TEVBE
[*] Cahiliye döneminde Kureyşlilere ve çevrelerindeki bazı kabilelere hums denirdi. Hums dinlerine bağlı, karşı konamayacak güçte kahraman anlamına gelir (el-Ayn). Bunlar kendilerini “ehlullah /Allah’ın yakını” gördüklerinden, Harem bölgesi dışında kaldığı için hac sırasında Arafat’a çıkmazlardı (Taberi Bakara 189’un tefsiri). Bu ilan onlara yapıldığı için hacc-ı ekber günü, iddia edildiği gibi Arafat vakfesinin yapıldığı gün değil, kurban bayramının birinci günü olur.
[*] Burada bahsedilen antlaşma, Hudeybiye Antlaşması’dır. Hendek Savaşından bir yıl sonra 628 yılı Mart ayında Mekkeli müşrikler ve Medineli Müslümanlar arasında yapılan bu antlaşmaya göre on yıl boyunca taraflar ve müttefik olduğu kabileler birbirlerine saldırmayacak ve her türlü ticari ilişkide emniyeti temin edeceklerdi. Antlaşmadan iki yıl sonra Kureyş’ten gizli destek alan Benî Bekir kabilesi, Müslümanların müttefiki olan Benî Huzaa kabilesine saldırarak antlaşmayı bozmuş oldu. Bu âyette, antlaşmaya sadık kalanlar istisna edilmiş, onlar için antlaşma maddelerinin işlerliğinin devam edeceği bildirilmiştir.
[1*] Yukarıdaki duyuru, haram aylarının ikincisi olan Zilhicce’de yapılmıştı. Buradaki haram aylar (el-eşhuru’l-hurum) bilinen haram aylar değil, ikinci ayette belirtilen can ve mal dokunulmazlığının tanındığı dört aydır. Haram denmesi, bu süre içinde muhatapların dokunulmaz sayılmasından dolayıdır.
[2*] Bu müşriklerin tamamı daha önce Muhammed aleyhisselamı öldürmeye kalkan, Müslümanları Mekke’den göç etmeye zorlayan kimselerdir. Nebiye karşı işlenmiş bu suçun karşılığı olarak ya verilen tarihe kadar göç edecekler ya da savaş suçlusu oldukları için (Bakara 2/191) öldürüleceklerdir. 11. ayette tövbe edip /dönüş yapıp bunu hareketlerine de yansıttıkları takdirde bu muameleye maruz kalmayacakları bildirilmektedir.
[3*] Tevbe 9/11
[*] Burada Mescid-i Haram, Mekke anlamındadır. Çünkü bu antlaşma Mekke’nin 17 km uzağındaki Hudeybiye’de yapılmıştır. Hudeybiye için “Mekke’nin batnında” yani Mekke’nin Medine istikametine göre alt sınırında ifadesi de kullanılır (Fetih 48/24).
[*] Nahl 16/96, Tevbe 9/38. Kalîl ( قليل ) , bir şeyin az olduğu veya kalıcı olmadığı anlamına gelir (Mekâyîs).
[1*] Mümtahine 60/1, Muhammed 47/13, Tevbe 9/40, Enfal 8/30, İsra 17/76.
[2*] (أَحَقُّ) kelimesine sıfat-ı müşebbehe anlamı verilmiştir. Bunun nedeni Al-i İmran 3/173-175 ayetleridir.
[1*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.
[2*] Al-i İmran 3/118.
[3*] Bakara 2/155, 214, Al-i İmran 3/142, Nur 24/47-50, Kıyamet 75/36.
[*] Her müşrik aynı zamanda kâfir, her kâfir aynı zamanda müşriktir (Al-i İmran 3/151).
[*] Nur 24/37.
[*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[1*] Hicret sözlükte (Müfredat), kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Nisa 4/97-100, Enfal 8/72-75, Meryem 19/46, Furkan 25/30, Mümtehine 60/10, Müzzemmil 73/10, Müddessir 74/5).
[2*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[*] Kur’an’da, cennetlik ve cehennemlik olanlar için iki kelime kullanılır. Birisi ‘ebeden’ diğeri ‘halid’tir. Ebeden, ‘sonsuza kadar’, halid ise ‘ölümsüz olan’ anlamına gelir. Cennetlikler için Nisa 4/57,122; Maide 5/119, Tevbe 9/22,100; Tegabun 64/9, Talak 65/11, Beyyine 98/8 ayetlerine; cehennemlikler için Nisa 4/169, Ahzab 33/65, Cin 72/23 ayetlerine bakınız.
[*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[*] Huneyn Savaşı, Mekke’nin fethinden 20 gün sonra Müslümanlarla Hevazin kabilesi arasında gerçekleşmiştir. Nebimiz, daha önceleri Medine’den Hevâzin’in muhtelif kolları üzerine akıncı birlikleri göndermişti. Mekke’nin fethi amacıyla Medine’den çıkıldığında Resulullah seferin hedefini Ebu Bekir’den bile gizlemişti. Hevazin kabilesi seferin kendilerine karşı yapıldığını zannederek Sakif dahil Hevazin’in bütün kollarının katılımıyla büyük bir ordu oluşturdu. Mekke fethi sonrası durumdan haberdar olan Nebi as, Hevazin’e karşı sayıca üstün bir ordu ile yürüdü. Ancak çok daha önceden savaş meydanında konuşlanmış olan Hevazin kabilesi, alanın bütün imkanlarını kendi lehleri için kullanarak savaşın başında Müslüman orduyu dağıttı. Toplamda 200 ila 300 arası şehit verilen savaş, Muhammed aleyhisselamın geri çekilen birlikleri yeniden tanzim ederek ikinci bir taarruz yapması ile Müslümanların lehine döndü.
[*] Enfâl 8/11.
[1*] Hudeybiye antlaşmasını bozmamış olan müşrikler süre sonuna kadar Mekke’de yaşayabilecekleri için burada sözü edilen müşrikler, Hudeybiye antlaşmasını bozanlardan başkası değildir. Zaten Allah Teâlâ şu ayette müşriklerin orada yaşayacağını bildirmiştir: Bir gün İbrahim şöyle yalvardı: “Rabbim /Sahibim, burayı güvenli bir şehir yap! Buranın halkından, Allah’a ve ahiret gününe inananları her üründen yararlandır!” Allah da şöyle dedi: “Ayetleri görmezlikte direneni de bir süre yararlandırır, sonra onu ateş azabına mahkûm ederim. Ne kötü hale gelmektir o!” (Bakara 2/126) İman ve şirk kişinin kalbindedir; oraya kimse baskı yapamaz. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Dinde zorlama olamaz; doğrular ile yanlış kurgular birbirinden iyice ayrılmıştır. Kim tağutları tanımaz da Allah'a inanıp güvenirse, kopması imkânsız en sağlam kulpa yapışmış olur. Allah, her şeyi dinler ve bilir.” (Bakara 2/256) Bir kimseyi inancından dolayı bir yere sokmamak veya bir yerden çıkarmak, ona yapılan en büyük zorlama ve baskıdır.
[2*] Dört ay müddetleri bitince.
[3*] Yani Mekke’ye yaklaşmasınlar. Bkz.Tevbe 9/7’nin dipnotu.
[4*] Onlar gelmezlerse ticari faaliyetler aksar, gelirimiz azalır diye bir korkuya kapılmayın.
[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه ) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resulünün /elçisinin getirdiği kitabın” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).
[2*] “O ceza” diye meal verdiğimiz el-cizye (الْجِزْيَةَ), çeşit bildiren mastardır, belli bir ceza demektir. Onun ne olduğunu ancak şu âyetten öğrenebiliriz: “Ayetleri görmezlikte direnenlerle (kafirlerle) savaşta karşılaşınca boyun köklerini vurun. Etkisiz hale getirince onları, sıkı güvenlik çemberine alın. Sonra esirleri karşılıksız ya da fidye alarak serbest bırakın ki savaşın ağırlığı kalmasın...” (Muhammed 47/4)
Savaşta küçük düşüp o cezayı elleriyle verecek hale gelmeleri, esir olmalarıdır. Ödeyecekleri ceza da karşılıksız serbest bırakılmayanların ödeyecekleri fidyedir. Gelenekte gayri müslimlerin erkeklerinden alınan baş vergisi anlamındaki cizyenin, her hangi bir delili yoktur.
[3*] Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Yanlış davrananlar dışındaki ehl-i kitap’la mücadelede sadece en güzel yöntemi uygulayın...” (Ankebut 29/46) Yanlış davrananlar, bize savaş açanlardır. İlgili âyet şöyledir: “Allah yolunda, sizinle savaşanlarla savaşın ve haksız saldırı yapmayın. Allah, haksız saldırı yapanları sevmez.” (Bakara 2/190)
[*] Üzeyir, Tevrat’ta Ezra olarak geçer. Kudüs’teki Beytülmakdis’in ilk yıkılışından sonra (İsrâ 17/5), Buhtunnasr (Nabukadnessar), Yahudileri Babil’e sürdü. M.Ö. 539’da Bâbil’i fetheden Pers kralı Koreş; Üzeyir, Nehemya ve diğerlerini, Mescid’i yeniden inşa etmeleri için geri gönderdi (Tevrat/ Ezra 1/1-3). Üzeyir Kudüs’ü görünce: “Allah bu kenti ölümünden sonra nasıl canlandıracak?” dedi. “Allah da onu öldürdü ve yüz yıl sonra tekrar diriltti.” (Bakara 2/259) Bu arada Mescid, Darius’un krallığının ikinci yılında inşa edilmişti (Ezra 4/11-24). Üzeyir, II. Artahşasta’nın krallığının yedinci yılında yani M.Ö. 437’de Kudüs’e vardı (Ezra 7/8). Bu, onun Kudüs’e ikinci varışıydı. (Yahudilik- DİA) İlk varışı ile ikincisi arasında 100 yıllık süre geçmesine rağmen yaşlanmamış haliyle karşılarına çıkması, Yahudilerin onu kutsamasına sebep olmuştur.
[1*] Ahbâr (احبار), kelimesi “Hibr”in çoğuludur. Hibr (حبر), “kendisiyle yazı yazılan şey”, “mürekkep” ve “Müslüman veya gayrımüslim âlim” yani “ilim adamı” demektir (Lisânu’l-Arab, Müfredât). Ruhban, “korkmak”, “çekinmek” anlamlarına gelen (رهب) kökünden türemiş bir kelimedir. “Allah’tan korkan”, “O’ndan çekinen” anlamında “Râhib” kelimesinin çoğuludur. Buna göre Ruhban; “Allah’tan korkan ve uzlet halinde ibadet eden kimseler” anlamına gelmektedir (Müfredât). Bu kişiler çoğunlukla manastırda uzlete çekilen din adamlarıdır.
[2*] Kölenin efendisine Arapçada Rab denir. Allah ile aralarına koyup rab saymaları, bu insanların sözlerini Allah’ın ayetlerine tercih etmelerinden dolayıdır. Adiyy b. Hatim diyor ki: “Nebimiz aleyhisselama geldim, boynumda altın haç vardı. ‘Adiyy, at o putu!’ dedi. Ondan yukarıdaki ayeti dinledim. Dedi ki: ‘Onlar bunlara ibadet etmediler, ama bir şeyi helal sayarlarsa helal saydılar, haram sayarlarsa haram saydılar. Onları rab edinmeleri böyle oldu.’ (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 10)” Ayrıca, Allah’ın kitabını açıkladıklarını iddia ederek onun hükümleri yerine hüküm veren din adamlarına ya da ilim adamlarına uymak, onları Rab edinmek olur.
[3*] Âl-i İmran 3/64, Beyyine 98/5. Bu emir, Tevrat ve İncil’de de açıkça geçmektedir: “Benden başka ilahın olmayacak. Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara ibadet etmeyeceksin” (Tevrat - Tesniye 5:7-8). “İsa ona şu karşılığı verdi: '(Allah'a) Rabbe ibadet edecek ve yalnız ona kul olacaksın’ diye yazılmıştır” (İncil - Luka 4:8).
[1*] Buradaki “nur” kavramı, Allah’ın indirdiği Kur’an’ın bir özelliğidir (Nisa 4/174, Maide 5/15, A’raf 7/157, Teğabun 64/8). Bu nuru ağızla söndürmek, onu yalanlamaya, çürütmeye, etkisizleştirmeye çalışmaktır (Bakara 2/42, Maide 5/15, Fussilet 41/26, Saf 61/8).
[2*] Allah’ın nurunu tamamlaması, indirdiği son kitapla bu dine son şeklini vermesidir (Maide 5/3).
[1*] Her insan kendini dindar saydığı için (A’raf 7/30) herkesin bir dini vardır. Bu sebeple hak din, insanların yaşadığı her yere hakim olacaktır. (Fetih 48/28, Saf 61/9) Nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Gece ve gündüzün ulaştığı her yere bu din ulaşacak; İster kentlerde, isterse kırsalda olsun, Allah, bu dini ulaştırmadığı hiçbir ev bırakmayacaktır. Bu (kimi için) öyle bir izzet (kimi için de) öyle bir zillet olacaktır ki! Bu şekilde Allah, İslâm’ı güçlü ve şerefli kılacak, küfrü ise zelil ve hakir edecektir.” (Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 103)
[2*] Mevsuf, sıfatına izafe edilmiştir, ed-dîn’ul-hak (الدين الحق) demektir. Hak din, Allah’ın kitaplarında beyan ettiği tek din olan İslam dinidir (Âl-i İmran 3/19, Zümer 39/2-3). Bunun dışında kalanlar batıl dinlerdir (Âl-i İmran 3/85).
[1*] Evrenin yapısı ile ilgili olarak levh-i mahfuzda yani korunmuş kitapta kayıtlı olan bilgi (Hac 22/70, Sebe 34/3).
[2*] Haram aylar; Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.
[3*] Bakara 2/194, 217; Maide 5/2, 97.
[4*] Buradaki kâffeten (كافة) ifadesine bütün aylarda (في كافة الشهور) anlamı verilmiştir. Kâffeten (كافة)‘deki tenvin muzafun ileyhten ıvazdır. Ayetin bağlamına bakılınca, muzafun ileyhin aylar (الشهور) dışında bir şey olamayacağı görülür. Zaten haram aylarda bizimle savaşılırsa bize de savaşma hakkı doğar (Bakara 2/194, 217). Tefsir ve meallerde bu ayete “topyekün savaşma” anlamı verilir. Halbuki bu anlam Tevbe 9/122’ye ters düşmektedir.
[*] Nesî, “geciktirme” anlamında mastardır. Kamerî yıl ile güneş yılı arasında 11 gün kadar fark vardır. Bu da haccın, yılın her mevsimini dolaşmasına sebep olur. Hac ibadeti, can ve mal güvenliğinin sağlandığı peş peşe gelen üç haram ayından ikincisi olan Zilhicce’nin dokuzunda başlar ve on üçünde biter. Haram aylarından Zilkade, hacca gelirken, Muharrem de dönüş sırasında hacıların yol güvenliği açısından önemlidir. Ancak haram ayların, yılın bütün mevsimlerini dolaşıyor olması, bazı kimselerin hesabına gelmediği için kamerî aylara ilave yaparak onları belli bir mevsimde sabitlemeye çalışmışlardır. İşte bu hilenin adı ‘nesî’ dir.
Bunu Yahudiler de yapmaktadır. Onlar dini konularda Güneş-Ay (Lunisolar) takvimini esas alırlar. Bu sistemde ayın başlangıcı ve bitişi kamerî takvimde olduğu gibi ayın hareketine göre hesaplanır. Ancak yılların sayısı hesaplanırken Güneş dikkate alınır. Aylar sene boyunca sabittir. Ayları sene boyu sabit tutabilmek için belli aralıklarla seneye ilave bir ay (Adar II) ekleyip ayların sayısını on üçe çıkarırlar. Bu hesapta her on dokuz senede yedi defa, bir yıl on üç ay çeker. Daha sonra bu on dokuz yıllık periyot başa sarar.
[*] Burada bahsedilen, Tebük seferidir. Seferin vaktinin Medinelilerin ana gelir kaynağı olan hurmanın hasat mevsimi olan eylül-ekim aylarına denk gelmesi, bu mevsimde havanın çok sıcak olması, münafıkların ve kalbinde hastalık olan bazı kimselerin savaşa katılmamak için izin istemeleri ve Muhammed aleyhisselamın buna izin vermesinin oluşturduğu huzursuzluk, bazılarını savaşa katılma noktasında isteksiz hale getirmişti.
[1*] Diğeri Ebû Bekir (r.a.)’dir.
[2*] Enfâl 8/30, kafirlerin Muhammed aleyhisselama kurdukları planın boşa çıkarıldığını bildirmektedir. Saffat 37/171-173, Mücadele 58/21’e göre de Allah elçilerini kurtarma sözü vermiş ve sözünü daima tutmuştur.
[1*] Al-i İmran 3/143, Enfâl 8/6.
[2*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[*] Bu ayet nebilerde ismet sıfatının olmadığının delillerindendir (Nisa 4/105-107, Enfal 8/67-68, Hud 11/12, İsra 17/73-75, Neml 27/10-11, Tahrim 66/1-2). Yani nebiler günahlardan korunmuş değillerdir.
[*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.
[1*] Fitne için bkz Tevbe 9/47. ayetin dipnotu.
[2*] Bunlar, Beni Mustalik Savaşına katılan Abdullah b. Übey b. Selûl ve beraberindeki münafıklardır. Hem cephede fitne çıkarmışlar (Münafikun 63/7-8) hem de dönüş yolunda Aişe validemize zina iftirasında bulunmuşlardı (Nur 24/11-18).
[*] Savaştan kaçmış durumuna düşmeyeyim.
[*] Hadid 57/22
[*] Nisa 4/104. Yaşarsak zafer ve ganimet, ölürsek şehitlik ve cennet.
[*] Nisa 4/142
[*] Allah’ın insanlar arasından seçerek, vahiy yoluyla kitap indirdiği ve onu insanlara ulaştırmasını emrettiği kişiye nebi denir. Bu sebeple nebi kelimesi vahyi alan kişinin insan yönüne vurgu ile kullanılır. Resul ise nebinin insanlığa iletmek zorunda olduğu mesajın içeriğine vurgu yapan bir kelimedir. Çünkü resul kelimesi aynı zamanda, muhatabın anladığı dilde kendisine ulaştırılmış mesaj anlamını taşır. Ayette iki defa geçen Allah ve elçisi ifadelerinde resul kelimesi, Allah’ın kitabında yer alan konuyla ilgili hükmü dile getirmek için kullanılmıştır. Bu sebeple ayette Allah ve elçisinin verdiğine razı olanlar “Allah ve elçisi bize yeter” değil, sadece “Allah bize yeter” demektedirler. Dolayısıyla Allah ve elçisi ifadesi, Allah ve onun elçisiyle insanlığa ulaştırdığı hükmü anlamındadır. Şu hadis rivayeti, verdiğimiz bu bilginin doğruluğunu desteklemektedir: Ziyad İbnu'l-Haris es-Sudâî anlatıyor: "Nebiye gelip biat ettim. O sırada bir adam geldi, "Bana sadakadan ver!" dedi. Resulullah adama: "Allah, sadakalar konusunda, ne bir nebinin ne de başkasının hükmüne razı olmuş, hükmü bizzat kendisi vererek sadakaları sekiz kısma ayırmıştır. Sen bunlardan birine giriyorsan hakkını sana veririm." dedi (Ebu Davud, Zekat, 163).
Görüldüğü gibi nebimiz de Allah’ın bir nebinin hükmüne razı olmadığını dile getirerek Allah’ın hükmünün Allah’ın kitabında bulunan hüküm olduğunu beyan etmekte, nebi kelimesini ayette geçen resul kelimesinden farklı anlamda kullanmaktadır.
[2*] Fakir muhtaç durumda olan, miskin ise işsiz ve çaresiz kalan kişidir. Nebimiz şöyle demiştir: “Miskîn bir parça, iki parça yiyecek ile yetinen değil, ihtiyacını karşılayamadığı halde utanan veya ısrarla kimseden bir şey isteyemeyen kişidir.” (Buhârî, “Zekât”, 53; Müslim, “Zekât”, 101; Ebû Dâvud, “Zekât”, 23; Nesâî, “Zekât”, 78)
[3*] Bunlar, vergi işinde çalışanlardır. Sadece vergiyi toplayanlar değil, güven ve tatmin ortamının oluşması için çalışan kamu görevlileri de bu kapsama girer (Tevbe 9/103). Onların maaşları da sadakadan verilir.
[4*] “Müellefe-i kulûb” gönülleri ısındırılan kişilerdir. Nebimiz Huneyn Savaşından sonra Mekke’nin liderlerinden Safvân b. Ümeyye’ye bir miktar mal vermişti. Safvan dedi ki: O benim en fazla kin duyduğum kişiydi ama bana mal vermeye devam etti ve en çok sevdiğim kişi oldu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 153)
[5*] Rikâb, hürriyetini kaybetmiş kişilerdir (Müfredat). Esir düşen kişiler savaşa katılanlara ganimetten bir pay olarak dağıtılırlar ki savaşa katılanlar onlardan fidyelerini alıp serbest bıraksınlar. Fidye alınmadan da serbest bırakılabilirler (Muhammed 47/4). Elindeki esiri fidyesiz serbest bırakmak istemeyenlere bu fondan ödeme yapılarak esirler hürriyetlerine kavuşturulurlar. Esir veya başka ülkelerde hapse düşmüş ama elinde imkânı olmayanlara da bu fondan ödeme yapılarak kurtulmaları sağlanır.
[6*] Bu, fakir olmadıkları halde borçlarını ödeyemeyenler için kurulan fondur. Mesela birinin bir işletmesi vardır, borçlanmıştır. Orayı satsa borcunu ödeyebilir ama o zaman da işsiz kalır. Bu gibi kimselerin ödeme gücünün olmadığı tespit edilirse borçları bu fondan ödenir ki işleri bozulmasın.
[7*] Bu, savaş başta olmak üzere Allah’ın emrine uygun olarak onun yolunda yapılacak bütün kamu harcamaları için kurulan fondur (Bakara 2/190 ve 195, Enfâl 8/60).
[8*] İnsani ilişkilerin ve ticari hayatın gelişmesi için yolların yapılmasına ve oralarda güvenle hareket etmeye ihtiyaç olur (Nahl 16/112). Yolcuların ihtiyaçları, yol yapımı ve yol güvenliği için yapılan harcamalar bu fondan karşılanır.
[1*] Al-i İmran 3/164, Enbiyâ 21/107.
[2*] Başta geçen “nebiyi incitmek” ifadesi ayetin sonunda “Resulullah’ı incitmek” şekline dönmüştür. Çünkü nebiyi incitme ile resulü incitme arasında sonuca etki eden önemli bir fark vardır. Kur’an’da nebi ve resul kavramları birbirleriyle irtibatlı ama farklı anlamlarda kullanılır. Nebi, kendisine risaletle ilgili vahiy indirildiği için değeri yükseltilmiş kişidir. Bu yönüyle nebilik ünvandır ve beşerî özellikleri de kapsar. Resul ise kendisine indirilen vahyi tebliğ etme görevini ve tebliğ edilen şeyi ifade eder. Kişi nebilik ünvanını, verildiği andan ölümüne dek hayatının her anında taşır ama resullük sadece tebliğ faaliyetini sürdürdüğü anlar için söz konusudur. Bu sebepledir ki Kur’an’da nebiye mutlak itaatten bahsedilmezken (Mümtehine 60/12) resule mutlak surette itaat istenir ve bunun Allah’a itaat anlamına geldiği bildirilir (Nisa 4/80). Bunun uzantısı olarak bu ayette görüldüğü gibi nebiyi incitenler kınanır yahut en fazla uyarılırken resulü incitenler acıklı bir azapla tehdit edilir. Çünkü nebiyi incitme beşerî münasebetlere dair bir eksikliğin tezahürü iken resulü incitme onun tebliğ ettiği şeyi, dolayısıyla Allah’ı hedef alan bir karşı koyuş anlamına gelir. Bu sebeple Muhammed aleyhisselamın etrafındaki insanlar, onunla konuşur yahut tartışırken onun hangi sıfatla konuştuğuna dikkat etmeleri konusunda uyarılmışlardır (Hucurat 49/2). Zira nebiyle polemiğe girmek en fazla nezaketsizlik olarak değerlendirilebilecek iken (Ahzab 33/53) resul vasfıyla tebliğ ettiği şeye karşı çıkmak, kişiyi Allah’ın yolundan çıkaracaktır (Ahzab 33/57).
[*] Allah’ın rızasının kazanılması onun emir ve yasaklarının yerine getirilmesine bağlıdır. Onun emir ve yasaklarını da bize resuller iletir. Bu sebeple Allah’a itaat etmenin yolu resule itaatten geçer (Nisa 4/80, Nur 24/54). Nebi olan resullerin ulaşamadıkları yerlerde yahut vefatlarından sonra resulluk görevi, Allah’ın indirdiği kitabın tebliğ edilmesiyle yerine getirilir. Nitekim, ayetteki (يرضوه) onu razı etmeniz” ifadesinde geçen zamir “Allah ve resulü” ifadesini gösterdiği halde (هما) şeklinde tesniye/ikil değil, (هُ) şeklinde müfred/tekil gelmiştir. Bu da “Allah ve resulü” ifadesiyle iki ayrı hüküm koyucudan değil tek bir otoriteden bahsedildiğini gösterir.
[*] Mücadele 58/5-6, 20-22. Bu ve önceki ayetlerde, Allah ve resulünün ayrı ayrı zikredilmiş olması itaate ya da isyana konu olan iki ayrı otoritenin varlığını göstermez. Allah’a itaat nasıl ki onun isteklerini tebliğ eden resule/kitaba itaat ile mümkün oluyorsa (Nisa 4/80), ona karşı başkaldırı yahut ona sınır çizme de yine onun ayetlerine karşı gösterilen tavırla mümkün olacaktır (Al-i İmrân 3/32).
[1*] Münafık (ikiyüzlü) kavramını daha iyi anlamak için bkz Bakara 2/8-21 ve Münafikun suresi.
[2*] Ayette geçen “sûre” kelimesinin kök anlamı “çevreleme ve yükselme”dir. “Şehrin etrafını çeviren duvar” için aynı kökten “sûr” kelimesi kullanılır (Hadid 57/13). İki ucu birleşmiş ve sınır ifade eden bir yapıda olduğu için bileziğe “sivâr” denir (İnsan 76/21). “Sûre” de, bir şeyi diğerlerinden ayırmak için çizilen sınırı ifade eder. Ayırma ölçütleri yerine göre değişebilir. Nitekim Kur’ân’ın 114 bölümünden her birini diğerinden ayıran çeşitli ölçütler vardır. Mesela Fâtiha suresi, Allah’ın dininin temel ilkelerini en öz biçimde bildirir. Yusuf sûresi bir kıssayı tüm ayrıntılarıyla baştan sona anlatır. Ancak sûre kelimesi Kur’ân’da daha kapsamlı bir kullanıma sahiptir. “Herhangi bir konudaki ayetlerden oluşan anlam kümesi” olarak tanımlayabileceğimiz “kur’ân” kavramı ile sûre kavramı arasında bir irtibat vardır. Ayetlerdeki kullanımlara bakılırsa sûrenin, “herhangi bir konudaki ardışık ayetler topluluğu” olduğu söylenebilir. Bu yönüyle her sûre bir kur’ândır ancak her kur’ân sûre değildir. Çünkü kur’ânın oluşması için ardışık ayetler şart değildir. Herhangi bir konuda farklı yerlerden seçilen ayetler kur’ânı oluşturur ancak mushaftaki yerleri açısından ardışık ayetler olmadığı için bunlara sûre denmez. Ardışık ayetlerden oluşan bir sûrenin herhangi bir ayeti, bir başka anlam kümesinin ayeti de olabilir.
[3*] Muhammed 47/29-30; Münafikûn 63/4.
[*] Burada kastedilen unutma, Allah’ın emirlerini önemsememektir. Bu nedenle Allah da onları önemsemeyecektir, Taha 20/126, Secde 32/14, Câsiye 45/34.
[*] Lanetlemek; dışlamak, ikramından mahrum, yoksun bırakmaktır.
[1*] Âd Hud aleyhisselamın (A’râf 7/65), Semûd da Salih aleyhisselamın (A’râf 7/73) kavmidir.
[2*] İbrahim 14/9.
[1*] Aralarına başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki kişi veya şeyden her birine veli denir. Kişiye akrabalık, dostluk, yardım ve inanç bakımından yakın olanlar da mecazen bu kelimeyle ifade edilir (Müfredât). Allah, her insana sinir uçlarından daha yakındır (Kaf 50/16). Dolayısıyla müminler, sadece Allah’a kulluk eder ve tüm isteklerini ona sunarlar (Fatiha 1/4). Böylece onlar Allah’ın velileri /evliyası, Allah da onların velisi olur (Bakara 2/257, Al-i İmran 3/68, Yunus 10/62-63). Buna rağmen tasavvufta farklı bir velilik /evliyalık makamı olduğuna inanılır, veli veya evliya diye nitelenen kişiler o makama yerleştirilerek birer vesile /aracı konumuna getirilir. Böylece Allah ikinci sıraya konur ve tövbe edilmediği takdirde asla affedilmeyecek şirk günahına girilir (Nisa 4/48, 116, A’raf 7/3, 30, Enfal 8/73, Ahkaf 46/4-6).
[2*] Maide 5/55-56.
[3*] Al-i İmran 3/104,110, Tevbe 9/112.
[4*] Bakara 2/277, Ra’d 13/22, Hac 22/41, Neml 27/3, Lokman 31/3-4.
[1*] Ahiretteki Cennet, “Adn cennetleri” olarak nitelenir (Meryem 19/60-63). Bir diğer niteleme biçimi de “Firdevs”tir (Kehf 18/107-108, Müminun 23/11).
[2*] Nisa 4/13, Maide 5/119, En’am 6/16, Tevbe 9/88-89, 100, Casiye 45/30, Fetih 48/4-5, Hadid 57/12, Saf 61/12, Teğabun 64/9, Buruc 85/11.
[1*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[2*] Ayette, “katı davranma” anlamı verdiğimiz ifade, “ğılza (غِلْظَــةُ)” mastarından türemiştir. Ğılza; incelik, zerafet ya da naziklik anlamına gelen “rikkat” sözcüğünün zıddıdır. Kalınlık, büyüklük, kabalık, sertlik ya da haşinlik anlamlarına gelir (Müfredat). Müslümanlar, kafirlere ve münafıklara karşı herhangi bir haksızlığa meyl etmeden (Maide 5/8), tavizsiz (Kalem 68/9) bir duruş sergilemelidirler (Maide 5/54, İsra 17/73-75, Furkan 25/52, Fetih 48/29, Tahrim 66/9). Birçok mealde bu kavrama verilen "sert davran" gibi anlamlar, kafirlere karşı aşırı davranışlara yol açmaktadır.
[1*] Âl-i İmrân 3/152-154, 165-167. Tevbe 9/48.
[2*] Kâfirlik, aynı zamanda nankörlük olduğundan meal bu şekilde yapılmıştır.
[*] Bu, önceki ümmetlerin Allah’a verdikleri sözü tutmamaları sebebiyle uğradıkları cezanın aynısıdır (Maide 5/14, 64).
[*] Cuhd (جهد) kelimesi “gücün yettiği şey” demektir. ‘Tatavvu’ ayette ‘gücünün yettiği şeyi yapma’nın zıddı olarak kullanıldığı için ‘üzerine düşenden daha fazlasını verme’ anlamındadır (Bakara 2/158, 184). Nebimiz “Hangi sadaka daha faziletlidir?” sorusuna “Yoksulun cühdü /bulabildiği” diye cevap vermiştir. (Ebu Davud, “Zekat” 40. Ayrıca bkz. Bakara 2/177, İnsan 76/8, Haşr 59/9).
[1*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
[2*] Münafikûn 63/6.
[1*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[2*] Tevbe 9/42.
[*] Tevbe 9/93-94.
[*] Tevbe 9/113-114.
[1*] Tevbe 9/55, Ta Ha 20/131
[2*] Tövbe /dönüş kapısı son ana kadar açık olduğu için tövbe de edebilirler (Nisa 4/17).
[1*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[2*] Tevbe 9/45.
[1*] Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye (alegori) ile canlandırılmıştır. İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır. (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). İstiaredeki “sanki” edatı açık edilmeyince bazı insanlar, Allah’ın kâfirlerin önündeki tövbe /dönüş kapısını kapattığını ve onları özgürce karar alamayacak hale getirdiğini zannederler ve böylece hata yaparlar (Nisa 4/18). Oysa Allah’ın tövbe edildiği /dönüş yapıldığı takdirde affetmeyeceği bir günah yoktur (Zümer 39/53). Ayetleri görmezden gelen, onları rehber olarak kabul etmeyen ve Allah’ın risaletine düşmanlık yapan kişilerin tabiatı; bu yaptıklarında ısrar etmeleri nedeniyle değişir. Kalplerini, kulaklarını ve gözlerini kullanmaz hale gelirler. Böylece gerçekleri anlayamaz, duyamaz ve göremezler. Bu durum, aslında onların seçimlerinin sonucudur. Ayette sanki Allah onların yaradılışını değiştirmiş gibi ifade edilmesinin nedeni, onların hakikatten ne kadar uzaklaştıklarını vurgulamak içindir. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini hakkı bulmak için kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44).
Ayrıntılı bilgi için aşağıdaki ayetlere bakınız: (En’am 6/46); (Casiye 45/23); (Maide 5/13); (Nisa 4/155), (Araf 7/100-101), (Tevbe 9/87,93), (Yunus 10/74), (Nahl 16/106-108), (Rum 30/58-59), (Mümin 40/35), (Muhammed 47/16), (Münafikun 63/3); (Mutaffifın 83/14); (Saf 61/5)
[2*] Tevbe 9/93.
[1*] Cihad için bkz. Tevbe 9/16’nın dipnotu.
[2*] Tevbe 9/44.
[*] Tevbe 9/46.
[1*] O zaman kurumsal anlamda bir ordu olmadığından, savaş için gereken hazırlığı herkes kendi imkanıyla yapıyordu. Tebük uzun bir mesafede olduğundan, savaş teçhizatı ve binek bulamayanların bu savaşa katılmaları mümkün değildi.
[2*] Fetih 48/17.
[1*] Tevbe 9/45.
[2*] Tevbe 9/87.
[1*] Tevbe 9/42, 46-47, 66, 81, 83.
[2*] Tevbe 9/105.
[1*] Tevbe 9/42.
[2*] Tevbe 9/125.
[*] Tevbe 9/62.
[1*] Bu ayetteki Muhacirler, nebi ile birlikte Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlardır.
[2*] Buradaki Ensâr, Muhacirlere destek olarak, onları yanına alan ve onlarla imkanlarını paylaşan Medineli Müslümanlardır.
[3*] Enfal 8/72, 74-75, Haşr 59/8-10.
[4*] Bkz. Tevbe 9/22. ayetin dipnotu.
[1*] Münafikun 63/4.
[2*] Suç ile ceza arasında denklik vardır. Bir camı kıran önce o camı taktırır sonra da ceza olarak bir cam parası verir. Böylece cezası ikiye katlanmış olur. Bu denklik ahirette de olacaktır (En’am 6/160, Furkan 25/68). Münafıklar iki suç işlerler, biri kâfirlik, diğeri de kendilerini Müslüman göstererek yaptıkları yalancılıktır (Bakara 2/10). Dünyada iki kat ceza görmelerinin sebebi budur.
[*] Bunlar, münafıklıklarını itiraf ederek yalancı olmaktan kurtuldular. Yaptıkları iyi iş budur. Münafıklığı bırakınca yalnız kâfir olmuş oldular. Kâfirlik yapmayı sürdürmeleri de kötü iştir (Bakara 2/8-10, Tevbe 9/77).
[*] Allah’ın elçisinin ve müminlerin bu amelleri görmesi, hesap gününde olacaktır (Nisa 4/41, İsra 17/13, 14, 71; Kehf 18/49, Yâsin 36/32, Hâkka 69/18, Târık 86/9, Adiyât 100/10).
[*] Tevbe 9/118.
[*] Münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selül’ün yakın akrabası olan Ebû Âmir er-Râhib cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş biri idi. Bedir ve Uhud savaşlarında müşriklerin yanında yer almış, diğer savaşlarda da müslümanlara karşı olumsuz tavrını sürdürmüştü. Mekke’nin fethinden sonra Tâif’e sığınmış, daha sonra orada da barınamayarak Suriye’ye kaçmıştı. Medine’deki münafıklarla sürekli irtibat halinde olan Ebû Âmir, bu irtibatın sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi ve Müslümanların da dikkatinden kaçmak için münafıklardan bir mescit inşa etmelerini istemişti. Plana göre münafıklar mescit görünümlü bu şer yuvasında her türlü silah ve mühimmatı toplayacak, Ebû Âmir de Bizans’a müracaat ederek oradan asker getirip Nebimizi ve ashabını Medine’den çıkaracaklardı (DİA, Mescid-i Dırar). Tevbe 9/107-110. ayetler bu olayla ilgilidir.
[1*] Bakara 2/207, Saf 61/10-13.
[2*] Bakara 2/154, Al-i İmran 3/157, 169-171, Nisa 4/74, Saf 61/4.
[1*] Al-i İmran 3/137; Rum 30/9; Mü’min 40/21; Hicr 15/73-77 ve Kaf 50/36-37.
[2*] Ahzab 33/35.
[*] Tevbe 9/84.
[1*] Meryem 19/47, Şuara 26/86, Mümtahine 60/4. Ayrıca “istiğfar” için bkz. Tevbe 9/80. ayetin dipnotu.
[2*] Hud 11/75.
[1*] Bakara 2/107, Al-i İmran 3/189, Maide 5/40, 120, Nur 24/42, Furkan 25/2, Zümer 39/44, Şûra 42/49, Zuhruf 43/85, Casiye 45/27, Fetih 48/14, Hadid 57/2, 5, Buruc 85/9.
[2*] Yunus 10/56, Mü’minun 23/80, Mü’min 40/68.
[3*] Bakara 2/107, Maide 5/40, Hadid 57/2, 5.
[1*] Tevbe 9/43.
[2*] Tevbe 9/100.
[3*] Tevbe 9/38-40.
[*] Bunlar Tebük seferine katılmayan Ka’b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’ adlı sahabilerdir. Bunlarla ilgili olarak daha önce Tevbe 9/106. ayet indirilmişti. Meali verilen bu ayet ise yaklaşık 50 gün sonra indirilerek bu kişilerin tevbelerinin kabul edildiği bildirildi. Bu süre zarfında onlar, başta Muhammed Aleyhisselam olmak üzere tüm Müslümanlar tarafından yalnızlaştırıldıkları için çok sıkıntılı günler geçirmiş, olanca genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, içleri fena halde daralmıştı. Bu ayetin inişi ile birlikte hem bu üç kişi oldukça sevinmiş hem de Medine’de tam bir bayram havası yaşanmıştı.
[1*] Tevbe 9/38-39, 44.
[2*] Ahzab 33/6.
[1*] Yunus 10/26, Nahl 16/96-97, Ankebut 29/7, Zümer 39/33-35, Ahkaf 46/16.
[1*] Savaş meydanında dini kavramanın ne anlama geldiğine dair Kur'an'da örnekler vardır. Savaşa dair ilahi emirleri ihlal etmek suretiyle hayati bir hata yapmalarına rağmen Allah'ın vaadi sebebiyle Müslümanlar Bedir savaşını kazandılar. Savaşa katılanlar, bu vaadin yerine gelmesi için Allah'ın her türlü yardımını müşahede etmişlerdi. Bu tecrübe, savaşa bizzat gidilmediği sürece asla elde edilemeyecek bir kazanımdır. Benzer tecrübeyi Uhud savaşına katılanlar da yaşamışlardır. Bedir savaşında Allah'ın yardımı ile büyük bir felaketin kıyısından dönülmesine rağmen Uhud’da da aynı hata tekrar edilmiş ve savaş meydanında süreç Müslümanlar lehine iken aniden tersine dönmüştü. Düşman karşısında tek başına kalan Muhammed aleyhisselamın ilahi emirleri hatırlatması ve gereğinin yapılması üzerine savaş meydanında kısmen toparlanma sağlanmıştı (Al-i İmran 3/152-153). Böylelikle Müslümanlar, Allah'ın yardımının hangi şartlarda geleceğini tecrübe etmiş oldular. Bir başka örnek Huneyn savaşıdır. Hem Mekke’nin fethi hem de sayısal çoğunluğun verdiği güven duygusunun sebep olduğu gevşeklikten dolayı Huneyn savaşında, yeryüzü Müslümanlara dar gelmiş ve dağılıp kaçmaya başlamışlardı. Durumlarını düzeltmelerinin ardından Allah’ın yardımı gelmiş ve zafer kazanılmıştı (Tevbe 9/25-26). Doğal olarak bu savaşa katılanlar da savaş hükümlerini bizzat tecrübe etmiş ve muhtemelen döndüklerinde tecrübelerini savaşa katılmayanlara aktaracak duruma gelmişlerdi.
[2*] Ayetin ilk kısmında müminlerin tamamının savaşa çıkmalarının gerekmediği bildirilmektedir. Gerçekten de istisnai durumlar hariç bir topluluğun tamamının savaşa çıkması beklenmez. Savaşanların da istisnai durumlar hariç (Enfâl 8/5-16) topyekün savaşmaları emredilir (Tevbe 9/36). Bu sebeple ayetin ikinci kısmının savaştan muaf olanlarla ilgisi olamaz. Tam tersine savaşmak zorunda kalmış bir topluluğun içindeki çeşitli kesimlerden bir kısım kişilerin orduya katılıp savaşa çıkmalarının iyi olacağına dair teşvik vardır. Bu teşvikin üç gerekçesi bulunmaktadır: 1. Dini kavramanın /tefakkuhun (bkz. Bir önceki dipnot) gerçekleşmesi, 2. Kavimlerine uyarılarda bulunmaları, 3. Kavmin yanlışa düşmekten korunması. İlk gerekçe orduya katılması teşvik edilenlerle ilgilidir. Bu kişiler Allah’ın başta savaşa dair pek çok hükmünün anlam, önem ve hikmetini tecrübe ederek öğreneceklerdir. Bunlar oturduğu yerden elde edilemeyecek kazanımlardır. İkinci gerekçe, bu kazanımların savaşa çıkmayıp geride kalmış toplulukla paylaşılmasıdır. Bir kesimin kazanımı tüm toplumun birikimi olacak, savaş meydanında zafer de elde edilse hezimet de yaşansa elde paha biçilemez bir kazanım kalacaktır. Üçüncü gerekçe, elde edilen bu kazanım sayesinde muhtemel hataların önlenmiş olmasıdır. Tüm bu gerekçelerden hareketle, bu teşvikin yani her kesimden bazılarının savaşa iştirak etmesinin ihmal edilmesi durumunda kaçırılacak fırsatlar sebebiyle bu ayetteki teşvik kınamayı da içermektedir.
[1*] Bakara 2/190.
[1*] Bkz. Tevbe 9/64. ayetin ikinci dipnotu.
[1*] Bakara 2/8-10, Maide 5/52, Muhammed 47/20, 29, Müddessir 74/31.
[*] Fitne için bkz. Tevbe 9/47. ayetin dipnotu.
[*] Müminler ve münafıklar bir aradayken bir sure indiğinde, müminler huşu içinde, sessiz ve dikkatle sureyi dinlerlerdi. Bu sırada, münafıklar, vahiyle alay etme ve inkar hallerini ortaya çıkaracak şeylerle rezil olmamak için meclisten gizlice sıvışmaya çalışırlardı. Bu esnada “Sureyi dinlemekten hoşlanmadığımız için ayrıldığımızda bizi nebi veya müminlerden kimse gördü mü?” anlamında birbirleriyle konuşur veya işaretleşirlerdi.
[1*] Bakara 2/151, Al-i İmran 3/164, Cuma 62/2.
[2*] Kehf 18/6, Şuara 26/3.
[3*] Al-i İmran 3/159, Fetih 48/29.
[1*] Ra’d 13/30.
[2*] Arş, üst yönetim makamını gösteren mecaz ifadedir (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Türkçede onun yerine padişahlar için "taht", diğer yöneticiler için "koltuk" kelimesi kullanılır.