MAİDE
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[1*] “Sözleşme” şeklinde tercüme edilen sözcük “akit”tir. Müminlerin asıl sözleşmeleri Allah iledir. Bu şekilde oluşturdukları bağa itikat denir. Helallar ve haramlar, bu itikadın gereklerindendir. Müminler, haram olmayan konularda, insanlarla yaptıkları sözleşmelere de uymak zorundadırlar (Nisa 4/33, Maide 5/89). Çünkü verilen söz sorumluluk doğurur (İsra 17/34).
[2*] Bunlar, bu surenin üçüncü ayetinde belirtilen hayvanlardır (Maide 5/3). Benzer bir ifade için bkz: Hac 22/30.
[3*] En’am 6/143-144. Kurban Bayramında kurban olarak kesilebilecek hayvanlar bunlardır (Hac 22/28,34).
[4*] Ayette geçen “es-sayd (الصَّيْدِ)” kelimesinin başında belirlilik takısı olan el (ال) olması, hac veya umre için ihrama girmiş olanlara haram olan avın Maide 5/96. ayette anlatılan kara avı olduğunu gösterir. İhramlı iken kara avı avlamak haram olduğu gibi başkası tarafından avlanan kara avından yemek de haramdır; ama deniz avı helaldir (Mâide 5/95-96).
[1*] “Simgeler” anlamı verilen şeâir (شَعَآئِرَ); Allah’a kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli işaret ve sembollerdir. Safa ile Merve’nin ve kurbanlık hayvanların şeâirullâhtan yani Allah’a kulluğun simgelerinden olduğu ve onlara saygı göstermenin, kalplerin takvasına bağlı bulunduğu bildirilmiştir (Bakara 2/158, Hac 22/32, 36).
[2*] Bakara 2/194, 217, Tevbe 9/36-37.
[3*] Harem bölgesinde kesilmek üzere götürülen hayvanlar “hedy” diye adlandırılır (Bakara 2/196, Maide 5/95, Fetih 48/25). Bu ayetteki “kalâid” ise gerdanlıklar anlamındadır. Hedy kelimesinden hemen sonra gelmesi sebebiyle, tanınıp saygı gösterilsin diye o kurbanlıkların boynuna takılan özel süsler demektir (Maide 5/97).
[4*] Arap dilinde beyt, gece kalınabilecek yerdir (Müfredât). İnsanlar için kurulan ilk Beyt, Bekke’dedir. Bekke; milyonlarca hacıyı barındıracak kapasitedeki Arafat bölgesi ile başlar, Ka'be'yi de içine alan vadinin bitiminde sonlanır. Arafat'tan sonrası ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37). Tevrat’ta oraya Bekke Vadisi denir (Mezmurlar 84:4-7). Batı sınırı, 17 km uzağındaki Hudeybiye’ye kadar uzanır (Fetih 48/24). Mekke için Mescid-i Haram ifadesi de kullanılır (Tevbe 9/7). Kâbe’ye de beyt denir (Bakara 2/127). Kabe’nin ve onun bulunduğu bölgenin “Haram” olarak nitelendirilmesinin sebebi, orada insanların can ve mal dokunulmazlıklarının olmasıdır.
[5*] “Saygısızlık etmeyin” şeklinde tercüme edilen ibare “helal saymayın” (لاَ تُحِلُّواْ)’dır. Helal; mübah olan bir şey veya kişinin yapıp yapmamakta serbest olduğu eylemdir. Bu ayet, Safa ile Merve arasında say ve hacıların Kurban Bayramında kesmek üzere getirdikleri kurbanlıklar (Hac 22/28) gibi Allah’a kulluğun sembollerinden olan şeylere saygısızlığı yasaklamaktadır (Bakara 2/158, 196, Hac 22/32,36). İbadet için Mekke’ye gelenlere de saygısızlık yapılamaz.
[6*] Maide 5/8. Bunlar, Mekke’den Hudeybiye’ye kadar gidip, Muhammed aleyhisselamın başkanlığındaki Müslümanların Mescid-i Haram’a girmesini engelleyen Mekke müşrikleridir (Fetih 48/24-25).
[1*] Sopa ve taş gibi sert bir cisimle başına veya vücudunun herhangi bir yerine vurularak öldürülen hayvanlar.
[2*] Tapınaklarda, üzerinde kurban kesilen, günlük yakılan, dinî tören yapılan taş masa (Türk Dil Kurumu).
[3*] Bu oyun, kesildikten sonra eti muhtelif hisselere ayrılan bir hayvandan pay kazanmak amacıyla üzerlerinde pay ve risk değerleri yazılı, her biri ayrı isimle anılan belirli sayıdaki okların çekilmesi suretiyle oynanırdı (DİA, Meysir).
[4*] Fısk, doğru yoldan çıkma anlamındadır (En’âm 6/121 ve 145).
[5*] Allah’ın kitabını okuyup anladıktan ve ona inandıktan sonra kafir olanlar (Âl-i İmrân 3/86-91) Kur’an’ın Allah tarafından korunduğunu da öğrenince bu dinin diğer dinlere hakimiyetini engellemekten ümitlerini kesmişlerdir.
[6*] Mükemmel olan şeye ilave veya çıkarma yapılamaz. İslamın, Kur’an’da anlatılan hükümlerine yapılan her türlü ilave ve çıkarma kişiyi dinden uzaklaştırır ve müşrik yapar (Bakara 2/136-138, Âl-i İmran 3/85, En’am 6/14, Hud 11/1-2).
[7*] İslam, teslim olmak demektir. Allah’a teslim olana “müslim” denir. Türkçede ona “Müslüman” adı verilir. Bütün nebiler insanları İslam’a çağırmışlardır (Âl-i imrân 3/19, 83-85; Şûrâ 42/13). Bu dinin, Allah tarafından mükemmel hale getirilmiş ve herkesin uyması emredilmiş olan son şekli, Kur’an’daki İslamdır (Mâide 5/48).
[8*] Günaha meyletmemek, “başkasının hakkına saldırmamak ve ihtiyaç sınırını aşmamak”tır (Bakara 2/173; En’âm 6/145; Nahl 16/115).
[1*] Eti helal olan hayvanlar, en’am ile sınırlı değildir. Temiz olanların hepsi helaldir. Bir şeyin temiz olması, insan fıtratına ters olan pisliklerden arınmış olmasıdır.
[2*] Bir önceki ayette “ölmüş”, “darbe almış” ve “yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış” hayvanların haram olduğu bildirilmişti. Bu ifadelerden sonra avlanan hayvanların ölü olarak ele geçmesi halinde yenilip yenilmeyeceği sorusu akla gelir. İşte bu ayette Allah Teâlâ “avcı hayvanların, sizin için yakaladıklarını “Bismillah /Allah'ın adıyla” diyerek yiyin.” buyurmuş, böylece avlanma yolu ile öldürülen hayvanların da helal olduğunu bildirmiştir.
[1*] Öncekilerde helal olup da Kur'an'da haram kılınan bir yiyecek yoktur. Zira Kur'an kendisinden öncesini misliyle veya hayırlısı ile neshetmiştir (Bakara 2/106). Bize helal kılınanlar Kur'an'ın son vahiy olmasından dolayı onlara da helal kılınmıştır. Bu sebeple “Kendilerine kitap verilmiş olanların yiyeceği” ifadesine domuz eti girmez; çünkü domuz onlara da haram kılınmıştır. "Domuz çatal ve yarık tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır. Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız, sizin için kirlidir." (Levililer 11:7-8). İşledikleri bazı suçlar sebebiyle Yahudilere, normalde helal olan bazı yiyecekler ceza olarak haram kılınmıştır. (Nisâ,4/160-161; En’âm, 6/146) Bunun dışında Allah Teâlâ onlara cumartesi günleri balık avlamayı da yasaklamıştır (A’râf, 7/163; Bakara, 2/65-66). İsa aleyhisselamın nebi olarak görevlendirilmesi ile birlikte, ceza olarak haram kılınan bazı temiz yiyecekler Yahudilere helal kılınmıştı (Al-i İmrân, 3/50). Son nebi Muhammed aleyhisselamın gelmesi ile de ceza olarak haram kılınan temiz yiyeceklerin tamamının helal kılındığı bildirilmiş (A’râf, 7/157), haram yiyeceklerin sayısı dört ile sınırlandırılmıştır (Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; En’âm, 6/145; Nahl, 16/115). Böylece “bizden önce kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri” ile bizim yiyeceklerimiz arasında helallik-haramlık açısından bir fark kalmamış, bizim yiyeceklerimiz onlara, onların yiyecekleri bize helâl kılınmıştır.
[2*] Kadın olsun erkek olsun, namuslu olma, gizli veya açık olarak zinadan uzak durmak, evlenmede olmazsa olmaz şartlardandır (Nisa 4/24, 25, Nur 24/3 ve 26). Zinadan uzak duran bir mümin erkek veya kadın, ancak kendi gibi zinadan uzak duran bir erkek veya kadınla evlenebilir. Bunları yaptıktan sonra tövbekâr olup kendini tamamen düzelten de namuslu sayılır (Furkan 25/68-70).
[3*] Allah Teâlâ, Müslümanların en çetin düşmanlarının Yahudiler ve müşrikler olduğunu bildirir (Maide 5/82). Kimi Yahudi ve Hristiyanların da müşrik oldukları (Tevbe 9/30-31) belirtildiği halde, Allah burada Yahudi ve Hristiyanlar dahil, kendilerine kitap verilen bütün toplumların yiyeceklerinin ve onların namuslu kadınlarıyla evlenmenin helal olduğunu bildirmiş, din farkının yiyecekler konusunda da evlenme konusunda da bir engel oluşturmadığını kesin hükme bağlamıştır. Onların iman esaslarından biri, gelecek nebiye inanmaktır (Âl-i İmran 3/81-85). Muhammed aleyhisselamın bekledikleri nebi, Kur’an’ın da inanmaları gereken kitap olduğu konusunda en küçük şüpheleri olmamasına rağmen inanmayarak kafir olmaları (Bakara 2/89-91, 146, En’am 6/20-21) onları, elinde kitap olmayan müşriklerden daha kötü konuma sokar. Her kafir müşrik olduğu için (Âl-i İmran 3/151) müşriklerden daha kötü konuma düşmüş birinin yiyeceğinden yemek veya onunla evlenmek yasak değilse diğer müşrikler konusunda hiçbir yasak olmaz. Şunu da unutmamak gerekir ki Müslüman olmayanlarla evlenmek haram değildir ama tavsiye edilmez (Bakara 2/221).
[1*] Mesh etmek, eli bir şey üzerinde gezdirmektir (Müfredât). Bkz. Sâd 38/33. Ayette, su bulamayanların teyemmüm etmeleri emredildiği için abdestte meshin ıslak elle yapılması gerektiği anlaşılır. Başı mesh etmek, ıslak eli başın üzerine sürmek; ayağı mesh etmek de ıslak eli bilek kemiklerine kadar ayağın üzerine sürmektir.
[3*] Cinsel ilişki veya başka yolla meydana gelen orgazm hali.
[4*] Suyu kullanacak durumda değilseniz (Müfredat وجد md.).
[5*] Saîd (صَعٖيدً) üste çıkmış şey anlamındadır. Dünya’nın dış yüzeyine (Kehf 18/8) ve yüzeyde olan her şeye saîd (Kehf 18/40) denir.
[6*] Arapçada el anlamına gelen “yed” (يد) kelimesi, sözlüklere göre omuzdan parmak uçlarına kadar tüm kolu ifade eder. Ancak kelimenin Kur’an’daki kullanımları, bilekten parmak uçlarına kadar olan, bir şeyi tutmaya yarayan bölümü ifade etmektedir. Bu durum A’râf 7/195 ve Tâhâ 20/22. ayetlerde görülebilir. Bu sebeple Mâide suresi 6. ayette abdest tarif edilirken, “ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın” denilerek, sadece ellerin yıkanıp bırakılmaması, yıkanacak bölgenin dirseklere kadar uzatılması emredilmiştir. Ayrıca Nisa 4/43. ayette de “yüzünüzü ve ellerinizi meshedin” şeklinde tarif edilen teyemmümde, “dirseklere kadar” ifadesi kullanılmadığı için sahih rivayetlerin çoğuna göre Nebimiz de teyemmümü ellerini bileklerine kadar mesh ederek yerine getirmiştir. (Buhari, Teyemmüm 3; Müslim, Hayız 87; Ebu Davud, Taharet 123).
[7*] Ayette geçen "size olan nimetini tamamlamak ister" ifadesi, yeni bir hükmün geldiğini göstermektedir. Bu ayette geçen teyemmüm, daha önce Nisa 4/43. ayette de aynı şekilde geçtiği, abdest ise detaylarıyla sadece burada anlatıldığı için bu yeni hükmün abdestle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bu, önceki şeriatte var olan ve bu ayet gelinceye kadar Müslümanların da uyguladıkları “ayakları yıkama” hükmünün meshe çevrilmesidir. "Allah size güçlük çıkarmak istemez" ifadesi de buna işaret etmektedir. Bakara 2/106. ayetinde "Biz bir ayeti nesh edersek veya unutturursak ya aynısını ya da daha hayırlısını getiririz" buyrulduğundan bu durum, oruç tutmada getirilen kolaylık (Bakara 2/187) gibi daha hayırlısıyla neshin örneğini teşkil etmektedir.
[1*] Ayette geçen “akrab” (أَقْرَبُ) kelimesi ism-i tafdil değil, sıfat-ı müşebbehe sayılarak anlam verilmiştir. Çünkü ayet dengesiz davranmayı yasaklamaktadır.
[2*] Nisa 4/58, 135; Maide 5/42; En’am 6/152; Nahl 16/90; Şûrâ 42/15; Hucurat 49/9.
[*] Âl-i İmran 3/57, Hud 11/11, Hac 22/50, Fatır 35/7, Yasin 36/11.
[1*] Kezzebe (كذّب) fiili bazı ayetlerde geçişsiz /lâzım, bazılarında geçişli /müteaddî, bazılarında da bâ (ب) harf-i cerri ile geçişli kılınmıştır. Doğrudan geçişli olduğu yerlerde “yalanlama” harf-i cerr ile geçişli olanlarda “bir şey karşısında yalan söyleme” ve geçişsiz olanlarda da “çok yalan söyleme” anlamındadır.
[2*] Bakara 2/39, Maide 5/86, Hac 22/57, Rum 30/16, Hadid 57/19, Teğabun 64/10.
[1*] Bu ayeti, Tevbe 9/41 ve devamındaki ayetler ile birlikte okursak, bu topluluğun Müslümanları ele geçirip yok etmek için harekete geçen ve Nebimizin, en zor zamanda Tebük seferine çıkmasına sebep olan Rumlar olduğu anlaşılır.
[2*] Teğabün 64/13.
[1*] Tevrat’a göre İsrâil’in oğulları Ruben, Şimeon, Levi, Yahuda, İssakar, Zebulun, Yûsuf, Benyamin (Binyamîn), Dan, Naftali, Gad ve Aşer adlarını taşımakta, bunlardan her biri aynı addaki kabilenin atası sayılmakta ve böylece İsrâiloğulları on iki kabileden oluşmaktadır. Ancak Yûsuf’un iki oğlu Efraim ve Menasseh’nin soyu iki ayrı kabile olarak kabul edilmekte, Levi ise özel statüsü sebebiyle on ikinin dışında tutulmaktadır. (DİA, İsrâil)
[2*] Ayet metnindeki “Allah’a güzel bir ödünç verirseniz” ifadesi “bana güzel bir ödünç verirseniz” şeklinde tercüme edilmiştir. Çünkü bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[3*] “Karz (قرض)” Arapçada “kesmek” anlamındadır. Ayette geçen “Allah’a güzel bir ödünç verme”, karşılığını Allah’tan bekleyerek malını, onun rızası için hayra harcamaktır. Bunu yapanlara Allah kat-kat fazlasını verecektir. Faizsiz borç veren kişi de bunu, Allah rızası için yaptığından o da bu kapsama girer. (Bakara 2/245, Hadid 57/11, 18, Teğabün 64/17, Müzzemmil 73/20). Allah’a ödünç verme ifadesi Tevrat’ta da geçer: “Yoksula cömert davranan Rab’be ödünç vermiştir; karşılığını da Rab ona ödeyecektir.” (Tevrat-Özdeyişler 19:17)
[4*] Bakara 2/83.
[1*] Ayette geçen bu ifade, onlara yüklenen, gelecek nebiye inanma ve ona destek olma sorumluluğunu yerine getirmediklerini gösterir. (Bakara 2/40-41, 89-91, Nisa 4/47, Araf 7/157).
[2*] Din bilginlerinin yaptığı tahrif, Tevrat’ta, şu şekilde yerilmektedir: “Nasıl, “biz bilge kişileriz, Rabbin Yasası bizdedir” diyebiliyorsunuz? İşte, bilginlerin yalancı kalemi Yasayı yalana çevirmiş.” (Yeremya 8/8)
[1*] Bir ayette, Hristiyan anlamında "Nasrânî", on dört ayette de onun çoğulu olan "Nasâra" kullanılır. Kelimenin, Îsâ aleyhisselamın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle (Âl-i İmrân 3/52; Saf 61/14), “yardım etme” anlamındaki nasr kökünden geldiği (Müfredat) veya İsa'nın memleketi olan Nâsıra şehrine nisbet edildiği söylenir (DİA, Hıristiyanlık).
[2*] Hristiyanlardan alınan söz, yeni gelecek Nebi Muhammed’e inanma sözüdür (Âl-i İmrân 3/81). Bunlar, yeni bir nebinin geleceğine inanır, onun Mekke’den çıkacağını bilir, ama çoğu ona inanmaz. Ayrıntılı bilgi için A’râf 7/157 ve dipnotlarına bkz.
[3*] Aynı şey Yahudiler için de geçerlidir (Maide 5/64).
[1*] Ehlikitabın bir kesimi, kitaplarında olanın çoğunu gizliyorlardı (Bakara 2/42, 146; Âl-i İmran 3/71, 187; Maide 5/19; En’am 6/91).
[2*] Ehlikitap, ellerinde bulunan Tevrat’ın bir kısmını, kağıt parçaları haline getirip ortaya çıkarır, çoğunu da gizler (En’am 6/91). İşte bu ayet, saklanan bu bilgilerin çoğunun Kur’an’a alınarak açığa çıkarıldığını ve bir çoğunun da alınmadığını ifade etmektedir. Kur’an’a, olduğu gibi alınanlar misliyle, alınmayanlar da hayırlısı ile nesh edilenlerdir. Mesela önceki ümmetlerin tuttuğu gibi oruç tutmak Muhammed aleyhisselamın ümmetine de farz kılınarak misliyle (Bakara 2/183), daha sonra oruçla ilgili bazı kolaylıklar getirilerek hayırlısı ile neshedilmiştir. İbrahim aleyhisselam ile başlayan, erkeklerin sünnet edilmesi ile ilgili hüküm de (Tekvîn, 17/9-27) Kur’an’a alınmayarak hayırlısı ile nesh edilenlerdendir. (Bakara 2/106)
[3*] Nisa 4/174.
[*] İbrahim 14/1, Şûrâ 42/52, Hadid 57/9, Talak 65/11.
[1*] Katolik Kilisesi’nin yayınladığı Din ve Ahlak İlkeleri (İstanbul 2000) kitabında, özetle şu ifadeler yer alır: “İsa, Allah’ın elçisidir (Par. 858) Havariler zamanında İsa, gerçek anlamda insan sayılırdı. Onun Allah’ın oğlu olduğu iddiasını Pavlus ortaya attı. Bunu doğru sayan karar, üçüncü yüzyıldan sonra Antakya’da alındı (Par. 465.) 325’te toplanan Ökümenik İznik Konsili de İsa’nın yaratılmış olmadığına, Baba’dan doğduğuna ve onunla aynı özden olduğuna karar verdi (Par. 465). Üçüncü Ökümenik Efes konsili 431’de şu kararı aldı: “İsa, kendi kişiliğini, akıllı ruhla canlandırılmış bir bedenle birleştirerek insan olmuştur. Meryem Ana ise, gerçek anlamda Tanrı’nın anasıdır.” 451’de toplanan dördüncü ökümenik Kadıköy konsili onun gerçek tanrı olduğunu şöyle ilan etti: “Rabbimiz Mesih İsa’nın mükemmel Tanrılığa ve mükemmel insanlığa sahip, gerçek Tanrı ve gerçek insan olduğunu, akıllı bir ruhtan ve bedenden oluştuğunu, Tanrılık açısından Baba ile, insanlık açısından da bizimle aynı özde olduğunu, günah dışında hepimize her şeyde benzer olduğunu, Tanrılık açısından yüzyıllar öncesinden Baba’dan doğduğunu, insanlık açısından bizim esenliğimiz için bakire Meryem’den doğduğunu oybirliği ile kabul ettiğimizi resmen beyan ederiz (Par. 467).”
[4*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[1*] Bakara 2/94, Nisa 4/49, Cuma 62/6. Mezmurlarda Allah’ın Yahudilere şöyle dediği iddiası yer alır: ‘Siz ilahlarsınız’ diyorum, ‘Yüceler Yücesi’nin oğullarısınız hepiniz!’ (Mezmurlar 82:6-7) Hristiyanların kendilerine Tanrı oğlu dedikleri de İncil’de yer alır (Yuhanna 8:41-47)
[2*] Maide 5/40, 120.
[1*] En’am 6/156-157, Kasas 28/47, Tâhâ 20/134.
[2*] Hadid 57/16.
[3*] Maide 5/15, Nahl 16/44.
[4*] Bu elçinin geleceği, İncillerde Yuhanna 14:26, 15:26, 16:7 bölümlerinde İsa aleyhisselamın ağzından anlatılmaktadır.
[1*] A’raf 7/137, İbrahim 14/6.
[2*] Bakara 2/40, 122.
[1*] Bu konu, Tevrat’ta pek çok pasajda bildirilmiştir (Yaratılış 50:24, Mısır'dan Çıkış 6:8). Allah, kendilerine verilen emirlere uyarlarsa onlara yazdığı topraklarda uzun süre yaşayacaklarını (Yasa'nın Tekrarı 6:1-3), uymazlarsa çeşitli lanetlere uğrayacaklarını ve diğer ulusların arasına dağıtılarak ezileceklerini söylemiştir (Yasa’nın Tekrarı 28:15-68).
[2*] Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161.
[3*] İsrailoğulları kutsal topraklara girmekten korktukları için Mısır’a geri dönmeyi istiyorlardı (Tevrat/Çölde Sayım 14:3).
[1*] Oradaki halkın çok güçlü ve uzun boylu olduğu, ülkenin ise orada yaşayanlara iyilik getirmediği bilgisini şehri araştırmaya gidenlerden bazıları söylemiş, böylece halkı korkutmuşlardı (Tevrat/Çölde Sayım 14:30-33).
[2*] Tevrat’ta da o bölgeye hiç savaşmadan girecekleri bildirilir (Mısır’dan Çıkış 33:1-3, Yasanın Tekrarı 7:1).
[*] Tevrat’ta bu iki kişinin Nun oğlu Yeşu ile Yefunne oğlu Kalev olduğu belirtilmektedir (Çölde Sayım 14 /6-9).
[*] Benzer bir duayı Şuayb Aleyhisselam da yapmıştır (A’raf 7/89).
[*] Allah, İsrailoğullarına yazdığı ülkeyi savaşmadan alacaklarını Tevat’ta söylemiştir (Yasa’nın Tekrarı 6:18-19). Onlarsa vadedilen ülkenin yanına kadar gelmişken “Keşke Mısır'da ya da bu çölde ölseydik! RAB neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız, çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?” (Çölde Sayım 14:2-3) demişlerdi. Bu, onların Allah’a karşı onuncu isyanları olduğu için Allah, artık onların orayı görmelerini istememişti (Çölde Sayım 14:21-24).
[*] “Sunu” anlamı verilen kelime kurbandır. Arapçada kurban, Allah’a yakınlaşma vesilesi yapılan şeydir. Yaygın kullanımda, hak yolunda boğazlanan kurbanlık hayvan anlaşılır (Müfredat). Bu nedenle Allah’ın indirdiği kitaplarda kendisine yakınlaşmak amacıyla takdim edilmesini emrettiği çeşitli türden sunular bu kapsama girer. Nitekim Habil ve Kabil’in Tevrat’taki kıssası, sunulardan birinin toprak mahsulü, diğerinin ise hayvan cinsinden olduğunu göstermektedir (Yaratılış 4:2-5). Her yıl ibadet olarak kesilen Kurban Bayramı kurbanı ise Kur’an’da “mensek” kelimesiyle ifade edilmiş ve her ümmete farz kılındığı bildirilmiştir (Hac 22/34, 67).
[*] İsra 17/33.
[*] “Benim günahımı” ifadesi, “beni öldürme günahını” anlamındadır. Yoksa kimse kimsenin günahını üstlenmez (En’am 6/164, İsra 17/15, Fatır 35/18, Zümer 39/7, Necm 53/38).
[*] Allah, ölen kişinin kabre koyulmasını bir kural olarak belirlemiş (Abese 80/18-21), ilk ölen kişinin nasıl gömüleceğini de bu ayette belirtildiği gibi Adem aleyhisselamın oğluna öğretmiştir.
[1*] Bu hüküm, bu şekliyle elimizdeki Tevrat’ta yer almaz. Ancak Yahudilerin Sözlü Tevrat dedikleri Talmud’un bir bölümü olan Jerusalem Talmud Sanhedrin 4.9’da da Yaratılış 4:10 hakkında bilgi verildikten sonra, “Bu nedenle insan, tek bir yaşamı yok edenin tüm dünyayı yok etmiş gibi sayılacağını ve tek bir yaşamı kurtaranın tüm dünyayı kurtarmış gibi sayılacağını öğretmek için dünyada tek olarak yaratılmıştır.” şeklinde bu ayetin hükmünden bahsedilir.
[2*] Âl-i İmran 3/183, A’raf 7/101, Rum 30/47.
[1*] Bir ayetteki cezaların uygulanabilmesi için iki eylemin birlikte işlenmesi gerekir. İkinci cümlenin, başında vav (واو) edatı olan muzari ile başlamasına rağmen önceki cümleye hal yapılmıştır. Nahiv yani Arap dili grameri alimleri bunu kabul etmezler ama konuya Kur’an açısından bakınca onların da bazı hatalarının olduğu görülür.
[2*] Savaş açanlar” anlamı verilen “yuharibûn (يحاربون)” kelimesinin, harb (حرب) ve hareb (حرب) şeklinde iki ayrı kökü vardır. Harb, savaş, hareb ise soygun anlamındadır (Müfredat). “Allah ve Resulüne karşı savaş açma” ifadesi, Mescid-i dırar ile ilgili ayette de geçer. O ayette Nebimize, orada bulunmama dışında bir emir verilmemiştir (Tevbe 9/107-108). İki ayette de “harb = (حرب)” kelimesi geçer. Bunlardan biri, faiz alacaklarından vaz geçmeyenlerle (Bakara 2/279) diğeri de savaş meydanında yapılması gerekenlerle ilgilidir (Muhammed 47/4). Her ikisinde de soygun anlamı vardır. Faizciler, batıl yollarla insanların mallarını yerler (Nisa 4/29) ama Bakara 2/279’da, Allah’ın onlara vereceği ceza dışında herhangi bir cezadan söz edilmez. Savaş açanlar da karşı tarafın malına ve yurduna konmayı hedeflerler. Yukarıdaki âyette geçen fesadın (فساد) anlamı ise bir şeyin dengesinin bozulmasıdır (Müfredat) “Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanlar” ifadesinin geçtiği ayetlerde sadece Allah’ın onları sevmediği bildirilir (Bakara 2/205, Maide 5/64). Maide 5/33. âyette, çoğul ifadeler kullanıldığı için orada sözü edilen cezalar, ancak bu iki suçun birlikte, organize olarak işlenmesi halinde uygulanabilir. Kur’an’da, suç ve ceza arasında denklik şartı vardır (Nahl 16/126, Hac 22/60, Şurâ 42/40). Bu sebeple can ve mal güvenliğini yok edenler, suçlarının derecesine göre cezalandırılırlar. Bizimle savaşanları etkisiz hale getirinceye kadar bulduğumuz yerde öldürmemiz, bizi çıkardıkları yerden çıkarmamız ama sınırları aşmamamız emredilmiştir (Bakara 2/190-192, Muhammed 47/4). Terör eylemi de bu kapsama girer. Cinayet işlemek için örgütlenenler, eyleme geçmişlerse asılarak öldürülürler. Soygun için örgütlenenler, soygun yapmışlarsa elleri ve ayakları çaprazlamasına kesilir. Faizcilik de bir çeşit soygun olduğu için bunu örgütlü olarak yapanlar da durumlarına göre cezaya çarptırılırlar. Can ve mal güvenliğini ihlâl için örgüt kurmuş ama eyleme geçmemiş olanlar, korku salıp seyahat özgürlüğünü engelledikleri için sürgün edilirler (Bakara 2/251, Hac 22/40).
[3*] Şûrâ 42/42.
[*] Furkan 25/68-71.
[1*] Bu ayette geçen vesile, kulu Allah’a yaklaştıran şeydir. Bunlar iman ve salih amellerdir (İsra 17/57, Sebe 34/37, Alak 96/19). Allah, kendisine yaklaşmak için nebileri, melekleri, salih kulları veya başka varlıkları vesile kılmayı yasaklamıştır; çünkü bu, Allah’a yaklaşmak değil, onları araya koyup Allah’tan uzaklaşmaktır (A’raf 7/3, Zümer 39/3, Ahkaf 45/5-6). Bu da Allah’ın asla affetmeyeceği şirk günahıdır (Nisa 4/48, 116).
[2*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.
[*] Al-i İmran 3/91, Yunus 10/54, Ra’d 13/18, Zümer 39/47, Mearic 70/11-14.
[*] Bakara 2/167, Hac 22/22, Mü’minun 23/106-108, Secde 32/20, Fatır 35/36-37, Casiye 45/35.
[*] Bir malı çalan kişi; biri mal sahibine, ikincisi topluma, üçüncüsü Allah’a karşı olmak üzere üç suç işlemiş olur. Bunların cezası, suçlunun elini kesmektir. Bu ceza hem ona hem de çevresine, iyi bir ders olur. Bu, el kesme cezasının caydırıcı özelliğidir. Suçlu, yakalanmadan teslim olur ve iyi hal gösterirse el kesme cezasından kurtulur. Artık onun cezası, çaldığı mal ile birlikte onun dengi bir mal daha vermektir. Kur’an’ın sârik /hırsız dediği kişinin nasıl bir suç işlediğini, Kur’an’dan tespit etmek mümkündür. Yusuf Suresi 70-72. ayetlerde Yusuf aleyhisselam, bir plan yaparak kralın su tasını öz kardeşinin yükünün içine koymuş ve bundan dolayı üvey kardeşlerinin hırsız (sârik) sanılmalarını sağlamıştır. Kendilerine ait olmayan bir eşyayı gizlice almış olan kişilere ayette sârikûn denmiştir. Ayetteki “neyi kaybettiniz” ifadesi bir malın sahibinden gizlice alındığını göstermektedir. Yine “kralın su kabı” ifadesi malın başkasının mülkiyeti altında ve korunan bir mal olduğunun yanı sıra belli bir ekonomik değere sahip olduğunu da belirtmektedir. Yusuf Suresinin 76. ayetinde kralın su kabının Yusuf aleyhisselamın öz kardeşinin yükünden çıkmış olması, eyleme konu olan malın bulunduğu yerden izinsiz ve gizlice alınarak başka bir yere nakledildiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bir suçun el kesme cezasını gerektirecek şekilde nitelikli hırsızlık (serika) olarak değerlendirilebilmesi için şu şartları taşıması gerektiği anlaşılmaktadır: Koruma altında olan başkasının mülkiyetindeki belli bir ekonomik değer taşıyan bir malın, sahibinin izni olmaksızın gizlice bulunduğu yerden alınması ve başka bir yere intikal ettirilmesi. Malın korunuyor olması, suçun gizli yapılıyor olması, malın ekonomik bir değer taşıması, serika türündeki hırsızlığın mülkiyet hakkına yönelik bir saldırı olduğunu ortaya koymaktadır. Malın bir başka yere nakledilmiş olması da suçun tasarıdan tatbikata dönüştüğünün göstergesidir. Kelimenin mecaz olarak kullanıldığı Hicr 15/17-18. ayetlerde bile çalınan şeyin korunuyor, çalanın da eylemi gizlice yapıyor olduğu görülebilmektedir. Yukarıda sayılan şartlardan birini dahi barındırmayan bir hırsızlık suçu, serika olarak adlandırılamayacağı için bu suçu işleyene de sârik denmez ve el kesme cezası uygulanmaz. Nebimizin de çeyrek dinar veya bir kalkan ya da zırh değerinde olmayan malların çalınması durumunda el kesme cezasını uygulamadığı, hadis rivayetlerinde yer almaktadır (Bkz: Buhari, Hudud 13; Ebu Davud, Hudud).
[*] Nisa 4/17, En’am 6/54, Meryem 19/60, Taha 20/82, Furkan 25/70-71, Kasas 28/67.
[1*] Maide 5/120.
[1*] Âl-i İmran 3/176; Maide 5/60-63.
[2*] Tahrif (التحريف), Nisa 4/46 ve Maide 5/13’te açıklandığı gibi iki tarafa çekilebilecek bir anlamı, kolayca anlaşılmayacak biçimde, sözün akışına uygun olmayan tarafa çekmektir. Tahrif, metinde değil anlamda olduğu için Kur’an, önceki kitapların ana metinlerini tasdik eder. Ama tahrif kelimesi de tahrif edilip ona “tebdil” yani metni değiştirme anlamı verildiğinden hem Kur’an’ın önceki kitapları tasdik ettiği unutturulmuş hem de Kur’an ayetlerinde yapılan anlam kaydırmalarının üstü örtülmüştür. En fazla tahrif, Yahudileri rahatsız eden ayetlerde olmuştur.
[1*] Maide 5/62.
[2*] Nisa 4/113.
[3*] Maide 5/47.
[1*] Bir gün Muhammed aleyhisselama zina etmiş Yahûdi erkek ve kadın getirildi. Henüz zina ile ilgili bir ayet inmemişti. Tevrat’ta zina cezasının recm olduğunu öğrenince (Levililer 20/10-26) onlara o cezayı uyguladı (Buhârî, Hudûd, 24). Çünkü konuyla ilgili ayet ininceye kadar önceki kitaplara uymak zorundaydı (En’am 6/90). Onlar, daha hafif bir ceza vermesini bekledikleri için onları Nebimize gönderen Yahudiler: “Size şu hüküm verilirse kabul edin, verilmezse kabul etmeyin” (Maide 5/41) demişlerdi (Taberî).
[2*] Bu insanların Muhammed aleyhisselamı hakem tayin etmelerinin nedeni ona inanmaları değil, istedikleri hükmü vermesini beklemeleridir (Maide 5/41).
[1*] Bu ayette nebilerin Yahudilere Tevrat’la hükmettikleri bildirilmektedir. Bakara 2/140. ayette de İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi ya da Nasrani olmadığı vurgulanır. Musa aleyhisselamdan önce gelen son İsrailoğlu nebisi, Yusuf aleyhisselamdır. Hatta İsrailoğulları, onun ardından başka nebi gelmeyeceğini söylüyorlardı (Mü’min 40/34). Demek ki Tevrat’ın inişi Musa (as) ile başlamıştır; ancak Kur’an’ın hiçbir ayetinde Musa’ya Tevrat’ın verildiğinden bahsedilmez. Musa’ya Kitap verildiği bildirilir. Yahudi geleneğinde de Tevrat'ın ilk beş bölümünün Musa'ya verildiği kabul edilmektedir. Tevrat’ın omurgasını /ahkama dair yönünü Musa’ya verilen bu kitap oluşturur. Musa’dan sonraki nebilere indirilen her kitap, Musa’ya indirilen kitaba eklenmiş, Tevrat meydana gelmiştir. Nebiler sadece kendilerine verilenle değil kendilerinden önce indirilenle de amel ediyor, hüküm veriyorlardı. Muhammed aleyhisselam da kendisine emredildiği gibi, hakkında hüküm indirilmemiş konularda önceki kitaplara uymuştur (En’am 6/90). Örneğin, kıble değişimi ile ilgili ayetler ininceye kadar namaz kılarken Kudüs’e doğru dönmüştür (Bakara 2/142-150). Maide Suresinin 3. ayetinin inmesiyle birlikte dinin tamamlandığı bildirilmiş ve artık her konuda Kur'ân'da olan hükümlere uyulması emredilmiştir (Maide 5/48).
[2*] Bakara 2/40-41.
[1*] Tevrat’ta da benzer ifadeler yer alır: “Acımayacaksınız: Cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak.” (Yasanın Tekrarı 19:21). Ama başka bir zarar varsa, cana karşılık can, göze karşılık göz, dişe karşılık diş, ele karşılık el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşılık yanık, yaraya karşılık yara, bereye karşılık bere verilecektir (Mısır’dan Çıkış 21:23-25). Kur’an’da kısas, sadece adam öldürmelerde farz kılınarak Tevrat’taki hükümler daha hayırlısı ile neshedilmiştir (Bakara 2/106, 178-179).
[2*] Suçun üstünü örten şey anlamında olan keffaret kelimesi, örtme anlamına gelen küfr (كفر) kökünden türemiş bir isimdir.
[1*] Âl-i İmran 3/50, Saf 61/6.
[2*] Ayette İsâ aleyhisselamın gönderilmesinin Tevrat’ı tasdik etmesiyle kendisine verilen İncîl’in Tevrat’ı tasdik etmesi birbirinden ayrılmaktadır. Çünkü İsâ Aleyhisselam, doğumundaki özel durum sebebiyle Tevrat’ı, İncil’den ayrı olarak tasdik etmektedir. Tahrîm 66/12. ayette geçen Meryem validemizin Allah’ın kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmesi ifadeleri de bunu göstermektedir. Enbiyâ 21/91 ve Mü’minun 23/50. ayetlerde Meryem validemiz ve oğlunun birer ayet olduklarının söylenmesi de yine Tevrat’taki bölümü tasdik etmeleri ile ilgilidir. Zira Meryem validemiz ve İsa aleyhisselam, Tevrat’ta da ayet kelimesinin karşılığı olan “alâmet” ifadesi ile anlatılır: “Bunun için Rab kendisi size bir alâmet verecek; işte, bakire kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını İmmanuel (Allah bizimle) koyacak.” (İşaya, 7:14) İsa aleyhisselamın babasız olarak dünyaya gelmesi Tevrat’taki bu ifadeleri tasdik etmiştir. Matta İncili’nde de Tevrat’taki ifadelere gönderme yapılmakta ve beklenen olayın gerçekleştiği ifade edilmektedir. “Ve bir oğul doğuracaktır; ve onun adını İsâ koyacaksın; çünkü kavmini günahlarından kurtaracak olan odur. İmdi peygamber vasıtası ile Rab tarafından söylenen: ‘İşte kız gebe kalacak ve bir oğul doğuracak ve onun adını İmmanuel koyacaklar’ sözü yerine gelsin diye hep bunlar vaki oldu.” (Matta, 1: 23) Böylece İncil, Tevrat’taki ifadeleri aynen kullanmak suretiyle onu tasdik etmiş olmaktadır.
[1*] Hadid 57/27.
[2*] Fâsık, Allah’a içinden söz verdikten sonra onunla bağını koparıp yoldan çıkan kişidir. O, Allah’ın emirlerini anlar, uymaya karar verir, daha sonra vazgeçer (Âl-i İmran 3/81-82, Ra’d 13/27, Nur 24/55) ve onları unutmuş gibi davranır (Tevbe 9/67, Haşr 59/19). İşte cezayı hak edenler onlardır (Ahkaf 46/35).
[1*] Kur’an, bütün nebilere verilmiş kitapları hem tasdik eder hem de içeriklerini büyük ölçüde korur (Maide 5/15). Ortak hükümler, ancak Kur’an ile tespit edilebilir. Kur’an’ın önceki kitapları tasdik edici özelliğine dair ayetler için bkz: Bakara 2/41, 89, 91, 97, Âl-i İmran 3/3, Nisa 4/47, En’am 6/92, Yunus 10/37, Yusuf 12/111, Fatır 35/31, Ahkaf 46/12, 30.
[2*] “Açık yol” anlamı verdiğimiz kelime minhac (مِنهاجُ)’tır (Lisan’ul-arab). Bu, Allah’ın sünnet veya sünnetullah diye nitelediği ve gidilmesini emrettiği ana yoldur (Nisa 4/26-27, Ahzab 33/38-39). “Özel hüküm” anlamı verdiğimiz kelime ise şir’a (شِّرْعةُ)’dır. Şir’a, şeriat ile aynı kökten türemiş, çeşit bildiren mastardır. Şeriat ana yolun içindeki değişmez kanunları gösterirken (Şûrâ 42/13) şir’a, ilahi kitaplardan her birine konan özel hükümleri ifade eder. Her bir ümmete özel olan bu hükümler, nesih kavramını (Bakara 2/106) doğru anlamamızı sağlar.
[3*] Hac 22/67, Casiye 45/18.
[4*] Nitekim İncil’in inişiyle, Tevrat’ta haram kılınan bazı yiyecekler helal kılınmıştı (Âl-i İmran 3/50). Bu tür imtihanın bir diğer örneği de kıblenin değişmesidir. İlk kıble, Mekke’deki Mescid-i Haram’dır (Âl-i İmran 3/96). Kıblenin Kudüs’te bulunan Beytülmakdis’e çevrilmesi, Süleyman aleyhisselam zamanında olmuştur (Tevrat / I Krallar 8:28-30, II Tarihler 6/19-21). Bakara 2/143-146 ayetleri oranın, Yahudileri ve Hristiyanları imtihan için geçici bir süreliğine kıble yapıldığını bildirmektedir.
[5*] Nisa 4/105-107, Şûrâ 42/15.
[1*] Nisa 4/105-107, Şûrâ 42/15.
[2*] Hud 11/12, İsra 17/73-75, Kasas 28/87.
[1*] "Cahiliye” kavramı Arapların İslâm’dan önceki dinî hayatını ifade için kullanılır. Kelime aynı zamanda kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eder. Cahiliye kavramının geçtiği ayetler için bkz: Âl-i İmran 3/154, Ahzab 33/33, Fetih 48/26.
[2*] Tîn 95/8.
[1*] Bakara 2/120, Âl-i İmran 3/28, Nisa 4/144, Maide 5/57, Enfal 8/73, Mümtahine 60/1.
[2*] Onlar Müslümanlara karşı birbirlerine destek verirler; ama kendi aralarında bitmez tükenmez düşmanlıkları vardır (Maide 5/14, 64; Casiye 45/19; Haşr 59/14).
[3*] Tevbe 9/23, Mümtahine 60/8-9.
[1*] Bakara 2/8-10; Tevbe 9/64,125; Muhammed 47/20, 29; Müddessir 74/31.
[2*] Nisa 4/138-139, 141-143.
[*] Haşr 59/11.
[1*] Mezhepler, “Kim dinini değiştirirse onu öldürün.” (Buhârî, Cihad 149) şeklinde uydurulan bir rivayete dayanarak dinden dönenin öldürüleceği konusunda ittifak etmişlerdir. Oysa dinden dönenler hakkındaki ayetlerde dışlanmışlık (Âl-i İmran 3/86-88) dışında dünyevi bir cezadan bahsedilmez. Onların, ölünceye kadar tövbe etme imkanları olduğu ama etmezlerse amellerinin boşa gideceği ve ahirette cezaya çarptırılacakları belirtilir. Kur’an’da dinden dönenin öldürüleceğine dair bir hüküm yoktur (Bakara 2/108, 217, 256; Âl-i İmran 3/72, 89-91; Nahl 16/106; Muhammed 47/25).
[2*] Muhammed 47/38.
[3*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.
[4*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Maide 5/17. ayetin dipnotu.
[5*] Nur 24/55.
[*] Âl-i İmran 3/160, Ankebut 29/69, Saffat 37/173, Mücadele 58/22.
[*] Maide 5/51.
[*] Maide 5/57.
[*] Âl-i İmran 3/110, 118-120.
[1*] Cumartesi yasağını çiğneyenler maymunlar gibi olmuşlardı. Bu, onlara has fiziksel dönüşüm değil, benzer davranışları gösteren herkese uygulanan bir dışlama biçimidir (Bakara 2/65, Nisa 4/47, A’raf 7/166).
[2*] Tağut, haddini aşmakta ileri giden insan ve cin şeytanlarıdır. Bunlar, yoldan çıkmakla kalmaz ayetleri ya yok sayarak ya da anlamlarını bozarak başkalarının da haddini aşmasına ve yoldan çıkmasına sebep olurlar (Bakara 2/256, 257; Nisa 4/51, 60, 76; Nahl 16/36; Zümer 39/17).
[*] Maide 5/42.
[1*] Âl-i İmran 3/79.
[2*] Maide 5/79.
[1*] Âl-i İmran 3/181.
[2*] Maide 5/68.
[3*] Aynı şey Hristiyanlar için de geçerlidir (Maide 5/14).
[*] Bakara 2/62, Âl-i İmran 3/110, Maide 5/69, Hac 22/17.
[1*] Allah Teala bütün nebilerine kitap ve hikmet vermiş ve daha sonra onlardan, yanlarında olanı tasdik eden bir resul geldiğinde ona inanma sözü almıştır (Âl-i İmran 3/81). Yahudi ve Hristiyanlara da gelecek son kitaba ve son nebiye inanma görevini yüklemiştir (Bakara 2/40-41, A’raf 7/157).
[2*] Âl-i İmran 3/113, A’raf 7/159.
[1*] Allah’ın emrettiği tebliğ görevi, onun indirdiği ayetleri insanlara anlayacakları dilde ulaştırmaktır (İbrahim 14/4). Resulün tebliğ görevinin tanımı “ayetleri okuma, muhatabı geliştirme, kitap ve hikmeti öğretme” şeklindedir (Bakara 2/129, 151, Al-i İmran 3/163, Maide 5/67, Cuma 62/2).
[2*] Yunus 10/103, Rum 30/47, Mümin 40/51, Muhammed 47/7, "...O vefalı kullarının canını korur; kötülerin elinden onları kurtarır." (Tevrat/Mezmurlar 97:10)
[1*] Maide 5/66 ve 68. ayetlerde, Tevrat’ın ve İncil’in uygulanması konusunda kullanılan ikame fiili, bir şeyi tam ve sürekli yapma anlamındadır. Buna göre, ehlikitabın doğru yolda olabilmesi, ancak Tevrat ve İncil’deki büyük küçük bütün emirlere uymalarıyla mümkün olabilecektir. Bir emri dahi görmezden gelmeleri, onların doğru yola girmelerine engeldir (Yasa’nın Tekrarı 6:2, Matta 5:18-19). Bu emirlerden biri de gelecek son nebiye uyma emridir (A’raf 7/157). Ehlikitap, ellerindeki kitapla Kur’an arasındaki tasdik ilişkisini kurduğunda, Kur’an’a uymak zorunda olduğunu görür.
[2*] Maide 5/64.
[1*] Sâbiîler, Yahya aleyhisselamın ümmeti olmalıdır. Çünkü Allah Teala, her nebi gibi (Al-i İmran 3/81) Yahya aleyhisselama da kitap ve hikmet vermiştir (Meryem 19/12, En’âm 6/84-89). Sabiîlerin temel kitapları Ginza, Draşya d Yahya ve Kolasta’dır. (Şinasi Gündüz, Sâbiîlik, DİA)
[2*] Kur’an tebliğ edilmemişse kendi kitaplarına uymaları yeterli olur (Âl-i İmrân 3/81, A’râf 7/157). Ama Kur’an tebliğ edilmişse artık Kur’an’a uymak zorundadırlar (Bakara 2/136-137, Âl-i İmran 3/84-85, Nisâ 4/161-162, Maide 5/67-68).
[3*] Bakara 2/62, Hac 22/17. Kendisine bir elçinin tebliği ulaşmayan kimse, sadece bile bile şirk koşmaktan (Bakara 2/22) ve bildiği doğrulardan sorumlu tutulur.
[1*] Bakara 2/63, 83-84, 93; Maide 5/12.
[1*] “Sıkıntı” anlamı verilen “fitne (فتنة)”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında da kullanılmıştır.
[2*] En’am 6/39.
[1*] Maide 5/17, 73.
[2*] Âl-i İmran 3/51, Maide 5/117, Meryem 19/36, Zuhruf 43/64.
[1*] Onlar, Allah ile aralarına, İsa aleyhisselamı (Maide 5/17, 72, Tevbe 9/31) ve annesi Meryem’i, aracı ilah olarak koyar (Maide 5/116) ve bunlarla Allah’a ulaşmaya çalışırlar. Bu sebeple Allah, onlara göre üçün üçüncüsüdür. .
[2*] Nisa 4/171, Nahl 16/51.
[3*] Âyette geçen, “içlerinden kafirlik edenleri acıklı bir azap çarpacaktır.” ifadesi, onların içinde, kafirlik etmeyenlerin de olduğunu gösterir. Allah’ın varlığı ve birliği konusunda kimsenin şüphesi yoktur. İlah sayılanlar, kendilerini Allah’a daha çok yaklaştırmak için araya girdiğine inandıkları aracılardır (Zümer 39/3). Ayetlerde anlam kaydırmaları yapılarak bir çok insan buna inandırılmıştır. Allah kimseyi, bilmeden yaptığı yanlışlardan sorumlu tutmaz (Bakara 2/286) Bu sebeple onların içinde kafirlik etmeyenler, bilmeden aracıları ilah edinenlerdir. Bunun örneği İbrahim aleyhisselamdır. O, büluğa erdiği andan itibaren putların ilah olmayacağını anlamıştı (A’raf 7/172-173). Ama gözlemler yapıp kesin kanaate varıncaya kadar gezegenin, ayın ve güneşin aracı rabler olduğuna inanıyordu. Onların rab olamayacaklarını anlar anlamaz tavrını ortaya koydu (Enbiya 21/51-64) ve toplumuna: “"Ey halkım! Ben, sizin ortak saydıklarınızdan uzağım. Ben yüzümü doğrudan doğruya, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben müşriklerden /Allah’ı ikinci sıraya koyanlardan değilim” dedi. Onun bu konuda, bile bile yaptığı bir yanlış olmadığı için Allah onun hiçbir zaman müşriklerden olmadığını söylemiştir (Bakara 2/135, Âl-i imran 3/18, 67, 95, En’am 6/161, Nahl 16/123). (Enbiya 21/52-56). Bir çok hristiyan da kendine anlatılan yanlışların etkisi ile İsa’yı ve Meryem’i, kendini Allah’a daha çok yaklaştıracak bir aracı ilah sayabilir. Bu ayetlere göre Allah onları, bilmeden işledikleri şirk günahından sorumlu tutmayacaktır.
[*] Âl-i İmran 4/135, Nisa 4/110, En’am 6/54, A’raf 7/153, Hicr 15/49, Nahl 16/119, Taha 20/82, Furkan 25/70, Zümer 39/53, Şûrâ 42/25.
[*] Nisa 4/171, Enbiya 21/8, Furkan 25/20, Zuhruf 43/59.
[*] Furkan 25/3, 55.
[1*] Bakara 2/147, Âl-i İmran 3/60, Nisa 4/170, Yunus 10/32, 94, 108, Hud 11/17, Kehf 18/29, Hac 22/54, Secde 32/3.
[2*] Nisa 4/171.
[1*] Allah, her resulü, kendi toplumunun dili ile göndermiştir (İbrahim 14/4). Davud ve İsa aleyhisselamın dili de onlara indirilen kitapların dilidir. Bakara 2/87-88, Nisa 4/46, 51-52, Maide 5/13, 64.
[2*] Âl-i İmran 3/112.
[*] Âl-i İmran 3/110, Maide 5/66.
[1*] Âl-i İmran 3/119, Tevbe 9/97.
[2*] Keşiş bazı dinlerde ıssız bir yerde tek başına veya manastırda cemaat halinde münzevi hayat süren zâhidler için kullanılan terimdir (DİA).
[3*] Ayette geçen ruhban, “korkmak”, “çekinmek” anlamlarına gelen r-h-b (رهب) kökünden türemiş bir kelimedir. “Allah’tan korkan”, “O’ndan çekinen” anlamında “Râhib” kelimesinin çoğuludur. Buna göre Ruhban; “Allah’tan korkan ve uzlet halinde ibadet eden kimseler” anlamına gelmektedir (Müfredât). Bu kişiler çoğunlukla manastırda uzlete çekilen din adamlarıdır (Âl-i İmran 3/113-115; Tevbe 9/31, 34).
[*] Bakara 2/121, Ra’d 13/36, Ankebut 29/47.
[*] Kasas 28/52-53.
[*] Kasas 28/54.
[*] Bakara 2/39, Maide 5/10, Hac 22/57, Rum 30/16, Teğabun 64/10.
[*] A’raf 7/32, Yunus 10/59, Nahl 16/116-117, Tâhâ 20/81.
[*] Bakara 2/168, 172, En’am 6/142, Nahl 16/114, Mülk 67/15.
[1*] Bakara 2/225.
[1*] “İçki ve uyuşturucu çeşitleri” anlamını verdiğimiz kelime, “bir şeyi örten” anlamına gelen “hamr (خمر)”dır. Sarhoş edici tüm içkiler ve uyuşturucu çeşitleri insanı sarhoş ettiğinden dolayı bu anlam verilmiştir. Nitekim Nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Sarhoşluk veren her şey hamrdır. Sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe,73; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5)
[2*] Ayet metninde geçen “meysir (ميسر)”, “yüsr (يسر)” yani kolaylık kökünden gelmektedir. Meysir, Bakara 2/219 ve Maide 5/91. ayetlerde de “hamr” ile birlikte zikredilir. Kolayca mala kavuşmayı amaçlayan ve aynı zamanda malı kolayca kaybetmeye sebep olan piyango, toto, loto ve tombala gibi bütün şans oyunları; poker, rulet, kollu kumar makineleri gibi tüm kumar çeşitleri; iddaa, at yarışı, horoz dövüştürme vb. her türlü bahis bu kapsama girer. Kaybedenin hesabı ödemesi şartıyla oynanan tüm oyunlar da meysir kapsamında olduğu için bu tür oyunları oynamak haramdır.
[3*] Tapınaklarda ilâhlara kurbanların sunulduğu ve üzerinde tütsüler yakılıp çevresinde dînî merâsimlerin yapıldığı taş masalara sunak denir (Kubbealtı).
[4*] Ezlam ile ilgili olarak bkz. Maide 5/3’ün dipnotu.
[1*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât ذكر md.). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/286).
[2*] Nisa 4/43.
[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, Kur’an’dır (Âl-i İmrân 3/144).
[2*] Nisa 4/59, 80, Enfal 8/1, 20, 46, Nur 24/54, Muhammed 47/33, Teğabün 64/12.
[*] Bu ayet, tevbe edip durumlarını düzelten kişilerin daha önceden yiyip içmiş oldukları haram şeylerden sorumlu tutulmayacaklarını bildirmektedir. Yaptığı yanlıştan dolayı tevbe edip durumunu düzeltenlerle alakalı diğer ayetler şöyledir: A'râf 7/153, Nahl 16/119, Taha 20/82, Furkân 25/68-71, Ankebut 29/69.
[1*] Maide 5/1.
[2*] İçten içe anlamı için bkz Bakara 2/3. ayeti “içten” kelimesi ve dipnotu.
[1*] İhram, niyet edip telbiye getirerek hac veya umre ibadetine başlayan kişi için, bu ibadetler tamamlanıncaya kadar süren bazı yasaklar anlamına gelir (Bakara 2/197). Bu tıpkı, niyet edip tekbir getirerek namaza başlayan kişiye, namaz boyunca bazı davranışların yasak olması gibidir.
[2*] İhramlı iken kara avı avlamak haram olduğu gibi başkası tarafından avlanan kara hayvanlarından yemek de haramdır; ama deniz avı helaldir (Mâide 5/2, 96).
[1*] Arapçada büyük su kütlelerine; denize, akarsulara, tuzlu veya tuzsuz göllere “bahr (بحر)” denir (Lisan’ul-arab). Nitekim tatlı ve tuzlu su ayrımı olmaksızın Kur’an’da her ikisine de “bahr” denmiştir. Bahr kelimesi Türkçeye deniz diye çevrilir. Deniz deyince kimsenin aklına tatlı su kütlesi gelmeyeceği için kelimenin “büyük su kütlesi” şeklinde meallendirilmesi daha uygundur. Bu nedenle tatlı ve tuzlu su avlarının tamamı ayetteki “deniz avı” kapsamındadır.
[2*] Deniz avı, kaçma özelliği olanı, deniz yiyeceği de kaçma özelliği olmayan deniz canlılarını ifade eder. Bu âyete göre kaçma özelliği olsun veya olmasın, deniz canlılarının tamamı helaldır (Nahl 16/14, Fatır 35/12).
[1*] Bakınız. Maide 5/2. ayetin dipnotu.
[2*] Kabe’yi eski temelleri üzerine yeniden bina eden İbrahim aleyhisselam, Allah’tan orayı güvenli bir yerleşim yeri haline getirmesini ve orada yaşayanları her türlü üründen yararlandırmasını istedi, Allah da onun bu isteğini kabul etti (Bakara 2/126).
[*] Mü’min 40/3.
[1*] Maide 5/92.
[2*] Enbiya 21/110.
[1*] Bkz. Nisa 4/2. ayetin dipnotu.
[2*] “Aklıselim sahibi olanlar” anlamı verdiğimiz ifade “ulü’l-elbâb”dır. Bkz. Bakara 2/179’un dipnotu.
[1*] Burada, açıklandığında hoşa gitmeyecek şeylerin sorulmasının istenmemesi, daha önceki şeriatlerde olduğu halde son şeriate alınmayan bazı hükümlerdir (Maide 5/15).Yoksa burada bahsedilen mesele, dini öğrenmek için soru sorulması ile alakalı değildir.
[2*] Bu âyet, ehli kitabın sakladığı bilgilerin (Bakara 2/42, 146; Âl-i İmran 3/71, 187; Maide 5/19; En’am 6/91) bir çoğunun Kur’an’a alınmadığını (Maide 5/15) desteklemektedir. Artık Allah onlardan sorumlu tutmayacağı için Kur’an nazil olurken onların sorulmamasını istemiştir. Dolayısı ile bu âyet, unutturulan hükümlerin son kitaba alınmayarak daha hayırlısı ile nesh edildiğini (Bakara 2/106) anlatmaktadır.
[*] Sorma anlamı verilen seele (سأل) fiili, “isteme” anlamına da gelir. Ehlikitap Musa aleyhisselamdan Allah’ı, kendilerine açıkça göstermesini istedikleri için onları yıldırım çarpmıştı. Apaçık delillere rağmen daha sonra da buzağıya tapmışlar ve kafir olmuşlardı (Nisa 4/153).
[1*] Bahîre; Cahiliye Arapları tarafından sütünün içilmesinin, sırtına binilmesinin ve yük yüklenmesinin haram olduğunu göstermek için kulakları yarılan dişi develer anlamına gelmektedir. Sâibe; on batın yavrulayan ve yavrularının hepsi dişi olan ve bu yüzden sahipleri tarafından ölünceye kadar etinden, sütünden ve yününden yararlanılmayan deveye denildiği gibi, bir nimete şükür olarak adanan veya bir hastalıktan kurtulan birinin adak olarak serbest bıraktığı hayvana da denir. Cahiliye Arapları beş batında ikiz olarak toplam on dişi doğuran koyunu Vasîle olarak adlandırırlardı. Eğer hayvan bundan sonra tekrar doğurursa doğan yavrular erkeklerin olur, kadınlar ondan yiyemezlerdi. Ancak bu yavru ölürse o zaman kadın-erkek herkes bunun etini yiyebilirdi. Hâmî ise Cahiliye Araplarının, sulbünden fazlaca döl alınan ve yaşlanmış olan erkek deveye verdikleri isimdir. Bu deveyi putlarına adayarak serbest bırakırlar ve ölünceye kadar hiçbir şekilde ondan yararlanmazlardı. Kaynaklarda, buraya kadar özellikleri anlatılan hayvanların tariflerinde farklı görüşler vardır. Mesela bir görüşe göre bahîre için verilen tanım, başka bir görüşe göre sâibe veya vasîle için verilebilmektedir. Bu dört tür hayvanın özelliklerinden yola çıkarak -Muhammed Esed’in yaptığı gibi- dördüne birden “müşrik Araplar tarafından kutsanmış hayvanlar” tanımı yapılabilir. Zira dördünün de ortak özelliği kutsanmış olmalarıdır. (Bkz. En’am 6/136-140)
[2*] Yunus 10/59-60, Nahl 16/116.
[*] Bakara 2/170, A’raf 7/28, Lokman 31/21, Zuhruf 43/22-24.
[1*] Nisa 4/84.
[2*] Âl-i İmran 3/120.
[*] Bakara 2/282-283.
[1*] Ölünün yakınlarından şahitlik edenlerin ikisi de kadın olabilir. Bu ayet, şahitlikte kadın erkek ayrımının olmayacağının çok açık delillerindendir. Benzer eşitlik, zina iftirasında da kurulmuştur (Nur 24/6-10). Bakara 2/282. ayet, kadının şahitliğinin erkeğinkine denk olmadığına delil getirilir ama o ayette geçen “böylesi şahitlik için daha sağlamdır” ifadesi, bir erkek ile bir kadının veya iki kadının şahitliğinin de “sağlam” olduğunu gösterir. Zinaya ve boşanmaya şahitlik konularında da kadın erkek ayrımı yoktur (Nisa 4/15; Nur 24/4, 6-8, 13; Talak 65/2).
[2*] Nisa 4/135, Maide 5/8.
[1*] Elçilerin gönderildiği toplumlara da o elçilere ne cevap verdikleri sorulacaktır (A’raf 7/6, Kasas 28/65).
[2*] Elçiler kendilerine cevap verenlerin içlerini bilmedikleri için Allah’a bu cevabı vereceklerdir. İnsanın içi, Allah’tan başkası için gaybdır. ‘Gayb’, var olduğu halde duyu organlarından uzak olana veya kişinin bilmediği şeylere denir (Müfredat). İman, kalp ile tasdik şartına bağlandığından bir kişinin gerçekten inanıp inanmadığını Allah’tan başkası bilemez (Kasas 28/56, Kaf 50/16-18). Nitekim, Muhammed aleyhisselamı konuşma ve davranışlarıyla hayran bırakan bazı kişilerin münafık olduğunu ona Allah bildirmiştir (Bakara 2/204, Maide 5/61, Münâfikûn 63/1-4).
[1*] Bakara 2/87, 253.
[2*] Meryem 19/29-33.
[4*] Tevrat ve İncil, tıpkı Kur’an gibi içinde hikmeti barındıran kitaplardır. Bu sebeple bunlar, kitap ve hikmetin atf-ı tefsiridirler yani kitap ve hikmet ile neyin kastedildiğini gösterirler (Âl-i İmrân 3/48).
[5*] Yaratma iki türlüdür. Birincisi, maddesi ve benzeri olmayan bir şeyi yoktan var etmektir. Onu Allah’tan başkası yapamaz (En’âm 6/101). İkincisi, bir şeyden bir başka şey üretmektir. Bu tür yaratmayı insanlar da yapabilir. İsa aleyhisselamın yaptığı ikincisidir (Mü’minun 23/14).
[6*] Âl-i İmran 3/49.
[7*] Âl-i İmran 3/55.
[1*] İncil’de havarilerin sayısı on ikidir: “… Bunlar, Petrus adıyla bilinen Simun, onun kardeşi Andreya, Zebedi'nin oğulları Yakup ve Yuhanna, Filipus ve Bartalmay, Tomas ve vergi görevlisi Matta, Alfay oğlu Yakup ve Taday, Yurtsever Simun ve İsa'yı sonradan ele veren Yahuda İskariyot.” (Matta 10/2-4) Bunların içinde tek bir din alimi yoktur, hepsi halktan kişilerdir.
[2*] Buradaki vahiy, Allah’ın her insana, yaptığının iyi veya kötü olduğunu ilham etmesidir (Şems 91/8). Havarilerin içine yapılan vahiy, böyle bir ilhamdır (Âl-i İmran 3/52).
[3*] Âl-i İmran 3/52-53, Saf 61/14.
[1*] Ayette geçen “Iyd (عِيد)” kelimesi “belirli aralıklarla tekrarlanan şey” anlamına gelir (Müfredat). Her yıl tekrarlandığı için bayramlara da “ıyd” denmiştir.
[2*] Zariyat 51/58.
[*] Âl-i İmrân 3/56.
[1*] Maide 5/109.
[2*] Allah Teala, İsa aleyhisselamı ve annesi Meryem’i birer âyet /mucize yaptı (Müminun 23/50). Üzeyir’i de aynı şekilde bir âyet /mucize yapmıştı (Bakara 2/259) Daha sonra Yahudiler Üzeyiri, Hristiyanlar da İsa aleyhisselamı (Tevbe 9/30) ve annesi Meryem’i birer ilah yaptılar.
[3*] Maide 5/109.
[1*] Âl-i İmran 3/51-52, Zuhruf 43/64.
[*] İbrahim 14/36.
[1*] Ahzab 33/8, Kamer 54/54-55.
[2*] Kur’an’da, cennetlik ve cehennemlik olanlar için iki kelime kullanılır. Birisi ‘ebeden’ diğeri ‘halid’tir. Ebeden, ‘sonsuza kadar’, halid ise ‘ölümsüz olan’ anlamına gelir. Cennetlikler için Nisa 4/57,122; Maide 5/119, Tevbe 9/22,100; Tegabun 64/9, Talak 65/11, Beyyine 98/8 ayetlerine; cehennemlikler için Nisa 4/169, Ahzab 33/65, Cin 72/23 ayetlerine bakınız.
[*] Bakara 2/107, Al-i İmran 3/189, Maide 5/40, Tevbe 9/116, Nur 24/42, Furkan 25/2, Zümer 39/44, Şûra 42/49, Zuhruf 43/85, Casiye 45/27, Fetih 48/14, Hadid 57/2, 5, Buruc 85/9.