HUD
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[1*] Bu harflere huruf-u mukattaa /birbiri ile bağlantısı kesilmiş harfler denir. Bunların Nebîmize sorulmamış olması, bilinen bir anlamının olduğunu gösterir. Yoksa müşrikler bunu dillerine dolar, Nebîmizi sürekli rahatsız ederlerdi. Bununla ilgili sorular, İslam’ın Arap yarımadası dışına yayılmasından sonra başlamıştır. Bu harflerle başlayan yirmi dokuz sureden yirmi beşinde Kur’an’a, dördünde de önemli bir konuya vurgu yapılıyor olmasından onların dikkatleri toplama görevi yaptığı anlaşılır. Türkçede böyle bir kullanım yoktur.
[2*] Muhkem ayet, bir konuda hüküm içeren ayettir. O hüküm, başka ayetlerle ayrıntılı olarak açıklanır (Al-i İmran 3/7, Zümer 39/23).
[3*] Ayetteki (ثمَ) ‘sümme’ye açıklayıcı nitelikte olan ikinci cümleyi birinciye bağlayan “...hem ...hem” anlamı verilmiştir. Çünkü “sümme” dört türlü kullanımı olan bir edattır. Bu kullanımlardan biri, sıralama veya öncelik-sonralık kastedilmeksizin mutlak beraberliği ifade eder (Mu’cemu'l-Lugati'l-Arabiyyeti'l-Muasıra, Ahmed Muhtar Abdulhamid Ömer, lem-ül Kutub, 2008, c. 1, s. 328. (Yunus 10/103; Hud 11/3, 52; Beled 90/17).
[1*] Bu iki ayetten anlaşılacağı üzere Allah'ın ayetlerini ancak Allah açıklayabilir. Onun yaptığı açıklamalara da sadece bu Kitaptan ulaşılabilir (Yusuf 12/111, Nahl 16/89, Kıyamet 75/16-19). Muhammed Aleyhisselam dahil hiç kimsenin Kur'an'ı açıklama yetkisi yoktur. Onun görevi, kendisine gelen kitabı insanlara eksiksiz bir şekilde ulaştırmak, Allah'ın kitapta ona gösterdiği şekliyle onlara kitabı ve hikmeti öğretmek, onda bulunan hükümlerle insanları uyarmak ve onlara müjdeler vermektir (Bakara 2/151, Al-i İmran 3/164, Nisa 4/105, Maide 5/67, A'raf 7/1-3, Nahl 16/44, Cuma 62/2). Muhammed Aleyhisselamın müjdeleri de uyarıları da kendisine verilen kitapta mevcut olduğu için bu iki vasıf bizzat Kur’an için de kullanılmıştır (İsra 17/9-10, Kehf 18/1-2, Fussilet 41/2-3, Ahkaf 46/12).
[2*] Bakara 2/119, İsra 17/105, Meryem 19/97, Furkan 25/56, Ahzab 33/45, Sebe 34/28, Fatır 35/24, Fetih 48/8.
[1*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
[2*] Tövbe, “yaptığı yanlışlardan pişman olup vazgeçmeye karar veren kişinin, bulunduğu yanlış yoldan Allah’ın istediği doğru yola dönüş yapması”dır. Örneğin, içkiyi Allah haram kıldığı /yasakladığı için içmekten pişman olup bırakmaya karar veren kişinin içkiyi tamamen bırakması tövbe /dönüş yapma olur (Nisa 4/17-18).
[3*] Ecel-i müsemmâ konusu için bkz. En’am 6/2 ve dipnotu.
[4*] Muhammed Aleyhisselam’dan önceki elçiler de ümmetlerine bu yönde çağrıda bulunmuşlardır (Hud 11/52, 61, 89-90, İbrahim 14/10, Nuh 71/1-4)
[5*] Nisa 4/40.
[6*] Enbiya 21/109.
[1*] Ankebut 29/60.
[2*] Allah, Güneş’in başka bir tarafa ayrılmadan üzerinde dolaştığı yörüngeye “müstekar” demiştir (Yasin 36/38). Bu ayette ise müstekar, canlıların üzerinde belli bir süre dolaştığı daimî yerleşim yeri olan yeryüzüdür. “Müstevda’” da öldükten sonra tekrar diriltilecekleri güne kadar kalacakları yerlerdir. Tüm hareketli canlılar, tıpkı insanlar gibi yeniden dirilecektir (En’am 6/38, A’raf 7/57, Tekvir 81/5). Aynı ifadeler, En’am 6/98. ayette de geçer ve döllenmiş yumurtanın yolculuğu boyunca kaldığı yerleri “müstekar ve müstevda” diye ikiye ayırır. Müstekar, döllenmiş yumurtanın döllenme anından rahme varmasına kadar yolculuk yaptığı kanaldır. Müstevda ise ceninin, doğumla annenin vücudundan ayrılmasına kadar kaldığı ana rahmidir.
[3*] Al-i İmran 3/5, En’am 6/59, Yunus 10/61, Neml 27/75, Fatır 35/11..
[1*] Yer ve göklerin toplam altı günde yaratıldığını gösteren ayetler şunlardır: Yunus 10/3, Hud 11/7, Furkan 25/59, Secde 32/4-5, Fussilet 41/9-12, Kaf 50/38, Hadid 57/4.
[2*] A'raf 7/54, Yunus 10/3, Ra’d 13/2, Taha 20/5, Furkan 25/59, Secde 32/4, Kaf 50/38, Hadid 57/4.
[3*] Kehf 18/7, Mülk 67/2.
[4*] Taha 20/55, Hac 22/7, Nuh 71/17-18.
[5*] Saffat 37/15-18.
[*] İsra 17/83, Rum 30/36, Fussilet 41/49-50, Şura 42/48.
[*] Yunus 10/12, 21, Zümer 39/8, 49, Fussilet 41/51, Fecr 89/15-16.
[1*] Mağfiret için bkz. Hud 11/3. ayetin dipnotu.
[2*] Maide 5/9, Hac 22/50.
[1*] En’am 6/8, İsra 17/90-95, Furkan 25/7-8.
[2*] Maide 5/49, İsra 17/73-75, Kasas 28/87.
[3*] Ra’d 13/7, Fatır 35/23.
[4*] Bu ayet nebilerde ismet sıfatının olmadığının delillerindendir (Nisa 4/105-107, Enfal 8/67-68, Tevbe 9/43, Neml 27/10-11, Tahrim 66/1-2). Yani nebiler günahlardan korunmuş değillerdir.
[1*] “Dûn (دون)” kelimesi sözlükte; üstün zıddı, en üst mertebeden altta olan, ondan aşağıca, yakın, önce ve başka anlamlarına gelir.
[2*] Bakara 2/23, Yunus 10/37-38, İsra 17/88, Kasas 28/49, Ahkaf 46/8, Tur 52/34.
[1*] Kasas 28/50.
[2*] Enbiya 21/108.
[*] Bakara 2/200-202, Al-i İmran 3/145, Nisa 4/134, İsra 17/18-20, Şûrâ 42/20.
[1*] Muhammed 47/14.
[2*] Allah’ın kitabını okuyup anlatan her kişi şahittir. (Ahzab 33/45-46, Fetih 48/8-9, Müzzemmil 73/15). Al-i İmran 3/18 ise ilim sahiplerini de şahit saymaktadır. Demek ki şahitlik görerek veya ilim ile olur. İşte bunlar; yani Kur’an’a şahitlik edenler, ona inanırlar.
[3*] Ahkaf 46/12.
[4*] Bakara 2/121, Maide 5/83-86, Kasas 28/52-54, Ankebut 29/47.
[1*] En’am 6/21-93, A’raf 7/37, Yunus 10/17, Ankebut 29/68, Zümer 39/32.
[2*] Mü’min 40/51-52, Kaf 50/21.
[3*] A’raf 7/44.
[1*] İvec (عوج) çok dikkat etmedikçe anlaşılamayacak eğriliktir (Müfredat). Allah’ın yolunda böyle bir eğrilik isteyenler, yaptıkları yanlışlar kolaylıkla anlaşılmasın diye doğruya çok yakın görünecek çarpıtmalar yaparlar (İbrahim 14/3). Ayette sözü edilen kişilerin en çok istediği budur. Bu sebeple en tehlikeli yanlış, doğruya en çok benzeyendir.
[2*] A’raf 7/45.
[1*] Nur 24/57.
[2*] Ahzab 33/64-65, Şûrâ 42/45-46.
[3*] Furkan 25/68-69.
[4*] Kehf 18/101.
[1*] A’raf 7/53, Zümer 39/15, Şûrâ 42/45.
[2*] Bakara 2/165-167, En’am 6/23-24, Yunus 10/28-30, Nahl 16/86-87, Kasas 28/75, Fussilet 41/48.
[*] Nuh kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: A’raf 7/59-72, Yunus 10/71-73, Mu’minun 23/23-30, Şuara 26/105-122, Saffat 37/75-82, Kamer 54/9-16, Nuh 71/1-28.
[1*] Mü’minun 23/24.
[2*] Şuara 26/111.
[*] Salih Aleyhisselam ile Şuayb Aleyhisselam da kavimlerine benzer sözleri söylemişlerdir (Hud 11/63, 88). Çünkü dinde zorlamanın hiçbir çeşidi yoktur (Bakara 2/256), bu yüzden hiç kimseye inanması için baskı yapılması söz konusu olamaz.
[1*] Yunus 10/72, Şuara 26/109.
[2*] Şuara 26/112-114.
[*] Allah Teala bu konuda Muhammed Aleyhisselamı da uyarmıştır (En’am 6/52, Kehf 18/28).
[*] Allah Teala, Nuh Aleyhisselamın bu sözlerinin aynısını Muhammed Aleyhisselama da söylettirmiştir (En’am 6/50).
[1*] Nuh aleyhisselamın kavmi ile olan mücadelesi için bkz. Nuh 71/5-9.
[2*] İnanmayanların, kendilerine gönderilen nebilerden bu tür isteklerine dair bkz: A’raf 7/70, 77, İsra 17/92, Şuara 26/187, Ankebut 29/29, Ahkaf 46/22.
[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[2*] En’am 6/134.
[*] İrâde, istemek ve dilemektir. Allah’ın iradesinin ezelî olduğuna ve irade ettiği şeyin mutlaka gerçekleşeceğine inanılır. Ayetler bu inancın yanlış olduğunu açıkça göstermektedir. Bir şey Allah’ın sadece iradesi ile değil, iradesinin ardından vereceği “ol” emri ile gerçekleşir (Yasin 36/82). Allah, “ol” emrini verince iradesi meşiete dönüşür ve o şey mutlaka olur (En’am 6/149, Nahl 16/9). O, insanların imtihanı ile ilgili konularda bu emri, sadece gereğini yapanlar için verir (Ra’d 13/27, Taha 20/82).
[1*] Hud 11/13.
[2*] Yunus 10/41, Sebe 34/25.
[*] Allah Teala onların bu konudaki kararlılıklarını bildirmektedir. Eğer helak emri çıkmadan önce tövbe etselerdi onlar da Yunus aleyhisselamın toplumu gibi kurtulabilirlerdi (Yunus 10/98).
[*] Mü’minun 23/27.
[*] Mutaffifîn 83/34-36.
[*] Benzer sözleri Şuayb Aleyhisselam (Hud 11/93) ve Muhammed Aleyhisselam da söylemiştir (Zümer 39/39-40).
[1*] Tennur (التنور) tandır demektir (Lisan’ul- Arab). Ayetteki ‘tennur’ elif-lam ile marife olduğu için ‘geminin kazanı’ demek olur. Kazanın kaynaması, onun buharlı gemi olduğunu ve harekete hazır hale geldiğini gösterir.
[2*] Mü’minun 23/27.
[1*] “Allah” ismi Rabbimizin özel ismidir. Bu nedenle "Allah" denince diğer bütün esma da akla gelir. Nuh'un gemisinin bir tufanda yol alacak olması; Allah'ın ilim, kudret, rahmet gibi daha pek çok özelliği sayesinde gerçekleşeceği için "Bismillah /Allah'ın adıyla" ifadesi "Allah'ın tüm isimleri /özellikleri sayesinde" anlamına da gelir. Ayrıca tefsirlerde, geminin "Bismillah" diyerek çalıştırıldığı ve yine aynı şekilde durdurulduğu da anlatılmıştır.
[2*] Mü’minun 23/28-29.
[*] Dalga diye tercüme ettiğimiz mevc (مَوْجٍ) kelimesi tekildir. Demek ki gemi henüz demir almamış ama çok büyük bir dalga gemiyi sallamaya ve içindekileri sağa sola savurmaya başlamıştı.
[1*] Kamer 54/11-12.
[2*] Kamer 54/13-15.
[*] Hud 11/40
[1*] Bu ayetten, Nuh aleyhisselamın oğlum dediği çocuğun, kendi oğlu olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bir önceki ayette Nuh “Rabbim, oğlum benim ailemdendir” demiş, Allah ise “O, senin ailenden değildir” diyerek bu ayette onu reddetmiştir. Tahrim 66/10. ayette ise Nuh’un karısının kocasına ihanetinden bahsedilir. Ayetin sonundaki “aslını bilmediğin şeyi benden isteme” ifadesi de Nuh’un o çocukla ilgili bilmediği şeylerin olduğunu gösterir.
[2*] “Kendini bilmez, kendine hakim olamayan” anlamları verdiğimiz bu kelime Arapça “cahil” kelimesidir. Arapçada cahil, bilgisiz anlamına geldiği gibi; bildiği halde üzüntü, öfke, arzu, menfaat gibi nedenlerle kendine hakim olamayan, kendini tutamayan anlamına da gelir (Nisa 4/17, Yusuf 12/33). Ayete göre Nuh aleyhisselam, o ana kadar kendi oğlu zannettiği kişiyi tufanda kaybetmiş olmanın acısıyla kendine engel olamayarak, Allah’a, bu emrinin gerekçelerini sormuştur. Bu tavır Allah’ın nebi resulü açısından uygunsuz olduğundan, Allah onu ikaz etmiş ve öğüt vermiştir. Kendisi de derhal Allah’a sığınmış ve bağışlanma dilemiştir.
[*] Benzer ayetler için bkz: Bakara 2/126, Lokman 31/22-24.
[1*] Al-i İmran 3/44, Yusuf 12/102, Kasas 28/44-46.
[2*] Kasas 28/83.
[*] Hud kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: A’raf 7/65-72, Şuara 26/124-140, Fussilet 41/15-16, Ahkaf 46/21-25, Kamer 54/18-21, Zariyat 51/41-42, Hâkka 69/6-8, Fecr 89/6.
[*] Şuara 26/127.
[*] Onların güçlü yapılarını anlatan ayetler için bkz. A'raf 7/69, Fussilet 41/15.
[*] A’raf 7/71.
[*] Ahkaf 46/23.
[*] A’raf 7/72, Şuara 26/139, Fussilet 41/16, Ahkaf 46/24-25, Kamer 54/18-20, Zariyat 51/41-42, Hakka 69/6-8.
[*] Ahkaf 46/26.
[*] Salih Aleyhisselamın kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: A’raf 7/73-79, Hicr 15/80-84, Şuara 26/141-159, Neml 27/45-53, Fussilet 41/17-18, Zariyat 51/43-45, Kamer 54/23-31, Hakka 69/4-5, Şems 91/11-15.
[*] Semud kavminin Salih Aleyhisselam ve ona inananlara karşı söyledikleri sözler için bkz: A’raf 7/75-76, Şuara 26/153-154, Neml 27/47, Kamer 54/24-25.
[*] Nuh Aleyhisselam ile Şuayb Aleyhisselam da kavimlerine benzer sözleri söylemişlerdir (Hud 11/28, 88). Çünkü dinde zorlamanın hiçbir çeşidi yoktur (Bakara 2/256), bu yüzden hiç kimseye inanması için baskı yapılması söz konusu olamaz.
[*] A’raf 7/73, İsra 17/59, Şuara 26/155-156, Kamer 54/27-28.
[1*] A’raf 7/77, Şuara 26/157, Kamer 54/29, Şems 91/14.
[2*] Zariyat 51/43.
[1*] İbrahim Aleyhisselam ile melekler arasında geçen bu olayın ayrıntıları için bkz: Hicr 15/51-60, Ankebut 29/31-32, Zariyat 51/24-34.
[2*] Selam; selamet, esenlik ve güvenlik demektir (Mekayis). Selamlaşma, karşılıklı olarak esenlik ve güvenlik dilemek olur.
[*] Hicr 15/52-53
[*] Zariyat 51/28.
[*] Zariyat 51/29.
[*] Zariyat 51/30.
[1*] Ayet metnindeki “bizimle” ifadesini “elçilerimizle” şeklinde tercüme etmemiz, elçinin kendi adına konuşma yetkisinin olmamasındandır. İbrahim aleyhisselam iyi biliyor ki onlar, Allah’ın emrini yerine getirmekle görevlidirler. Görevi değiştiremezler.
[2*] Tevrat / Yaratılış 18:23-33.
[3*] Ankebut 29/31-32.
[*] Lut Aleyhisselamın kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: A’raf 7/80-84, Hicr 15/61-77, Enbiya 21/74-75, Şuara 26/160-174, Neml 27/54-58, Ankebut 29/28-35, Saffat 37/133-138, Zariyat 51/31-37, Kamer 54/33-40.
[1*] Buradaki atharu (اطهر) kelimesi sadece sıfat-ı müşebbehe olabileceğinden meal o şekilde verilmiştir. Allah'ın elçisinin evlilik dışı ilişkiyi onaylaması mümkün olmadığından burada “onlarla evlenin” sözünün gizli emir olarak yer alması zorunludur. Lut Aleyhisselamın bunu söyleme fırsatı bulamamış olması, halkın onu ne kadar bunalttığını gösterir. Bu ayet, din farkının evlenmeyi haram kılmadığını da gösterir. Çünkü Tahrim 66/10. Ayete göre Lut'un karısı kafirdi; ama onun eşi olmaya devam ediyordu.
[2*] Hicr 15/67-72, Kamer 54/37. Aynı olay Tevrat /Yaratılış 19:8 pasajlarında şöyle anlatılır: “Bakın, hiç erkek tanımamış iki kızım var. Onları getireyim de gözünüzde iyi olanı onlarla yapın. Ama bu adamlara bir şey yapmayın; çünkü onlar benim çatımın gölgesi altına geldiler.”
[1*] “En yukarıya çıkar” anlamı verdiğimiz kelime “her şeyin en yükseği” anlamına gelen “serâh (سَرَاة)”dan türemiştir (Müfredât, (سرى) mad) (Hicr 15/65). Tevrat’ta da yer alan “yukarıya çıkar!” emri, gelecek azaptan kurtulmaları için Lut aleyhisselamın, ailesinin dağa çıkması emridir (Tekvin 19/17).
[*] A’raf 7/84, Hicr 15/74, Şuara 26/172-173, Neml 27/58, Saffat 37/116, Kamer 54/38-39. Bu taşlar, Tevrat’ın Yaratılış 19:24 bölümünde gökten yağdırılan kükürt ve ateş olarak tarif edilmiştir. Bu maddeler çoğunlukla bir yanardağ patlaması sonucunda ortaya çıkmaktadır.
[1*] Zariyat 51/33-34.
[2*] Hicr 15/75-76, Ankebut 29/35, Saffat 37/137-138, Zariyat 51/37.
[*] Şuayb Aleyhisselamın kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: A’raf 7/85-93, Hicr 15/78-79, Şuara 26/176-191, Ankebut 29/36-37.
[1*] Bkz. Hud 11/33. ayetin dipnotu.
[2*] Her nebiye, cinlerin etkisinde kaldığı, aklını kaybettiği şeklinde suçlamalar yöneltilmiştir (Hicr 15/6, Şuara 26/27). Muhammed aleyhisselama da yöneltilen bu suçlamalar ayetlerle çürütülmüştür (A'raf 7/184, Mü’minun 23/70, Sebe 34/46, Tur 52/29, Kalem 68/2, Tekvir 81/22). Nebiler vahiy alırken yanlarına şeytanların yaklaştırılmadığı ve meleklerle korundukları (Cin 72/26-28), bunun dışında şeytanların onlara vesvese vermeye çalıştıkları ama Allah’ın o vesveseyi giderdiği bildirilmektedir (Hac 22/52).
[*] Nuh Aleyhisselam ile Salih Aleyhisselam da kavimlerine benzer sözleri söylemişlerdir (Hud 11/28, 63). Çünkü dinde zorlamanın hiçbir çeşidi yoktur (Bakara 2/256), bu yüzden hiç kimseye inanması için baskı yapılması söz konusu olamaz.
[*] Şuayb aleyhisselamın Medyen rahibi olduğu Tevrat'ta bildirilmektedir (Mısır'dan Çıkış 18:1). İsrailoğulları içindeki rahipler/kohenler, Harun aleyhisselamın soyundan gelen ve özel dini görevleri olan değerli bir gruptur. Burada Şuayb aleyhisselama zarar vermekten çekinmelerini sağlayan, kohenlerden olması olmalıdır.
[1*] A’raf 7/87.
[2*] Allah Teala, Şuayb Aleyhisselamın söylediği bu sözlerin aynısını Muhammed Aleyhisselama da söylettirmiştir (En’am 6/135, Hud 11/121-122, Zümer 39/39-40).
[*] A’raf 7/92.
[*] İbrahim 14/5, Mü’minun 23/45, Mü’min 40/23, Zuhruf 43/46.
[1*] A’raf 7/103, Yunus 10/75, Mü’minun 23/46, Mü’min 40/24.
[2*] Halbuki Firavun bunun aksini iddia ediyordu (Mü’min 40/29).
[*] Meryem 19/86
[*] Kasas 28/42.
[*] A’raf 7/101, Hud 11/49, 120, Taha 20/99.
[*] Yunus 10/44.
[*] Ahkaf 46/28.
[*] Buruc 85/12.
[*] Vakıa 56/47-50.
[1*] Taha 20/108, Nebe 78/38.
[1*] Bkz. Hud 11/33. ayetin dipnotu.
[2*] Nisa 4/168-169, Ahzab 33/64-65, Fatır 35/36.
[3*] İrâde, istemek ve dilemektir. Allah kullarının, imtihanı başarmalarını irade eder ama herkes başaramaz (Nisa 4/26). Allah “ol” emrini vermeden onun iradesi gerçekleşmez (Yasin 36/82). İmtihanla ilgili konularda “ol” emrini, sadece gereğini yapanlar için verir.
[1*] Bkz. Hud 11/33. ayetin dipnotu. Ayette bu ifadenin kullanılması Allah’ın bunu yapmaya zorunlu olmadığını gösterir. Ancak cennetteki ikramının kesintisiz olduğunu bildirmesi, oradakileri dışarı çıkarmayacağının delilidir (Ra'd 13/35, Hicr 15/48, Kasas 28/60, Lokman 31/9, Sâd 38/54, Şurâ 42/36).
[2*] Nisa 4/57,122, Maide 5/119, Tevbe 9/22,100; Tegabun 64/9, Talak 65/11, Beyyine 98/8.
[*] Zuhruf 43/22.
[1*] Hud 11/104.
[2*] Fussilet 41/45.
[*] Şûrâ 42/15.
[*] İsra 17/74-75.
[*] Taraf (طرف), bir şeyin bölümlerinden biri anlamına gelir (Lisan’ül Arab). “Gündüzün iki tarafı”, iki bölümü demektir. Namaz kılınması gereken ilk bölüm, güneşin tepe noktasından batıya doğru kaydığı öğle vaktidir (İsra 17/78). İkincisi ise güneş batmadan önce kılınması gereken ikindi namazının vakti olur. Zülef (زلف), yakınlık anlamında olan “zülfe”nin (Mülk 67/27) çoğuludur (Lisan’ül Arab), “gecenin gündüze yakın vakitleri” demektir. Yakınlık, gündüzün aydınlığının gecenin karanlığına karışmasıyla anlaşılır. Arapçada çoğul en az üç adete işaret eder. Demek ki gecenin gündüze yakın vakitlerinde kılınan namazların sayısı en az üçtür. Bunlar akşamın alaca karanlığında kılınan akşam ve yatsı namazları ile sabahleyin doğuda ufuk boyunca uzanan siyah ve beyaz kuşakların bir çizgi ile ayrıldığı vakitte kılınmaya başlanan sabah namazıdır. Dolayısıyla bu ayet, bir günde öğle namazı ile başlayıp sabah namazı ile biten beş vakit namazın farz olduğunu gösterir. Ayrıca bkz: Bakara 2/238.
[*] Önceki nebilerden ve onların kitaplarından öğrendikleri bilgi birikimi.
[*] Kasas 28/59.
[1*] Bkz. Hud 11/33. ayetin dipnotu.
[2*] Yunus 10/99.
[3*] Bakara 2/30.
[1*] Nisa 4/ 69-70.
[2*] A’raf 7/12-18, Secde 32/13, Sad 38/82-85.
[*] En’am 6/34, Yusuf 12/111, Taha 20/99.
[*] Maide 5/109, En’am 6/59, Nahl 16/77, Neml 27/65, Cin 72/26-28.