sağlıklı düşünen akıl, yani akl-ı selim olur.
[2*] Bakara 2/178.
[*] “O vasiyet” diye anlam verdiğimiz “el-vasiyye (الوصية)” Allah’ın yüklediği mirası paylaştırma görevidir. Çünkü mirasla ilgili olan Nisa 4/11. âyet, “Allah size vasiyet eder (يُوصِيكُمُ اللَّهُ) = görev yükler” diye başlar. Nisa 4/12. âyet de “Allah tarafından yapılan vasiyet /verilen görev (وَصِيَّةً مِنَ اللَّه)” diye biter. Bu ayetteki “maruf (ٱلْمَعْرُوفِ)” ise mirasla ilgili ayetlerde belirlenmiş payları gösterir (Nisa 4/11-12, 33, 176).
[1*] “Mirası paylaştıran” diye tercüme ettiğimiz “mûsin (موص)” kelimesinin kök anlamı, “bir şeyi bir şeye ulaştırma”dır (Mekâyîs).
[2*] Miras paylaşımında, malların değerini belirlemek zordur. Bu durumda yapılabilecek en iyi iş, tarafları uzlaştırıp aralarında kin ve düşmanlığın çıkmasını engellemektir.
[1*] Ayet metninde yer alan “es-sıyâm (الصِّيَامُ)” kelimesinin başındaki elif-lâm (harf-ı ta’rîf) takısı, Arapçada belirlilik (ma’rifelik) ifade ettiği için manası “o oruç” olur. Bu da bize farz kılınan orucun bizden önceki ümmetlere farz kılınanla aynı olduğunu gösterir.
[2*] Bu ayet gereği oruç, ilk başlarda eski ümmetlerde nasılsa o şekilde tutulmuştur. Fakat Bakara 2/187. ayetin inişi ile birlikte bu hüküm hayırlısı ile neshedilmiş (Bakara 2/106) ve Ümmet-i Muhammed’e bazı kolaylıklar getirilmiştir.
[1*] “Sayılı günler” ifadesi Bakara 2/185. ayette Ramazan ayı olarak açıklanmıştır.
[2*] Tâkat (الطاقة) kelimesi, kişinin gücü dahilinde olan şey için kullanılır (Lisan’ul-arab). Allah bu dinde kimseye bir zorluk yüklemediği için (Hac 22/78) hasta ve yolculara oruç tutmama ruhsatı vermiş ve şöyle demiştir: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” Bu ayette, hasta ve yolcular için “Bilseniz oruç tutmanız sizin için daha iyidir.” denmesi bu kişiler zorlansa da oruca güçlerinin yetmesi sebebiyledir. Çünkü takat kelimesi hem kolaylıkla hem de zorlukla yapılabilecek şeyler için kullanılan bir ifadedir. Buna göre, Ramazan’da oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin, oruçlarını kaza etmeleri gerekmediği gibi tutamadıkları günler için fidye vermeleri de gerekmez. Onlara fidye görevi yükleyenler, ayetteki “Oruca gücü yetenler” ifadesini “gücü yetmeyenler” şekline çevirerek anlamı bozmuşlar ve Kur’an’a aykırı bir yola girmişlerdir.
[3*] Fidye, kişinin sıkıntıdan korunmak için ödediği bedeldir (Müfredât). Bu ayet, Ramazan orucunu vaktinde tutana da hasta veya yolcu olduğu için Ramazanda tutmayıp daha sonra kaza edene de fidye yani fitre verme sorumluluğu yüklemiştir. Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: “Allah’ın Elçisi, fıtır veya Ramazan sadakasını, erkeğe, kadına, hüre ve esire, hurmadan bir sa’ (3920 gr) veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı. İnsanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi” (Buharî, Zekât 77). Muhammed aleyhisselam, Resul sıfatıyla, Kur’an ayetlerini tebliğ ile görevli olduğu için (Maide 5/67) fitreyi farz kılan o değil, Allah’tır.
[1*] Burada, Bakara 2/184. ayette geçen “sayılı günler”i gösteren gizli bir mübteda vardır. (هي شهر رمضان) takdirindedir.
[3*] Oruç tutmama ruhsatı, sadece hasta ve yolcular içindir (Bakara 2/184). Bu ikisi dışında oruç tutmayan veya tuttuğu orucu kasten bozanların kaza veya keffaret orucu tutmaları gerekmez. Bu kişilerin yapacağı tek şey, tövbe edip bir daha bu yanlışa dönmemektir. Nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kim Ramazan günü bir özrü ve hastalığı olmadan yiyip içerse bütün zamanlarını oruçlu geçirse bile o günün eksiğini kapatamaz.” (Buhârî, Savm, 29; Tirmizî, Savm, 27; İbn Mâce, Sıyâm, 14; Dârimî, Savm, 18; Ahmed b. Hanbel, 2/458, 470.)
[4*] Tekbir, Allah’ın yüceliğini dile getirmek yani “Allahu Ekber” diyerek onu zikretmektir. Allah Teala zikir için namaz kılmayı emrettiğinden (Taha 20/14) buradaki tekbir emri, ancak namazla yerine gelir. Namazın en azı iki rekattır. Bu da bayram günü iki rekat namaz kılmanın farz olduğunu gösterir. Gün, güneşin doğmasıyla başladığı için namaz kılmanın caiz olduğu ilk vakit olan kuşluk vaktinde bayram namazı kılınır. Nebimiz, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, eşlerini ve kızlarını namaz kılınan yere çıkarır, bütün kadınların gelmelerini de emrederdi (Buhari, lydeyn 15, 20, Hayz 23, Salât 2, Hacc 81; Müslim, Iydeyn 10-890). Bayram namazında diğer namazlardan farklı olarak her rekatta tekbir getirilmesi, ayetteki “tekbir getiresiniz” ifadesinin gereğidir. (Hac 22/37).
[1*] Kaf 50/16.
[2*] Mü’min 40/60, Şûra 42/26.
[3*] Enfal 8/24, Ra’d 13/18, Şûrâ 42/47.
[1*] Arap dilinde geçmiş zaman kipi, gelecek zaman için de kullanılır. Allah, doğacak çocuğu, döllenme sırasında belirlediğinden geçmiş zaman kalıbındaki ketebe (كتب) kelimesine, “yazacağı” anlamı verilmiştir (Al-i İmran 3/6, İnsan 75/1-2, Abese 80/19).
[2*] Bakara 2/222-223, Şura 42/49-50.
[3*] Fecr, genişçe yarılma anlamındadır (Müfredat). Yarılma, doğu ufkunun üst tarafında hafif bir aydınlıkla başlar ve oradaki zayıf ışıklı yıldızlar gözükmez olur. Astronomlar bu saatte yıldız gözlemeyi bıraktıklarından buna astronomik tan (Astronomical Twilight) denir. Daha sonra gözle görülebilen aydınlık başlar. Bu aydınlığı görenler sabah namazı vaktinin girdiğini sandıkları için bu vakte fecr-i kazib (yalancı fecr) denir. Bu sırada tabiat uyanır, vücut ısısı artar, seher ve sahur vakti başlar. Giderek artan ışıklar, bir kubbe görüntüsü oluşturur. Güneş ufka -10 derece yaklaştığında doğu ufku, siyah bir çizgi şeklinde net olarak gözükür. Denizciler yollarını daha çok bu saatte belirledikleri için ona rasat tanı (observation twilight) denir. Daha sonra bu siyah çizginin üst tarafında, ona paralel beyaz bir çizgi ve bu iki çizgi arasında bir kızıllık oluşur. Kutuplarda, güneşin hiç batmadığı zamanlarda bu kızıllık gözükmez. Kur’an’ın bu kızıllıktan söz etmemesinin sebebi bu olabilir. Doğu ufku boyunca birbirine paralel olarak uzayan siyah ve beyaz çizgiler, çıplak gözle, net olarak görülünce imsak yani oruca başlama ve sabah namazı vakti girer. Bu vakte fecr-i sadık denir. Bu sırada Güneşin ufka yakınlığı -9 derecenin altına inmiş olur.
[4*] Arapçada “leyl (لِيل)” yani gece, güneşin batmasıyla başlar (Lisan’ul-arab). Türkçede bu vakte “akşam” denir. Ayette orucu Güneş batıncaya kadar değil de “geceye kadar tamamlayın” denilmesi, kutup bölgesinde güneşsiz gündüzlerin veya beyaz gecelerin olduğu zamanlarda oruç tutmayı mümkün hale getirir. Güneşin batmadığı zamanlarda gecenin başlangıç ve bitişi gözlemlenebildiği için “beyaz geceler” ifadesi kullanılır. Güneşin hiç doğmadığı zamanlarda da gecenin başlangıç ve bitişi gözlemlenmektedir.
[5*] İtikâf, Allah’a yakın olma niyetiyle kendini bir mescide /camiye kapama anlamına gelir (Müfredat). (Bakara 2/125). Nebimiz Ramazan’ın son on gününü itikâfla geçirirdi.
[6*] “Allah’ın koyduğu sınırlar” ifadesi; bu ayet dışında, boşanma (Bakara 2/229-230, Talak 65/1), miras (Nisa 4/13-14) ve zıhar (Mücadele 58/5) konuları ile ilgili olarak da geçer. Bir Müslümanın, hayatını kendi arzularına veya başkalarının isteklerine göre değil, Allah’ın koyduğu hükümlere göre yaşaması gerekir (En’am 6/57, Yusuf 12/40). Aksi takdirde ilahi cezayı hak etmiş olur; çünkü Allah’ın hükümlerine uymayanlar kafir (Maide 5/44), zalim (Maide 5/45), fasık (Maide 5/47) ve açık bir şekilde sapmış (Ahzab 33/36) olarak nitelendirilmiştir.
[1*] Batıl yolla mal yemek şu şekillerde olur: Ölçüde ve tartıda eksiltme yapmak (Mutaffifin 83/1-3, İsra 17/35), faiz yemek (Bakara 2/275, 278-279, Âl-i İmran 3/130), kumar ve şans oyunları (Bakara 2/219, Maide 5/90-91), gasp (Kehf 18/79), hırsızlık (Maide 5/38), yetim malı yemek (Nisa 4/2, 6,10), boşadığı hanıma verdiği bir şeyi geri almak (Bakara 2/229, Nisa 4/20-21), başkasının malını yemek için yetkililere rüşvet vermek, ayetleri gizlemek (Bakara 2/174) ve din istismarı (Tevbe 9/34). (Nisa 4/29).
[2*] Bu ayet, rüşvetin haram olduğunu bildirmektedir. Rüşvet, başkasının malını bile bile haksız yere yemek için yetkililere mal vermektir. Kişi, kendi meşru hakkını almak için yetkililere mal vermek zorunda kalırsa bu, verene değil, alana haram olur.
[1*] Kameri ayların başı ve sonu, hesap ile belirlenir. (En’âm 6/96, Yunus 10/5, İsra 17/12, Yasin 36/39, Rahman 55/5). Nebîmizin yanında bu hesabı yapabilecek bir kimse olmadığı için şöyle demişti: “Biz ümmi bir toplumuz; bu konuda yazı yazamaz, hesap yapamayız. Hilali görünce oruç tutun, tekrar görünce orucu bırakın, hava bulutluysa ayı otuza tamamlayın.” (Müslim, Sıyâm, 1080, 1081). Artık çevremizde bu hesabı bilen uzman bilim adamları olduğu için kamerî ayların başlangıç ve bitişlerinin hesapla tespiti gerekir.
[2*] Nebimize sorulan bu soru, kameri ayların hesabı ile ilgili olmalıdır. Nebimiz aralarında bu hesabı bilen birinin olmadığını açıkça ifade ettiği halde (Müslim, Sıyâm, 1080, 1081) ona böyle bir soru sormak, evi arkadan dolaşmak gibi gereksiz bir davranıştır.
[3*] Bakara 2/177, Âl-i İmran 3/92.
[*] Müslümanların savaşabilecekleri durumlar sadece şunlardır: Kendileriyle din sebebiyle savaşılması, yurtlarından çıkarılmaları veya çıkarılmalarına destek verilmesi (Tevbe 9/13, Hac 22/39, Mümtahine 60/8-9), ezilen toplumların çağrısı (Nisa 4/75), barış antlaşması yapılmış bir toplumun antlaşmayı bozacaklarından delile dayalı olarak endişe edilmesi (Enfal 8/58) ve barış antlaşmasının bozulması (Tevbe 9/13), savaşan iki mümin grubun aralarının düzeltilmesine rağmen birinin saldırılara devam etmesi (Hucûrat 49/9).
[1*] Nisa 4/91.
[3*] Bakara 2/217.
[4*] Mescid-i Haram, Mekke’de Kâbe’nin de bulunduğu geniş alanın adıdır. Geniş bilgi için Bakara 2/125. âyetin dipnotuna bkz.
[5*] Savaş hukukunu anlatan bu ayetin, Tevbe 9/5. ayetle nesh edildiği iddia edilir (Kurtubî, Bakara 2/191’in tefsiri) ancak o ayetin, savaş hukuku ile ilgili bir ayeti yürürlükten kaldırması mümkün değildir. Çünkü orada savaştan değil, müslümanları Mekke’den çıkaran, Bedir, Uhud ve Hendek’te onlara karşı savaşan, ayrıca Hudeybiye Antlaşmasını da bozanlara uygulanacak cezadan söz edilir.
[*] Enfâl 8/60-61.
[1*] Fitne için bkz Bakara 2/102’nin dipnotu.
[2*] Dinde zorlama olamayacağı için (Bakara 2/256) Allah’ın dininin hakim olması, herkesin Müslüman olması değil (Yunus 10/99), Allah’ın koyduğu kuralların hâkim olmasıdır (Fetih 48/28). O da herkesin hürriyet içinde yaşayacağı bir ortamın oluşması demektir (Kehf 18/29).
[3*] “Yanlış yapan” anlamı verilen kelime “zalim” kelimesidir. Bu ayette sözü edilen zalimler, savaş bittikten sonra da çatışmaya devam eden (Enfal 8/61-62) veya antlaşmayı bozanlardır (Enfal 8/58).
[4*] Enfal 8/39.
[1*] Haram aylar, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Haram ayda savaş yasağı, o yasağa saygı gösterenlere karşı uygulanır (Maide 5/2, 97; Tevbe 9/36).
[2*] Bakara 2/217, Nahl 16/126, Hac 22/60.
[1*] Allah yolunda harcama, öncelikle savaşa hazırlıklı olmak için yapılır (Enfal 8/60, Tevbe 9/60, Muhammed 47/38).
[2*] Âl-i İmran 3/134.
[1*] Bu ayet indiğinde hac ve umre yapanların eksik bıraktıkları görev sa’y idi. Burada emredilen, o görevin mutlaka yerine getirilmesidir. Bkz. Bakara 2/158. ayet ve dipnotu.
[2*] Buradaki “hedy”, hacıların harem bölgesinde kesilmek üzere götürdükleri kurban bayramı kurbanıdır. Mahill, kesim vakti veya kesim yeri demektir. Hedyin kesim yeri harem bölgesi, kesim vakti de kurban bayramı günleridir (Hac 22/28). Harem bölgesine girmek için bir engel çıkarsa yanında kurbanı olanlar, onları harem dışında kesebilirler ama kesme zamanını beklemek zorundadırlar. Nitekim Mekke’ye girmesi engellenen Nebimiz ve yanında kurban olan ashabı, kesme zamanı gelince kurbanını Hudeybiye’de kesmişlerdi (Fetih 48/25). Yanında kurbanı olmayanların kurban kesme görevi yoktur.
[3*] Saçı tıraş etme işi, hac ibadetinde Arafat’tan inip bayramın birinci günü büyük şeytan taşlandıktan sonra olur ve daha sonra farz tavaf için Kabe’ye gidilir (Hac 22/29). Umrede ise Kabe tavaf edilip sa’y yapıldıktan sonra saç kesilir veya kısaltılır (Fetih 48/27).
[1*] “Aylar” anlamı verilen “eşhur (أَشْهُرٌ)” kelimesi çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Bunlar, öteden beri, hac ayları olarak bilinen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Bunların üçü de can ve mal güvenliğinin sağlandığı haram aylardandır (Tevbe 9/36). “Haccı içinde barındıran” anlamına gelen Zilhicce, bu üç ayın ortasındadır. Mekke, İbrahim aleyhisselamdan beri dünyanın en önemli ticaret merkezlerinden olduğu için hacca gelenler orada alım satım yaparlar (Bakara 2/126). Zilhicce ayının 9. gününde hac ibadeti için Arafat’a çıkılır, dönüşte Müzdelife vakfesi yapılır ve sonra hacılar Mina’ya doğru sel gibi akarlar. Zilhicce’nin 10. gününden 13. gününe kadar süren 4 gün, Kurban Bayramı günleridir. Bu günlerde Kabe tavaf edilir ve isteyen hacılar, kurban bayramı kurbanı keserler (Bakara 2/198, Hac 22/28-29). Bu dört günde şeytan taşlaması da yapılarak hac ibadeti tamamlanır (Bakara 2/203).
[2*] Ayet metnindeki füsuk (فُسُوقَ) şeriatın belirlediği sınırları aşmaktır (Müfredat). Hac ibadetini yapan kişinin sınırları aşması, yapması gerekeni yapmaması veya yapmaması gerekenleri yapmasıdır (Bakara 2/196, Maide 5/1-2, 94-96).
[3*] “Aklıselim sahibi olanlar” anlamı verdiğimiz ifade “ulü’l-elbâb”dır. Bkz. Bakara 2/179’un dipnotu.
[1*] Eskiden hac aylarında panayırlar kurulurdu. Ayete göre hacılar, kazanç amacıyla panayırlara, ticari faaliyetlere katılabilir, alım satım yapabilirler. (Hac 22/27-28).
[2*] Tâhâ 20/14. ayette “beni zikir için namaz kıl” emri verildiği için vaktinde yetişenler, Müzdelife’de akşam ve yatsı namazlarını kılarlar. Oraya, yatsı vaktinden sonra gidenler de sabah namazını beklerler. Rivayete göre Tay kabilesinden Urve b. Mudarris şöyle demiştir: Resulullah aleyhisselama geldim, Cem’de (Müzdelife’de) vakfe yerindeydi. Dedim ki, “Ey Allah’ın Elçisi, Tay dağından geldim. Bineğim perişan oldu, kendimi de yordum. Vallahi üzerinde beklemediğim bir kum tepesi olmadı, ben hacı olabilir miyim? Resulullah aleyhisselam dedi ki “Kim bizimle birlikte şu namazı kılar ve daha önce gece veya gündüz Arafat’a gelmiş olursa haccını tamamlamış, tefesini /her iki vakfeyi (Hac 22/29) yerine getirmiş olur.” (Ebû Davûd, Menâsik, 69; Tirmizî, Hac, 57; Nesâî, Menâsik, 211; İbn Mâce, Menâsik, 57; Ahmed b. Hanbel 4/ 261).
[3*] Cahiliye döneminde Kureyşlilere ve çevrelerindeki bazı kabilelere hums denirdi. Hums dinlerine bağlı, karşı konulamayacak güçte kahraman anlamına gelir (el-Ayn). Bunlar kendilerini “ehlullah /Allah’ın yakını” gördüklerinden, Harem bölgesi dışında kaldığı için hac sırasında Arafat’a çıkmazlardı (Taberi Bakara 189’un tefsiri). Bu ayet onların bu davranışını yoldan çıkma olarak nitelemektedir.
[1*] Ayetteki menâsik kelimesi, hac sırasında yapılan ibadetler, o ibadetlerin yapıldıkları yer ve zamanlar anlamındadır. İbrahim aleyhisselam, Nuh tufanında yıkılan Kâbe’yi eski temelleri üzerine yeniden inşa edince: “(Rabbimiz) Bize menâsikimizi göster” (Bakara 2/127-128) diye dua etmiş ve o ibadetleri oralarda yapmıştı. O yerler Arafat, Müzdelife, Cemerât, Safa, Merve ve Kâbe’dir. Buralara makam-ı İbrahim de denir (Bakara 2/125).
[2*] (Kaza = قضي) kelimesi bir işi tam ve sağlam yapma ve hedefine ulaştırma anlamındadır (Mekâyîs).
[3*]Gelenekte bu ayete şöyle anlam verilir: “Hac ibadetinizi bitirdiğinizde, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın.” Bu anlam yanlıştır. Çünkü hac ibadeti bittikten sonra yapılacak böyle bir görev yoktur. Ayrıca Allah’ı anma ile babaları anma arasında bir kıyaslama da kabul edilemez. Mekkelilerin babaları İbrahim ve İsmail aleyhisselam ve onların orada yaptığı dualarla ilgili ayetler şunlardır: Bakara 2/125, 127-128. Doğru olan, ayetin şu şekilde anlaşılmasıdır: “(فَٱذْكُرُوا۟ ٱللَّهَ كَذِكْرِكُمْ ءَابَآءَكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا) Allah’ı babalarınızdan öğrendiğiniz gibi hatta daha güçlü anın.”
[*] Nahl 16/97, İsra 17/20, Necm 53/39-41.
[1*] Ma’dûdât (معدودات), ma’dûde’nin (معدودة) çoğuludur, “sayılan” ve “birbirine eklenmiş” anlamlarına gelir (Müfredat). Bunlar, Kurban Bayramının birinci gününe eklenen ve eyyam-ı teşrik olarak bilinen üç gündür. Bu günlere özel zikir, şeytan taşlama sırasında yapılan dualardır. Şeytan taşlama Kurban Bayramının birinci gününde de yapıldığı için toplam dört gün sürer.
[2*] Bakara 2/196-197.
[1*] Ayette geçen tevellâ (تَوَلَّىٰ), velayeti üstlenme, yönetimin başına geçme anlamına da gelir (Müfredat).
[1*] Bakara 2/11-12.
[*] Âl-i İmran 3/102, Zümer 39/54.
[*] En’am 6/8, 158; Nahl 16/33. Allah’ın bulut gölgeleri içinde gelmesi olayı, İsrailoğulları’na on emir verilmeden önce Sina Dağı’nda gerçekleşmiş ve Tevrat’ın Çıkış 19. bölümünde anlatılmıştır: “Rab Musa’ya, “Sana koyu bir bulut içinde geleceğim” dedi, “Öyle ki, seninle konuşurken halk işitsin ve her zaman sana güvensin.” (Çıkış 19:9)
[1*] Kur’an birkaç ayette daha Resulullah’ın bazı konularda ehlikitaba sormasını emretmiştir. Bu ayetler için bkz: A’raf 7/163, Yunus 10/94, İsra 17/101, Zuhruf 43/45.
[2*] İbrahim 14/28-29.
[1*] Tevbe 9/79, Mü’minun 23/110, Mearic 70/36, Mutaffifin 83/29-30.
[2*] Nisa 4/131.
[1*] Yunus 10/19.
[2*] Ayete göre Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar tüm nebilere kitap verilmiştir (Bakara 2/136, Âl-i İmrân 3/81, 84, En’âm 6/82-90).
[3*] Âl-i İmran 3/19, Şûrâ 42/14, Casiye 45/17, Beyyine 98/1-4.
[4*] Âl-i İmran 3/101, Hac 22/24.
[1*] Bakara 2/155, Al-i İmran 3/142, Tevbe 9/16, Nur 24/47-50, Ankebut 29/2, Kıyamet 75/36.
[2*] En’am 6/34, Yusuf 12/109-110, İbrahim 14/13-15, Ahzab 33/9-11.
[3*] Hac 22/40, Rum 30/47, Mü’min 40/51, Saf 61/10-13.
[1*] Burada neyin infak edileceği sorusuna karşılık kimlere infak edileceğinin bildirilmesi, yapılan harcamanın ne olduğundan ziyade kimlere yapılması gerektiğinin daha önemli olduğuna dikkat çekmektedir (Nisa 4/36, Tevbe 9/60, Nahl 16/90, İsra 17/26, Rum 30/38, Zariyat 51/19, Mearic 70/24-25). Neyi harcayacaklarının cevabı ise Bakara 2/219. ayettedir.
[2*] Bakara 2/272-273.
[1*] Bakara 2/194.
[2*] Bakara 2/191.
[3*] Kafir olarak ölenlerin geride bıraktıkları eserlerin olumlu etkileri kendilerine bir fayda sağlamaz (Yasin 36/12).
[4*] Âl-i İmran 3/86-91, Maide 5/54, Nahl 16/106, Muhammed 47/25.
[1*] Hicret sözlükte, kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Müfredat). İlgili ayetler için bkz. Nisa 4/97-100, Enfal 8/72-75, Meryem 19/46, Furkan 25/30, Mümtehine 60/10, Müzzemmil 73/10, Müddessir 74/5.
[2*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın en önemli bir parçasıdır.
[3*] Âl-i İmran 3/195, Nisa 4/100, Enfal 8/72, 74, Tevbe 9/20, Nahl 16/41, 110, Hac 22/58.
[1*] “İçki ve uyuşturucu çeşitleri” anlamını verdiğimiz kelime, “bir şeyi örten” anlamına gelen “hamr (خمر)”dır. İçki ve uyuşturucu çeşitleri insanı sarhoş ettiğinden dolayı bu anlam verilmiştir. Nitekim nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Sarhoşluk veren her şey hamrdır. Sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe,73; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5)
[2*] Ayet metninde geçen “meysir (ميسر)”, “yüsr (يسر)” yani kolaylık kökünden gelmektedir. Meysir, iki ayette daha “hamr” ile birlikte zikredilir (Mâide 5/90-91). Kolayca mala kavuşmayı amaçlayan ve aynı zamanda malı kolayca kaybetmeye sebep olan piyango, toto, loto ve tombala gibi bütün şans oyunları; poker, rulet, kollu kumar makineleri gibi tüm kumar çeşitleri; iddaa, at yarışı, horoz dövüştürme vb. her türlü bahis bu kapsama girer. Kaybedenin hesabı ödemesi şartıyla oynanan tüm oyunlar da meysir kapsamında olduğu için bu tür oyunları oynamak haramdır.
[3*] Günah’ anlamı verdiğimiz ism (إِثْمَ), kişiyi sevaptan yani iyiliklerden uzaklaştıran davranış anlamındadır (Müfredât). Allah, ‘ism’ olarak tanımladığı her davranışı, haram saymıştır (A’raf 7/33). Bu sebeple içki, uyuşturucu ve kumar, büyük günahlardandır.
[4*] İçki, uyuşturucu maddeler ve kumardan bazı menfaatler elde edilebilir. Ancak bunların zararı menfaatlerinden fazladır. Bu özellik, bütün haramlarda vardır. Nefislerinin esiri olanlar, bu menfaatleri öne alarak kendilerini haklı göstermeye çalışırlar. Allah’a inanıp güvenenler ise onun emrine uyarlar.
[5*] Bakara 2/215.
[6*] “el-afv (العفو)” sözünün infak edilebilecek mallarla ilgili anlamları, “temel ihtiyaçtan artan” (es-Sıhah) ve “çoğalan”dır (Mekâyîs). A’râf 7/95. ayette de aynı kökten gelen “afev (عَفَواْ)” fiili, “çoğaldılar” anlamında kullanılmıştır. Kişinin evi, ev eşyası, kendisinin ve bakmakla sorumlu olduğu kişilerin yiyeceği, bineği, işyeri, araç ve gereçler vs. temel ihtiyaçlarıdır. Bunlar, “artan” kavramına girmediği için bunlardan sadaka /vergi alınmaz. “el-afv (العفو)” sözü zekat kelimesinin anlamı olan “çoğalma, artma” anlamıyla örtüştüğünden zekat /sadaka mallarının özelliğini de belirtmektedir. Dolayısıyla artan ve artma özelliği olan mallardan zekat /sadaka alınır. Temel ihtiyaçları ve borçları çıkarıldıktan sonra şer’an kişiyi zengin yani ihtiyaçsız kılacak miktarda (nisap miktarı) malı olan kişi zekat /sadaka vermekle sorumludur. En’âm 6/160. ayet gereği, bir ton ceviz üreten biri, onun öşrünü yani yüz kilosunu sadaka /vergi olarak verirse tamamını vermiş gibi olur. Tarım ürünlerinin sadakası /vergisi hasat günü tarlada alınacağından (En’âm 6/141) üretici onun nakliyesinden ve korumasından sorumlu olmaz. Alım satımını yapanlar ise nakliye, depolama, pazarlama ve satış sonrası doğacak sıkıntılara gireceğinden bu işlemlerin her biri sadaka /vergi oranını azaltır ve o, malının kırkta birini verince tamamını vermiş gibi olur. Altın, gümüş, para ve ticaret mallarından kırkta bir oranında zekat alınır.
[1*] Kur’an, evlatlıkların hiçbir yönüyle öz evlat sayılamayacağını bildirir (Ahzab 33/4-5). Allah nebîmizi, evlatlığı Zeyd’in boşadığı Zeynep ile evlendirdi ki evlatlığın kişinin kendi evladı konumunda olmadığı zihinlere yerleşsin(Ahzab 33/37-38).
[1*] Hür olmayan kadına eme (الأمة), erkeğe abd (عبد) denir (Sıhah). Bunların Türkçe karşılığı köle ve cariyedir.
[2*] “Kız vermeyin” ifadesi, velilere yapılan tavsiyedir. Eğer kız evlenmekte kararlı ise Bakara 2/232 ve Nur 24/33’e göre onlara baskı yapılamayacağından evlenmelerine engel olunamaz.
[3*] Nisa 4/22’den 24’e kadar, din farkına yer verilmeden evlenilmesi haram olan kadınlar sayılmış, 25. ayette ise namuslu mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyenlerin namuslu mümin esir kadınlarla evlenebileceği ama onlarla evlenmeyip sabretmelerinin daha hayırlı olacağı bildirilmiştir. Tevbe 9/31’de bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların müşrik oldukları açıkça ifade edildiği halde Maide 5/5’te onların namuslu kadınları ile evlenmenin helal olduğu hükme bağlanmıştır. Hepsinin özeti olan bu ayete göre evlilikte ilk tercih edilecek kadınlar, namuslu mümin hür olanlar, ikinci tercih namuslu mümin esir kadınlar, son tercih de namuslu müşrik kadınlardır. Kur’an’da her şeyin bir örneği vardır (İsra 17/89, Kehf 18/54). Nuh ve Lut aleyhisselamın eşlerinin kafir olması, Firavun’un eşinin de mümin olması, bunun örneğidir (Tahrim 66/10-11). Nebimizin Cüveyriye ile evlenmek için Müslüman olmasını şart koşmaması da onun örnekliğidir (Ahzab 33/21). Nebimizin kızı Zeyneb’in eşi Ebü’l-Âs b. er-Rebî hicretin 6. yılına kadar Müslüman olmadığı halde, evlilikleri devam etmiştir.
[4*] “Zikir” hakkında bilgi için bkz. Bakara 2/152. âyetin dipnotu. Tezkîr, zikri karşı tarafa ulaştırmak (Ğaşiye 88/21); tezekkür ise o zikri kullanmaktır (Kasas 28/51-52, Zümer 33/9).
[1*] Arap dilinde doğum yapmış kadına da hayızlı dendiği için (Mekâyîs) “el-mahîd (المحيض)” kelimesi, hem adet hem lohusalık anlamına gelir. Bir rivayette Ümmü Seleme validemiz, Muhammed aleyhisselam ile birlikte ince bir örtünün altında yattığından söz ederken şu ifadeleri kullanmıştır: “(O anda) Birden hayız olduğumu fark ettim. Hemen yataktan sıyrılıp hayız elbisemi aldım ve giyindim. Resulullah (s.a.v.) ‘Nifas mı oldun? (أنَفِسْتِ)’ dedi. Ben de ‘Evet!’ dedim. Beni çağırdı ve (tekrar) örtünün altında beraber yattık.” (Buhârî, Hayz, 4) Rivayette de görüldüğü gibi âdet anlamına gelen hayız ile lohusalık anlamına gelen nifas kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılmaktadır.
[2*] Bu ayet, adetli veya lohusa olan kadının namaz kılamayacağının delili sayılır. Halbuki buradaki yasak, sadece evli kadınların kocalarına konan cinsel ilişki yasağıdır. Dolayısı ile bu ayet, adetli veya lohusa olan kadının namaz kılamayacağının delili olamaz. Abdesti bozan şey, tuvalette yapılanlar olduğu için (Maide 5/6) adet ve lohusalık kanı abdesti de bozmaz. Elbiseye veya namaz kılınan yere bulaşan kanın namaza mani olacağının bir delili olmadığından böyle bir kadın, o kanın bulaştığı yeri temizlemeden namazını kılabilir.
[1*] Ekim yeri, ürün alınan yer yani döl yatağıdır. Kadının ürünü, doğuracağı çocuktur. Döl yatağından olmak şartıyla eşi onunla ilişkiye girilebilir.
[2*] Kadınlar, talep edilen konumdadır (Âl-i İmrân 3/14). Karı-koca ilişkileri ile ilgili ayetlerde emrin kocaya verilmesi (Bakara 2/187, Nisa 4/19), kocanın karısını cinsel ilişkiyi talep eder hale getirmesi gerektiğini gösterir. Bunu göremeyen erkekler, eşlerinin kendilerine soğuk davrandığından şikayet ederler.
[3*] Güncel Tevrat meallerine göre adetli ve lohusa kadın kirlidir, kanaması bitip üzerinden yedi gün geçmedikçe dokunduğu ve üstüne oturduğu her şey kirlenir. Ona veya onun dokunduğu şeylere dokunan da akşama kadar kirli kalır. O kadınla cinsel ilişki haramdır (Levililer 15/19-33). Bir üst ayetteki soru, bundan dolayı sorulmuş olmalıdır. Bu ayetler inince nebimiz şöyle demiştir: “Cinsel ilişki dışında her şeyi yapabilirsiniz.” (Müslim, Hayz, 16-302, Ebu Davud Tahâret, 258). Adet ve lohusalık, namaza ve oruca engel değildir. Çünkü yeme içme ve cinsel ilişki dışında orucu bozan bir şey yoktur (Bakara 2/187). Adet bunlardan hiçbirine girmez. Kur’an’ın namazla ilgili emirlerinde de kadın erkek ayrımı yoktur. Abdest, kişinin kendini rahat hissettiği bir yerde ön ve arka bölgeden çıkan; idrar, büyük abdest ve yellenme ile bir de cünüplükle bozulur (Maide 5/6). Adet veya lohusalığın bunlarla bir ilgisi yoktur. Adet ve lohusalık kanının abdesti bozduğunu gösteren bir ayet veya sahih bir hadis de yoktur. Adeti ve lohusalığı biten kadının yıkanmasına dair bir emir de bulunmamaktadır. Bu ayetin sonundaki ‘Allah tövbe edenleri sever, iyice temizlenenleri de sever’ ifadesi, hem erkek hem de kadına hitap ettiği için adet veya lohusalık döneminde karı-koca ilişkisi olmuşsa her ikisi de tövbe edip manevi yönden temizlenmelidirler. Dolayısıyla ayetin “temizlenenleri sever” bölümü de adetli kadının ibadet için adet kanından temiz olması gerektiğine delil getirilemez. Bir de öncesinde tövbeden bahsedildiği için buradaki temizliğin günahtan temizlenme olduğu açıktır. Ayrıca bu ayet, sadece evli olanlara hitap eder. Halbuki bekar ve dul kadınlar da adet görürler.
[*] Allah, yeminlere uymayı emretmiş ama yeminin erdemli davranmaya, yanlışlardan sakınmaya ve insanların arasını düzeltmeye engel kılınmasını yasaklamıştır (Nahl 16/91-94). Allah, Nebimizin yaptığı böyle bir yemini bozmasını emretmiştir (Tahrim 66/1-2). Nebimizin şöyle dediği rivayet edilir: “Günaha yemin edenin yemini, yemin değildir. Akraba ile ilişkiyi kesmeye yemin edenin yemini de yemin değildir.” (Ebû Dâvûd, Talak 7). “Bir konuda yemin eder, sonra başkasını hayırlı görürsen, yeminini boz, keffaretini ver ve hayırlı gördüğüne yönel.” (Buhârî, Eymân, 1). Yeminini bozan kişinin keffareti de Maide 5/89’da anlatılmıştır.
[*] Ayette geçen yu’lune (يُؤْلُونَ) kelimesi îlâ (إيلاء) kökünden olup, “tembellik etmek, çaba göstermek, direnmek, kararlılık göstermek, men etmek ve güç yetirmek” anlamlarına gelir (Lisanu’l-arap, alâ (ألا), Mu´cemü’l-iştikaki, alv (ألو). Araplar, erkeğin eşinden cinsel ilişkiyi kestiğini bildiren herhangi bir sözü için “îlâ yaptı” der ve onu yemin sayarlar (Zerkânî, Şerhu’l-müvetta,3/224). Bir gün Nebimiz, “Mariye’yi kendime haram kıldım” deyince Allah bu sözü yemin saydı ve şu ayeti indirdi: “Allah’ın sana helal kıldığını niçin kendine haram kılıyorsun. Allah, (bu tür) yeminlerinizi bozmayı size farz kılmıştır” (Tahrim 66/1-2) Bunun üzerine Nebimiz, yeminini bozdu ve Mariye ile evliliğini, eskisi gibi sürdürdü. (Nesâî, sünen, “kitabu Aşretü’n-nisâ, 4 (3959); Hakim, Müstedrek, 2/535 (3824); Dâre Kutnî, Sünen,4/41-42; İbn Kesir 8/158-159). Buradaki yemin, Allah’ın nikah ile helal kıldığı eşiyle ilişkiyi haram kılma yeminidir. Bu maksatla yapılan tüm yeminler îlâ sayılır (Ebu Şîbe, Müsennef, 18859-60). Bu yüzden Zihar da bir tür îlâdır. Îlâ veya Zihar yapmış olan, yemin keffareti ödeyerek eşine dönmelidir. Ancak zihar yapan, eşini annesi gibi sayarak çirkin ve yalan bir söz söylemiş olduğu için daha ağır bir keffaret ödemek zorundadır (Mücadele 58/2-3). Bu ayete göre, ilâ veya zihar yaparak eşinden ayrı kalmaya karar veren kişi, ondan ancak dört ay ayrı kalabilir. Süre bitene kadar eşine dönmezse talak gerçekleşir ve kadın, iddet beklemeye başlar (Bakara 2/228, Talak 65/4).
[1*] Bu ayeti, önceki âyet ile birlikte düşününce, dört aylık ilâ süresi bittiği halde kocası kendine dönmemiş kadınların da boşanmış sayılacağı açıkça görülür.
[3*] İddeti hesaplama görevi erkeğe verildiğinden (Talak 65/1) kadın, âdeti ile ilgili doğru bilgi vermezse günaha girer. “Rahimlerinde olan” ifadesiyle kast edilen, çocuk da olabilir. Yani bu durumdaki kadınlar hamile olduklarını da gizleyemezler. Onların iddeti doğum ile birlikte biter (Talak 65/4).
[1*] “Geri dönülebilir talak” diye anlam verdiğimiz et-talak (الطلاق) taki elif-lam takısı ahd içindir yani bilinen talakı gösterir. Bu da Talak suresinde anlatılan talak biçimidir (Talak 65/1-7).
[2*] Eşini boşayan bir koca, eşine verdiği mehir ve hediyeleri geri isteyemez (Nisa 4/19-21).
[3*] Fidye, kişinin sıkıntıdan korunmak için ödediği bedeldir (Müfredat). Buradaki fidye, kocasından boşanmak isteyen kadının, ondan aldıklarının tamamı veya bir kısmıdır.
[4*] Kadın ayrılmak isterse, biri kadının ailesinden diğeri erkeğin ailesinden olmak üzere iki hakem görevlendirilir (Nisa 4/35). Karı-koca anlaşamazsa kadın, eşinden aldığı mehir ve hediyeleri geri verir ve kendi hür kararıyla eşinden ayrılır. Erkeğin, eşini iftidaya zorlamak için baskı yaptığı tespit edilirse kadın, küçük bir şey verip ayrılabilir. Ancak Nisâ 20 ve 21. âyetlere göre böyle bir kocanın, o küçük şeyi almaya bile hakkı yoktur.
[5*] “Allah’ın koyduğu sınırlar” ifadesi; bu ve bir sonraki ayet ile Talak 65/1’de boşanma, bunların dışında da oruç (Bakara 2/187), miras (Nisa 4/13-14), zıhar (Mücadele 58/3-5) konuları ile ilgili olarak geçer. Bir müslümanın, hayatını kendi arzularına veya başkalarının isteklerine göre değil, Allah’ın koyduğu hükümlere göre yaşaması gerekir (En’am 6/57, Yusuf 12/40). Aksi takdirde Allah’ın emirlerine uymayanlar yoldan çıkmış (Ahzab 33/36) ve ilahi cezayı hak etmiş olur; çünkü Allah’ın hükümlerine uymayanlar kafir (Maide 5/44), zalim (Maide 5/45) ve fasık (Maide 5/47) olarak nitelendirilmişlerdir.
[1*] Erkek üçüncü ve son boşama hakkını da kullanmış olur.
[2*] Kur’an’ı Allah açıklamış (Hûd 11/1-2) ve açıklamayı bir ilme göre yapmıştır (A’râf 7/52). O ilmin bütün ayrıntılarını Kur’an’a yerleştirmiştir. Allah’ın yaptığı açıklamaya ancak bu ilmi bilenlerden oluşan bir topluluk ulaşabilir (Fussilet 41/3, Âl-i İmran 3/7).
[1*] Talak 65/2.
[2*] Birlikte olmayı istemediğiniz halde, serbest kalmalarını engellemek ya da mallarına konmak için nikahınızda tutmayın (Nisa 4/19).
[3*] Bu ayette Kitap ve Hikmet sözcüklerinin ikisine işaret eden zamir tesniye /ikil değil, müfred /tekil yapıdadır. Bu zamir (وَمَآ أَنزَلَ) ifadesindeki ma ismi mevsulune gittiği için tekil olarak gelmekte ve hem kitabı hem de hikmeti içermektedir. Bu da Kitap ile Hikmet’in birbirinden ayrı olmadığını gösterir.
[1*] Kadın kocasıyla zaten evli olacağı için ayetteki “eşleri” ifadesi mecazdır, “koca adayları” anlamındadır.
[2*] Kadın eşini kendi seçer. Hem bu ayette hem de Bakara 2/230, ayette geçen nikah fillerinin faili kadındır. Yaptığı seçim sadece marufa yani Kur’an’a uygunluk açısından denetlenir.
[1*] Allah katında yıl hesabı, kameri aylara göredir Tevbe 9/36.
[2*] Lokman 31/14, Ahkaf 46/15.
[3*] Bu ayet boşanmış annenin çocuğunu emzirmesi konusunu da düzenlemektedir Talak 65/6-7.
[4*] Baba vefat etmişse emziren annenin masraflarını, babanın mirasçıları karşılar Bakara 2/240.
[5*] Eşlerin karşılıklı anlaşmalarıyla iki yıl dolmadan, çocuk sütten kesilebilir.
[1*] Buradaki bekleme süresi, kadının evlenmesi ile ilgilidir. Yoksa kadının evden dışarı çıkıp çıkmamasıyla ilgili değildir (Bakara 2/240).
[2*] Kocası ölen kadın, iddeti bitince istediği kişiyle evlenebilir. Evliliği sadece Kur’an’a uygunluk açısından denetlenir.
[1*] Bakara 2/234.
[2*] Âl-i İmran 3/29, En’am 6/3, Nahl 16/19, Hac 22/70, Ahzab 33/54, Mücadele 58/7, Teğabün 64/4, Mülk 67/13-14.
[1*] Mehir, evlenen erkeğin eşine vermek zorunda olduğu maldır. Miktarını eşler, karşılıklı anlaşma ile belirlerler (Nisa 4/4, 20-21, 24). Ayetteki “ev tefridû (أَوْ تَفْرِضُوا۟)” ifadesinin başındaki “ev (أَوْ)” edatına “veya” anlamı yerine “henüz” anlamı vermemiz, burada “ilâ en (إلى أن)” anlamında olması sebebiyledir (Muhyiddin Derviş, İ’rab’ul Kur’an). Bir sonraki ayette kendilerine el sürülmemiş ama mehri belirlenmiş kadınlardan bahsedildiği için bu ayet, kendilerine el sürülmemiş ve mehirleri belirlenmemiş kadınların durumunu anlatır.
[2*] Bakara 2/237’de kesinleşmiş mehrin yarısının verilmesi emredildiğine göre, “marufa uygun” yararlandırma, erkeğin imkânları dikkate alınarak belirlenen mehrin yarısı olur. Çünkü Allah, kimseye gücünün üstünde yük yüklemez (Bakara 2/233).
[3*] Bakara 2/241, Ahzab 33/49.
[1*] Kadınlara el sürülmüş sayılması için cinsel ilişki şart değildir. İlişkiye imkan veren bir alanda kocasıyla baş başa kalmış olması yeterlidir (Nisa 4/20-21). Buna fıkıhta halvet-i sahiha denir. Kendilerine dokunulmadan boşanan kadınların iddet beklemesi gerekmez (Ahzab 33/49).
[2*] Erkeğin boşamasına talak denir. Talak sözlükte düğümü çözmektir. Bu yüzden nikâh düğümü erkeğin elindedir. Kadının da boşanma hakkı vardır. O bu hakkını, araya hakemlerin girmesinden sonra eşinden aldığı şeylerin tamamını veya bir kısmını vererek gerçekleştirebileceği için ona iftida denir (Bakara 2/229). Kadın bu iftida hakkını hakemlerin araya girmesinden sonra kullanabildiğinden, nikah düğümü onun elinde sayılmaz.
[3*] Bu ifadeyle kastedilen, mehrin yarısını alma hakkı bulunan erkeğin bu hakkından vazgeçip tamamını eşine bırakmasıdır.
[4*] Erkekler kadınları koruyup kollamakla görevli olduklarından bu davranış onlar için daha iyi olur (Nisa 4/34).
[*] “Namazlar” diye anlam verdiğimiz kelime ‘salavât’tır. Arapçada çoğul, en az üçü gösterir. “Namazlar” ifadesinin arkasından “ve en orta namaz” sözünün gelmesi, namaz sayısını en az dörde çıkarır. Ancak dördün ortası yoktur. Üçten sonra ortası olan ilk rakam beş olduğu için bu ayet, namazın beş vakit olmasını zorunlu kılar. Bu durumda her namaz orta namaz olabilir. Çünkü her birinin öncesinde ve sonrasında 2 namaz bulunur. Mesela sabah namazı akşam ve yatsı ile öğle ve ikindi namazlarının ortasında yer alır. Ancak ayette, “orta” değil “en orta” anlamına gelen “el-vustâ (الْوُسْطَىٰ)" kelimesi kullanılmıştır. Bu durumda “en orta namaz” sadece akşam namazı olabilir. Zira akşam namazı her yönden orta olma özelliğine sahiptir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
[1*] Buradaki korku, namazı vaktinde kılamama korkusudur. Çünkü hiçbir namaz, vaktinin dışında kılınamaz (Nisa 4/103) Kişi, içinde bulunduğu şartlardan dolayı namazı, rükünlerine riayet ederek vaktinde kılamamaktan korkarsa onu, yürüyerek veya binili olarak kılabilir. Nisa 4/101- 102. ayetlerde ise yolculukta düşman korkusunun ortama çıkması halinde namazın rekat sayısının azaltılabileceği anlatılmıştır.
[2*] Nisa 4/103.
[*] Ayette geçen “vasiyyet (وَصِيَّة)” kelimesi, birine yüklenen belli bir görev anlamındadır (Lisân). Ölmüş kişi bir vasiyette bulunamayacağından buradaki vasiyet, Nisa 4/11 ve 12. ayetlerde olduğu gibi Allah’ın mirasçılara yüklediği görevdir. Eşi ölmüş bir kadın, kendini açıkta kalmış gibi hissedeceği için evinden çıkarılmadan bir yıl süre ile geçindirilmesi onu, biraz rahatlatır (Nisa 4/8). Bu ayetin, Bakara 2/234. ayet ile nesh edildiği iddia edilir. Halbuki Bakara 2/234’te sadece kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için beklemesi gereken süre anlatılır. Burada ise ölenin mirasçılarına yüklenen görevden söz edilir. Hem görev yüklenen kişilerin hem de yüklenen görevlerin farklı olması sebebiyle bu iki ayet arasında bir nesih ilişkisi olamaz.
[*] Boşanmış kadınların kocaları tarafından geçindirilme hakkı, iddet süresinin sonunda biter (Talak 65/1, 6-7).
[1*] Allah’ın öldürdükten sonra dirilttiği kişi, geçen süreyi göz açıp kapama gibi hisseder (Nahl 16/77). Çünkü ölüm uyku gibidir (Zümer 39/42). Bu ayette sözü edilenler, düşman korkusundan ülkelerini terk etmiş olabilirler. Allah onları öldürüp yeniden diriltince hepsi kendini, tatlı bir uykudan uyanmış gibi hissedeceğinden bu, onlar için büyük bir lütuf olur. Düşman tehlikesinin geçtiğini de öğrenince mutlu bir şekilde ülkelerine dönerler.
[2*] Neml 27/73.
[*] “Ödünç” anlamına gelen kard (قرض) kelimesinin mastar anlamı “kesmek”tir. Allah’a verilen güzel ödünç de kişinin Allah rızası için kendi malından ayırıp verdiği yani infak ettiği şeydir. Bir önceki ayette savaştan söz edildiği için savaşa hazırlık amacıyla yapılan harcamalar da bu kapsama girer (Enfal 8/60). Allah, karşılık beklemeksizin kendi yolunda yapılan harcamaları kendisine verilen borç olarak kabul eder ve karşılığını ona kat kat fazlasıyla verir (Bakara 2/261, Hadid 57/11, 18, Teğabun 64/17, Müzzemmil 73/20). Karz-ı hasen yani “güzel ödünç” faizsiz borç anlamında da kullanılır. Çünkü faizsiz borç verme işlemi, Allah rızası için faizden vazgeçmektir. Allah bunun karşılığı kat kat verir.
[1*] Tevrat’ta, burada sözü geçen nebinin Samuel, kral olarak atanan kişinin de Saul olduğu ifade edilir. (Bkz 1. Samuel 9:15-17 ve 1.Samuel 8-9 babları).
[2*] Nisa 4/75, Tevbe 9/38-39.
[1*] Tevrat / 1. Samuel 10/27.
[2*] Âl-i İmran 3/26.
[1*] O sandık, on emrin yazılı olduğu levhaların (A’raf 7/145, 150, 154) muhafaza edildiği Ahid Sandığıdır. Bu sandık ile ilgili olarak Tevrat’ta Allah’ın Musa aleyhisselama verdiği şu emirler yer alır: “Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.” (Tevrat, Mısır’dan Çıkış 25:10-16).
[1*] Bir komutan Allah adına konuşamayacağı için söylediği bu sözlerin, Allah tarafından beraberlerindeki Nebi’ye yapılan vahiy olması gerekir.
[*] Âl-i İmran 3/146-147.
[1*] Bu olaylar, Tevrat’ın 1. Samuel kitabında anlatılır. Tâlût'un ismi “Saul”, Câlût'unki ise “Golyat” şeklinde geçmektedir. Samuel aleyhisselam nebi iken Allah’ın emriyle Tâlût'u İsraililerin kralı olarak atadı (1.Samuel 9-16 babları ve 1.Samuel 17:8-11 pasajları). Tâlût ve Câlût'un orduları karşı karşıya geldiğinde Dâvûd aleyhisselam, Câlût'un meydan okumasına cevap verip onu öldürmüş, Tâlût da bundan dolayı Dâvûd'a orduda yüksek rütbe vermiştir (1.Samuel 18:5). Sonrasında da Dâvûd'a krallık (2. Samuel 5:1-4) ve nebilik verilmiştir.
[3*] Hac 22/40.
[1*] Âl- İmran 3/108.
[2*] Yasin 36/3.
[4*] Burada Allah’ın iradesi ile meşieti arasındaki fark gösterilmiştir. Allah’ın iradesi, bir şeyin olmasını istemesi, meşieti ise iradesinin arkasından “ol” emrini vererek o şeyi oluşturmasıdır (Yasin 36/82). “Ol” emrini vermemişse iradesi gerçekleşmeyebilir (Nisa 4/26-27). Allah insanları imtihan için yarattığından Allah’ın imtihanla ilgili konulardaki iradesi, kulun da o şeyi irade edip yapması ile meşiete dönüşür ve oluşum gerçekleşir(Tekvîr 81/26-29).
[1*] Şefaat, birine yardımcı olmak veya birinden bir şey istemek için onunla bir araya gelmektir. Daha çok saygın ve üst derecede olan birinin, alt derecede olan birini yanına alması anlamında kullanılır. İyi veya kötü bir işte bir başkasıyla yardımlaşmak da şefaat sayılır (Müfredat). Dünyada insanlar birbirlerine şefaat edebilir yani yardım edip destek olabilirler (Nisa 4/85). Ama mahşer günü, nebiler dahil kimse kimseye şefaat edemez (Bakara 2/48, 123, En’âm 6/51, Secde 32/4, İnfitar 82/17-19).
[1*] Âl-i İmran 3/2, Nisa 4/87, Taha 20/8, Neml 27/26, Kasas 28/70, Mü’min 40/65, Rahman 55/29, Haşr 59/22-24, Teğabün 64/13.
[1*] İmanın temeli kalp ile tasdiktir. Orası insanın en hür olduğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule zorlanamaz (En’am 6/35, Yunus 10/99, Kaf 50/45, Ğaşiye 88/21-26). Kalpten yapılmayan niyet geçersiz olduğundan, zorla ibadet de olmaz (Nahl 16/106).
[2*] Tağut, haddini aşmakta ileri giden insan ve cin şeytanlarıdır. Bunlar, yoldan çıkmakla kalmaz ayetleri ya yok sayarak ya da anlamlarını bozarak başkalarının da haddini aşmasına ve yoldan çıkmasına sebep olurlar (Bakara 2/257; Nisa 4/51, 60, 76; Maide 5/60; Nahl 16/36; Zümer 39/17).
[1*] Aralarına başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki kişi veya şeyden her birine veli denir. Buradan hareketle akrabalık, dostluk, yardım ve inanç bakımından doğan yakınlık da mecazen bu kelimeyle ifade edilir (Müfredât). İnsana sinir uçlarından daha yakın olan Allah, onun velisi ve en yakınıdır (Kaf 50/16). Ayetler gayet açık olduğu halde tasavvufta bir velayet makamı oluşturulur, o makama veli veya evliya diye nitelenen kişiler yerleştirilerek onlar birer vesile /aracı konumuna getirilir. Böylece onlar, Allah’ın seviyesine çıkarılmış ve tevbe edilmediği takdirde asla affedilmeyecek şirk günahına girilmiş olur (Âl-i İmran 3/68, Nisa 4/48, 116, A’raf 7/3, 30, Secde 32/4, Şûrâ 42/9, Casiye 45/19, Ahkaf 46/4-6, Muhammed 47/11)
[2*] Allah, insana sinir uçlarından daha yakındır (Kaf 50/16), ama kafirler tağutları kendilerine daha yakın görürler. Bunu bir mümin yapsa münafık gibi olur (Nisa 4/138-139, 144). Tağut için ayrıca bkz. Bakara 2/256. ayetin dipnotu.
[2*] İbrahim Aleyhisselam sadece burada bahsi geçen kişiyle değil kavmi ile de benzer tartışmalar yaşamıştır (En’am 6/80-82).
[3*] Nahl 16/120.
[*] Bu kent, Buhtunnasr (Nebukadnezzar) tarafından yıkılan Kudüs’tür. Beyt-i makdis, surlar ve saraylar yıkılmış, halk kılıçtan geçirilmiş (Tevrat, Yeremyâ 18:15-23) ve sağ kalan 10.000 kişi de köle olarak Babil’e götürülmüştü (2. Krallar 24:12-16). Bu ayet ve ilgili diğer âyeler (Tevbe 9/30, İsra 17/4-5) Tevrat’ın Babil sürgününü anlatan bölümleriyle beraber bir anlam bütünlüğü içinde okunup sıralanınca bu ayette sözü edilen kişinin, Perslerin Bâbil’i fethetmesinden sonra, Kudüs’ün yeniden inşası için gönderilen ilk kafilenin başındaki Ezra yani Üzeyir aleyhisselam olduğu görülür. M.Ö. 538’de Kudüs’e gönderilen ve tamamı erkeklerden oluşan bu kafilede, İsrail'in ileri gelenleri ve daha bir çok kişi vardı (Tevrat, Ezra 7/27-28). Bu ayete göre Kudüs’ü perişan halde gören Ezra şöyle dedi: “Allah burayı ölümünden sonra nasıl canlandıracak?” Dört gün sonra ortadan kayboldu (Tevrat, Ezra 8/31-33) ve tam 100 sene sonra, Artahşasta’nın krallığının yedinci yılında yani M.Ö. 437’de tekrar Kudüs’e geldi (Ezra 7:8). Bu ayete göre Allah onunla konuştu ve onu, İsa aleyhisselam gibi insanlar için bir ayet /bir mucize yaptı (Meryem 19/1). O da yıkım sırasında kaybolan Tevrat’ı getirip insanlara okuyunca büyük bir ilgiyle dinlendi (Tevrat, Nehemya 8/1-18). Mucizevi kişiliğinden dolayı Hristiyanlar nasıl İsa aleyhisselama Allah’ın oğlu dedilerse Yahudiler de Ezra’ya yani Üzeyir aleyhisselama Allah’ın oğlu dediler (Tevbe 9/30).
[*] Allah burada; “Kuşlardan her birini bir dağın üstüne koy!” demedi. ”Her dağın üstüne onların her birinden bir parça koy” dedi. Bu emir, İbrahim aleyhisselamın kuşları öldürüp parçalamasını gerektirir. Kuşları çağırdığında bütün parçaları birleşmiş olarak gelmeleri, ölülerin nasıl diriltildiğinin bir örneği olmuştur. Nitekim Allah, Üzeyir aleyhisselamın eşeğini (Bakara 2/259) ve öldürülen bir kişiyi de (Bakara 2/72-73) aynı şekilde yeniden diriltmiştir.
[1*] Arapçada tünele “nafak” denir. “İnfak”, bir şeyi tünelden geçirmek gibidir. Damarları tünele benzetirsek infak; kanın, gıda ve oksijeni hücrelere götürüp onların ürettiklerini ilgili yerlere taşımasına benzer. Dolayısıyla infak, mal ve paranın ihtiyaçlılara ulaşmasını sağlar. Bu yüzden Kur’an daima infakı emreder. Allah rızası için infak, doğrudan ihtiyaçlıya ulaştığı için derhal tüketilir ve yeni üretime yol açar. Mal, uzun süre saklanamaz ama para saklanabilir. Paranın esası altın ve gümüştür. Allah Teâlâ, altın ve gümüşü yani parayı kasalara koyup dolaşımına engel olanları ağır bir şekilde tehdit etmiştir (Tevbe 9/34-35).
[2*] Bakara 2/245, 265, 276, Nisa 4/40, Sebe 34/39, Hadid 57/7.
[*] Müddessir 74/6.
[*] Bakara 2/264, İbrahim 14/24-25, İsra 17/53, Ahzab 33/70-71.
[1*] Bakara 2/262.
[*] Bakara 2/272, Mü’minun 23/60-61, İnsan 76/8-9, Leyl 92/18-21.
[*] Yunus 10/24.
[1*] En’am 6/141.
[2*] Bakara 2/177, Âl-i İmrân 3/92, İnsan 76/8.
[1*] Bakara 2/169, Nisa 4/120, İsra 17/64.
[2*] Bakara 2/261, Sebe 34/39,
[1*] Hikmet, doğru hükümdür. Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden hareketle doğru hükme ulaşma metoduna da hikmet denir. Allah bu metodu, indirdiği bütün kitaplarında anlatmış (Âl-i İmran 3/81, En’am 6/89, A’râf 7/52), Muhammed aleyhisselam da Kur’an’daki hikmeti ümmetine uygulamalı olarak öğretmiştir. Yaratılan ayetlerde yani tabiatta olan doğru bilgiye ulaşma metodu da onların üzerinde yapılacak dikkatli ve sabırlı bir çalışma ile ortaya çıkar. Her iki metotla doğru bilgiye ulaşmak için, yeterli gayreti göstermek gerekir (Bakara 2/129, 151; Al-i İmran 3/7; A’raf 7/52; Hûd 11/1-2; Zümer 39/23; Fussilet 41/3, Müzzemmil 73/1-20).
[2*] “Aklıselim sahibi olanlar” anlamı verdiğimiz ifade “ulü’l-elbâb”dır. Bkz. Bakara 2/179’un dipnotu.
[1*] Nezir (الَّنذْر), kişinin görevi olmayan bir şeyi, karşılık beklemeden kendine görev yapmasıdır (Lisân’ul-Arab). (Âl-i İmrân 3/35, İnsan 76/67).
[2*] Bakara 2/215.
[1*] “Sadaka (صدقة)” kelimesi “doğru söylemek, sözünü yerine getirmek” anlamına gelen “sıdk (صدق)” kökünden türemiş bir isimdir (Kitâbu’l-Ayn). Bu kelime hem nafile hem de farz olan yardımlar için kullanılır. Tevbe 9/60. ayette olduğu gibi bu ayette de belirli ve çoğul formunda gelen “O sadakalar (ٱلصَّدَقَٰتِ)” ifadesi, zekat anlamındadır. Farz olan zekâta sadaka denilmesinin sebebi, kişinin sözünün doğruluğunu fiiliyle ispatlamasıdır (Müfredât). Kur’ân’da zekâtın devlet eliyle toplanıp dağıtılmasından bahseden âyetlerde de devlete olan sadakati bildiren sadaka kelimesi kullanılmıştır (Tevbe 9/60,103). Yine zekâtın faizle karşılaştırılması (Bakara 2/276) ve borcun zekâta sayılabilmesi (Bakara 2/280) ile ilgili âyetlerde de bu kökten gelen kelimeler kullanılmıştır.
[2*] Fakir “geliri açlık sınırının üstünde, temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ancak fazla malı olmadığı için zengin sayılmayan kişi”dir. Bir kimsenin temel ihtiyaçlardan olan evi, eşyası ve borcuna denk parası bulunsa da fakir sayılır. Diğer bir deyişle kişinin temel ihtiyaçlarının giderilmesi onu fakir olmaktan çıkarıp zengin yapmaz. Harcama kalemleri içinde fakirlerin miskinlerden önce gelmesi onların miskinlerden daha zor durumda olduğuna değil, desteklendikleri takdirde kısa sürede zengin hale gelip zekât verebilecek pozisyona ulaşacaklarına işaret etmektedir. Kur’an’da geçen özelliklerine göre fakirler; ihtiyaç sahibi olma (Kasas 28/24) noktasında miskinlerden farklı olarak, gelir elde edecek iş yapma imkanı bulamadığı için temel ihtiyacını karşılamada zorlanan (Bakara 2/273, Haşr 59/8, Hac 22/8), ya da çalışsın çalışmasın ihtiyaçlarını karşılayabilse de fazla malı olmadığından ötürü (Bakara 2/268) zengin sayılmayan (Al-i İmran 3/181, Nisa 4/6,135, Nur 24/32, Fâtır 35/15, Muhammed 47/38), sadece fey ve sadakalarda /zekatta hakkı bulunan (Tevbe 9/60, Haşr 59/7), istemekten çekindikleri ve zengin zannedildikleri için de kendilerine sadakanın gizlice verilmesi daha uygun olan kişilerdir (Bakara 2/271).
[3*] Sadakalar yani zekat sekiz sınıfa verildiğinden (Tevbe 9/60) ayetteki (وَتُؤْتُوهَا ٱلْفُقَرَآءَ) cümlesi, (وَتُؤْتُونهَا ٱلْفُقَرَآءَ) takdirinde birinci cümlenin hali olur. Yoksa sadakaların sadece fakirlere verilmesinin daha iyi olacağı gibi Kur’an’a ters bir anlam çıkar.
[1*] Yardım ettiğimiz kişinin doğru yolda olup olmaması yani dini kimliği önemli değildir. Muhtaç olan herkese yardım etmek gerekir (Rum 30/38, Kasas 28/56).
[2*] Bakara 2/265, Mü’minun 23/60, İnsan 76/8-9, Leyl 98/18-21.
[3*] Enfal 8/60.
[1*] Bakara 2/271, Âl-i İmran 3/104.
[2*] Bakara 2/270.
[*] İbrahim 14/31, Ra’d 13/22, Fatır 35/29.
[1*] Şeytanın yaptığı, insanın yanlış işlerini güzel göstermektir (En’am 6/43, Enfal 8/48). Yanlışlardan sakınanlar, Şeytanın bir vesvesesini fark edince doğru bilgileri (ayetleri) hatırlar ve hemen gerçeği görürler (A’raf 7/201).
[2*] “Faizli işlem” anlamı verdiğimiz kelime er-riba (الربوا)’dır. Mastar olarak ‘artma ve çoğalma’; isim olarak ‘artan’ yani ‘faiz’ veya ‘artmaya sebep olan eylem’ yani ‘faizli işlem’ anlamındadır. Ayette riba, kâr ile değil, alım-satım ile karşılaştırıldığı için burada riba, ‘faizli işlem’ anlamındadır.
[3*] O ana kadar aldıkları kendine kalır ama tahsil etmediği faiz alacaklarını alamaz (Bakara 2/278).
[1*] “Daraltır” anlamı verilen kelimenin kökü olan mahk (مَحْق), bir şeyin hayrının, bereketinin gitmesi ve azalması anlamındadır. Gökteki hilalin, kamerî ayın sonunda kaybolup görünmez hale gelmesine de mehak (محاق) denir (el- Ayn). Çünkü dolunay, günden güne küçülür ve tamamen kaybolur. Faizli işler, başlangıçta dolunay gibi cazip gözükür ama gün geçtikçe daralma olur ve sonunda büyük bir sıkıntı ortaya çıkar.
[2*] Faiz ekonomiyi daraltır ama zekât geliştirir (Rum 30/39). Sadaka ile ilgili olarak şu ayetlere de bakılabilir: Bakara 2/261-274, Hadid 57/18.
[*] Bakara 2/112, 274, Enfal 8/2-4, Tevbe 9/71, Yunus 10/62-64, Ahkaf 46/13-14.
[1*] Faizli borç vermekten vazgeçmeyenler, Allah ve resulüne karşı savaşmalarının ve ekonomiyi çökerterek (Bakara 2/276) fesat çıkarmalarının cezası olarak sürgün cezasına çarptırılabilirler (Maide 5/33).
[2*] Ana malın yani borç olarak verilen şeyin üstündeki her fazlalık faizdir; ancak kağıt para ve dijital para sisteminde paranın gerçek değeri olmadığı için satın alma gücü esas alınır. Ayetin devamındaki “haksızlık etmemek” ve “haksızlığa uğramamak” ifadelerine bakıldığında, satın alma gücündeki değişikliğin dikkate alınması, yani borcu öderken enflasyon farkına dikkat edilmesi gereği ortaya çıkar.
[*] Borçlular, sadaka yani zekat verilen sekiz sınıfın içinde olduğu için (Tevbe 9/60) bu ayet, zor durumda olan borçlunun borcunun sadakaya yani zekata sayılabileceğini gösterir.
[1*] Borcu borçlunun yazdırması itiraf, alacaklının yazdırması iddia olur. İtiraf şahitler huzurunda yapılırsa, borcun başka şekilde ispat edilmesine ihtiyaç kalmaz.
[2*] Sefih, malının değerini bilmeyip, gereksiz harcama yapan kişidir.
[3*] Bununla kastedilen güçsüzler, çocuklar veya çok yaşlı kimselerdir.
[4*] Bunlar güvenilir kişiler olmalıdır (Maide 5/106 -108, Talak 65/2).
[5*] Bu ayet, kadının şahitliğinin erkeğinkine denk olmadığına delil getirilir ama ayette geçen “böylesi şahitlik için daha sağlamdır” ifadesi, bir erkek ile bir kadının veya iki kadının şahitliğinin de “sağlam” olduğunu gösterir. Nitekim ölmek üzere olan bir kişinin borçlarının ödenmesi için yaptığı vasiyete şahit tutması ile ilgili âyetlerde (Maide 5/106-108), kadın erkek ayrımı olmaksızın güvenilir iki Müslüman şahit öngörülür. Ölmek üzere olan kişi, borcunun ödenmesi ile ilgili vasiyetini yolculukta yaparsa Müslüman olmayan iki kişi de şahit olabilir. Şahitlerin, yanlış ifade verip günaha girdikleri fark edilirse ölenin hak sahibi iki yakını, onların şahitliğini hükümsüz kılacak şekilde şahitlikte bulunur. Ölenin yakınları kadın da olabilir. Bu konuda delil alınacak cümle şudur: “Böylesi, şahitliği gereği gibi yapmalarının en alt seviyesidir” (Maide 5/108). Bu cümleyi, bu ayetteki “Böylesi, şahitlik için daha sağlamıdır” cümlesi ile karşılaştırınca, şahitlerin iki erkek veya bir erkek ile iki kadın ya da müslüman olmalarının şart değil tavsiye olduğu ortaya çıkar. Zinaya ve boşanmaya şahitlik konularında ise şahitlerin cinsiyeti hususunda hiçbir ayrım yapılmamıştır (Nisa 4/15; Nur 24/4, 6-8, 13; Talak 65/2).
[6*] “Daha doğru” ile başlayan ifadeler ve bir sonraki ayet, borcu yazmanın farz olmadığını, bunun tavsiye niteliğinde olduğunu gösterir.
[7*] Şahitlik ya bir şeyi görüp duyarak ya da bilgi ve tecrübeyle tespit ederek yapılır. Şahit tutma ifadesinin kapsamına yazıyla kayıt altına alma da girer. Bugün yapılan alışverişlerde düzenlenen fatura satıcının, senet ise alıcının itirafı sayılır. Bu sebeple bir ihtilaf durumunda fatura alıcı lehine, senet ise satıcı lehine şahitlik eder. Eğer belge noterde veya tapuda düzenleniyorsa şahit şartı zaten yerine gelmektedir. Bu ayet baştan sona dikkatli bir şekilde okunursa yazıyla kayıt altına almaya öncelik verildiği görülecektir. Bundan sonraki ayet ise yolculuk halinde yazıcı bulamazsanız diye başlamaktadır. Demek ki ilk yapılması gereken borç ya da alışverişin kayda geçirilmesidir. Ayrıca şahitlik, sadece gözle görmek değil onu kesin bir şekilde bilmektir. Yusuf aleyhisselamın gömleğinin kim tarafından yırtıldığı meselesinde bir kişi olayı görmediği halde suç biliminde uzman olması sebebiyle şahit olarak adlandırılmıştır (Yusuf 12/26-27). Ehlikitap /kitaplarının içeriğini bilenler de Kur’an’ı Tevrat ile karşılaştırınca onun Allah’ın ayetlerinden ibaret olduğuna şahit olurlar (Al-i İmran 3/70). Kur’an’ın ayetlerini doğru anlayan herkes, onun Allah’ın kitabı olduğuna, onu getirenin de Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik eder (Bakara 2/23-24, Âl-i İmran 3/86-89). Dolayısıyla kesin bilgiye ulaşmayı sağlayan her türlü kanıt, şahitlik kapsamına girmektedir.
[1*] Maide 5/106.
[2*] Bu ayete göre birbirine güvenenler, borçları yazmayabilir, rehin almayabilir ve şahit de tutmayabilirler.
[1*] Âl-i İmran 3/109, 129, Nisa 4/126, 131-132, Yunus 10/55, Nur 24/64, Lokman 31/26, Necm 53/31.
[2*] İnsanlar içlerinden geçen vesvese, hayal, anlık duygular gibi şeylerden değil içlerine yerleştirdikleri iman, küfür gibi şeylerden sorumludur (Âl-i İmran 3/29, Nur 24/64, Ahzab 33/54).
[1*] Bakara 2/136, Âl-i İmran 3/84, Nisa 4/136, 152.
[1*] En’am 6/152, A’raf 7/42, Mü’minun 23/62.
[2*] Fussilet 41/46.
[3*] Üstlenilen ağır bir görev anlamındaki ‘ısr’ (Lisan’ul-arab), gelecek yeni resule /kitaba inanma görevidir. (Âl-i İmrân 3/81) Kur’an’ın inmesi ile birlikte ısr yükü kalkmıştır (A’raf 7/157). O yükün artık bulunmadığı, buradaki dua cümlesi ile müminlerin zihinlerinde canlı tutulmaktadır.
[4*] Kur’ân-ı Kerîm’de suçların bağışlanması anlamında afv (عفو), safh (صفح) ve mağfiret (مغفرة) olmak üzere üç ayrı kelime kullanılır. Bunlardan afv (عفو) kelimesinin sözlükteki temel iki anlamından biri, bir şeyi terk etmektir (Mekâyisü’l-lüğa). Bu anlamdan ve ilgili ayetlerden hareketle “afv”, yapılan kötü işleri görmezlikten gelmektir. Sözlükte bir kişinin günahından yüz çevirme anlamına gelen safh da (Sıhah) yeni bir sayfa açmak anlamındadır. Mağfiretin sözlükteki anlamı ise örtmektir (Sıhah, Mekâyisü’l-lüğa). Dolayısıyla ilgili ayetlerde geçen suç ve günahları mağfiret etmek, onları örtüp bağışlamak anlamındadır.
[5*] Bkz. Bakara 2/107. ayetin dipnotu.