KEHF
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[1*] “Hamd”, birini kendi yaptığı şeyden dolayı övmektir. “Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir.” gibi sözler buna girer. “Şükür” ise kendine iyilik yapanı övmek veya yapılan iyiliğe iyilikle karşılık vermektir. Yaptığı her şeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için “güzel” yerine “mükemmel” kelimesini kullandık (Fatiha 1/2).
[2*] Eğrilik anlamı verdiğimiz ivec (عوج), çok dikkat edilmedikçe anlaşılamayacak olan eğriliktir (Müfredat). Doğruya çok yakın görünecek şekilde anlamda yapılan çarpıtmalar, böyle eğriliklerdir. Kur’an’da herhangi bir ivec yoktur (Zümer 39/28); ancak insanlar Kur’an’a uymak yerine Kur’an’ı kendilerine uydurmak için anlamı çarpıtabilir yani ivec yapabilirler.
[3*] Furkan 25/1.
[1*] Çetin, ayetteki (شديد) ‘şedîd’in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır (En'âm 6/160).
[*] Nisa 4/57, 122; Maide 5/119, Tevbe 9/20-22,100; Teğabün 64/9, Talak 65/11, Beyyine 98/8.
[*] Yahudiler Üzeyir’i, Hristiyanlar İsa’yı, Mekke müşrikleri de melekleri Allah’ın çocuğu sayarlar (Bakara 2/116, En’am 6/100-102, Tevbe 9/30, Yunus 10/68, Nahl 16/57, Enbiya 21/26).
[*] Meryem 19/88-92.
[*] En’am 6/35, Nahl 16/37, Şuara 26/3, Neml 27/70, Fatır 35/8.
[1*] Allah Teala 100 yıl öldükten sonra yeniden dirilttiği Üzeyir aleyhisselamı ayet yani mucize yaptığı gibi (Bakara 2/259, Tevbe 9/30) 309 yıl uyuduktan sonra uyanan ashab-ı kehfi de ayetlerinden yani mucizelerinden biri yapmıştı. Bu mucizenin sebebi, o toplumun Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu, tekrar dirilip kalkış saatinden şüphe edilemeyeceğini bilmeleri içindi (Kehf 18/21).
[2*] Araplar yazılı metne er-rakîm (الرقيم) derler (Mekâyîs). Kur’an’ın özelliği, mesânî ve müteşabih yani birbirine benzerliği olan ikili bir yapıda olmasıdır (Zümer 39/23). Bir yerde özet olarak verilen bir bilgi, onunla benzerliği olan ayet veya ayetler kümesi ile açıklanır (Âl-i İmrân 3/7, Hud 11/1). O mağaraya sığınanlarla ilgili olarak Allah: “Sana onların haberini, gerçekleri içerir bir şekilde tüm ayrıntısıyla anlatıyoruz” (Kehf 18/13) demiş, onlarla ilgili bilgileri verdikten sonra da bu konuda, Kur’an’da anlatılanlar dışında bir tartışmaya girilmemesini ve birinden bir görüş istenmemesini emretmiştir (Kehf 18/22), Bu sebeple, âyetteki “er-rakîm (الرقيم)” kelimesi, mağaradakilerle ilgili olarak Kur’an’da yer alan bilgiler dışında bir anlama gelmez.
[*] Başarı için sadece dua etmek yetmez; gerekli gayreti de göstermek gerekir (Bakara 2/201-202, İsra 17/19-20, Kehf 18/16, Necm 53/39/40).
[*] Kehf 18/25.
[*] İki taraf, mağaradaki gençlerin kendi aralarında iki farklı görüşte olduklarını gösterir (Kehf 18/19).
[*] Ahkaf 46/5.
[1*] İnsanların çoğu ellerinde hiçbir delil olmadığı halde Allah’tan başkasına kulluk ederler (En’am 6/81, A’raf 7/71, Yusuf 12/40, Hac 22/33, 71).
[2*] En’am 6/21, A’raf 7/37, Yunus 10/17, Hud 11/18, Ankebut 29/68.
[*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki left (لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır; ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı ifadeler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[1*] Güneş doğunca mağaralarının sağ tarafından kayıp gittiğine, batınca da orayı soldan yalayıp geçtiğine göre mağaranın önü kuzeye doğru olur.
[2*] Kehf 18/9.
[*] Kehf 18/22.
[1*] Kehf 18/12.
[2*] Benzer bir hadise için bkz: Bakara 2/259.
[3*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Bkz. Kehf 18/16 dipnotu.
[1*] A’raf 7/88-89, İbrahim 14/13, Meryem 19/46.
[2*] Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Bkz. Kehf 18/16 dipnotu.
[1*] Bu gençler, Hıristiyan literatüründe “Efes’in Yedi Uyurları” olarak bilinir. Putperestlik eden toplumlarından uzaklaşarak bir mağaraya sığındıkları ve yeniden dirilişi inkar eden bir Hristiyan mezhebinin ortaya çıktığı sırada uyandıkları bilinir. Onlardan biri şehre inip yüzyıllar öncesinden kalmış parasıyla insanlarla karşılaştığında durumlarının ortaya çıktığı ve onların yeniden dirilişin delili kabul edildikleri konusunda herkes mutabıktır. Ölümlerinden sonra, İmparatorun emriyle onlar için dönemin mescidi olan bir kilise yapılmasına karar verilir (TDV İslam Ansiklopedisi, Ashâb-ı Kehf; Britannica, Seven-Sleepers-of-Ephesus).
[2*] Mü’min 40/59.
[1*] Allah, ilk iki iddianın gerçek dışı olduğunu söylediği halde üçüncüsü aleyhine bir şey söylemediği için doğru bilgi, onların yedi kişi, sekizincisinin ise köpekleri olmasıdır.
[2*] Kehf 18/13.
[*] Çünkü hiç kimse yarın başına geleceğini bilemez (Lokman 31/34).
[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html Burada yaratması beklenenler, ihtiyaç duyulan şeylerdir.
[2*] Benzer bir ifade İncil’de şu şekilde geçmektedir: “Dinleyin şimdi: ‘Bugün ya da yarın filan kente gideceğiz, orada bir yıl kalıp ticaret yapacağız, para kazanacağız’ diyen sizler, yarın ne olacağını bilmiyorsunuz. Yaşamınız nedir ki? Kısa bir süre görünen ve sonra kaybolan bir buğu gibisiniz. Bunun yerine, ‘Rab dilerse yaşayacağız, şunu şunu yapacağız’ demelisiniz.” (Yakup 4:13-15)
[1*] Hud 11/123.
[2*] Dinde hüküm koyma yetkisi tümüyle Allah’a aittir. Bu konuda Allah nebilerine dahi yetki vermemiştir (A’raf 7/32, Hud 11/1-2, Ra’d 13/41, Yusuf 12/40, Nahl 16/116).
[1*] Tilavet sözcüğünün kökü olan t-l-v (تلو), "birden çok şeyin, aralarına kendi cinslerinden olmayan bir şey karışmayacak şekilde peş peşe sıralanması” anlamındadır (Müfredât). Buna göre tilavet, birbiriyle bağlantılı ayetleri birlikte okumaktır (Neml 27/92, Ankebut 29/45).
[2*] Tebdil (تبديل) “bir şeyi başka şeyin yerine koyma” anlamındadır (Müfredat). Kimse, Allah’ın sözlerinin yerine geçebilecek bir söz söyleyemez (Bakara 2/23, Yunus 10/38, Hud 11/13, İsra 17/88, Tur 52/34-35) ve onun yarattıklarının yerini tutacak bir şey oluşturamaz (Rum 30/30). Bu ayette ve En’am 6/34, 115’te geçen mübeddil (مُبَدِّلَ) kelimesi, “Onun sözlerinin dengini getirecek kimse” anlamındadır.
[1*] En’am 6/52, Hicr 15/88, Şuara 26/215.
[2*] Furkan 25/52, Ahzab 33/1, 48, Kalem 68/8-10, İnsan 76/24.
[1*] Nisa 4/174-175, Yunus 10/108, İnsan 76/3, Beled 90/10.
[2*] Yunus 10/4, İbrahim 14/16, Saffat 37/67, Muhammed 47/15, Vakıa 56/54-55, Nebe 78/24-25, Ğaşiye 88/5.
[*] A’raf 7/170.
[1*] A’raf 7/32.
[2*] Tevbe 9/72, Yunus 10/9-10, Nahl 16/30-31, Tâhâ 20/75-76, Hac 22/23, Fatır 35/33, Şûrâ 42/22, Duhan 44/51-53, Rahman 55/54, İnsan 76/12-21.
[*] Benzer bir kıssa için bkz: Kalem 68/17-33.
[*] Çoklukla övünme duygusu, mü’min-kafir, bütün insanlarda vardır (Hadid 57/20, Tekasür 102/1).
[*] Mü’minun 23/12-14, Secde 32/7-9, Kıyamet 75/37-39, Mürselat 77/20-23, İnfitar 82/6-8.
[*] Sahip olduğu mal ve adamlarla övünen kişi, bunları onun hizmetine veren Allah’ı ikinci plana atmış ve kendini Allah’ın yerine koyarak ona ortak koşmuş olur. Kehf 18/35-36 ayetlerde, onu müşrik yapan konuşmaları aktarılmıştır.
[*] Şâe (شاء) için bkz. Kehf 18/24’ün dipnotu.
[*] Kalem 68/19-20.
[*] Bkz. Kehf 18/38. ayetin dipnotu.
[*] Benzer bir örnek için bkz: Kasas 28/76-82.
[*] Ra’d 13/11, Şûrâ 42/8-9.
[*] Yunus 10/24, Zümer 39/21, Hadid 57/20.
[*] Âl-i İmran 3/14-15, Nahl 16/96, Meryem 19/76, Sebe 34/37, Teğabün 64/15.
[1*] Tâhâ 20/105-107, Tur 52/10, Vakıa 56/5, Mearic 70/9, Müzzemmil 73/14, Mürselat 77/10, Karia 101/5.
[3*] En’am 6/130-131, Hicr 15/25, Mülk 67/24.
[4*] Meryem 19/94.
[1*] En’am 6/94, Meryem 19/95, Fussilet 41/21.
[2*] En’am 6/29, Nahl 16/38, Casiye 45/24, Teğabün 64/7, Cin 72/7.
[1*] Yunus 10/21, İsra 17/13-14, Mü’minun 23/62, Zümer 39/69, Zuhruf 43/80, Casiye 45/29, Kamer 54/52-53, Mücadele 58/6, Hâkka 69/25-29, Kıyamet 75/13, Nebe 78/29, 40, İnfitar 82/10-12, Zilzal 99/6-8.
[2*] Nisa 4/40.
[1*] Secdenin kök anlamı eğilmedir (Müfredat). Bu sebeple Güneş, Ay, gezegenler, dünya ve yıldızlar arasında oluşan eğimler /deklinasyon ve ona bağlı olarak gölgenin uzayıp kısalması, “secde” kelimesiyle ifade edilmiştir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Bazı ayetlerde sadece itaat anlamında (Hac 22/18, İnşikak 84/21), bazılarında da itaat ile birlikte fiziki eğilme anlamında kullanılır (Bakara 2/34, 58, Nisa 4/154, A’raf 7/161, Yusuf 12/4 ve 100). Nitekim namazda vücudumuz ayaklar, eller ve dizler üzerinde yere paralelken alnı yere koymak da Allah’a itaat ederek eğilme anlamındaki secdedir (Nisa 4/102-103).
[2*] İmtihan için yaratılan varlıklar insanlar ve cinlerdir (Zariyat 51/56). İnsanlar duyu organları ile algılanabilirken cinler algılanamazlar. Melek ise cinlerin Allah tarafından görevlendirilmiş olanlarına verilen isimdir. Dolayısıyla melekler de duyu organlarıyla algılanamayan, imtihana tabi varlıklardır. Görevinden kovulan melek artık sıradan bir cin haline gelir. Halk arasında bu ayete dayanılarak İblis’in melek değil, cin olduğu bilgisi yaygındır. Oysa meleklere Âdem Aleyhisselama secde etmeleri emrinin verildiğini bildiren ayetlerde “hepsi secde etti ama İblis etmedi” ifadeleriyle İblis, o meleklerden istisna edilir (Bakara 2/34, A’râf 7/11, Hicr 15/31, İsra 17/61, Tâhâ 20/116, Sebe 34/20, Sâd 38/74). Bu durum İblis’in de meleklerden yani Allah katında görevli cinlerden olduğunu gösterir. Secde emrine karşı gelip kibirlendiği için görevinden kovulmuş ve sıradan bir cin haline gelmiştir (A’râf 7/13). Bu suçu hangi melek işlese aynı cezaya çarptırılır (Nisâ 4/172-173).
[3*] İsra 17/64.
[4*] Fatır 35/6.
[*] Allah her şeyden güçlü ve üstündür, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur (Hac 22/74, Lokman 31/26).
[1*] Nahl 16/27, Kasas 28/62, 74, Fussilet 41/47.
[1*] En’am 6/27-30.
[2*] Kehf 18/58, Fussilet 41/48, Kıyamet 75/10-11.
[*] Allah, bu surede de Ashab-ı Kehf’i, bahçe sahiplerini, Musa aleyhisselam ile salih kulu ve bir de Zülkarneyn’i örnek olarak vermiştir (İsra 17/41-89, Tâhâ 20/113, Rum 30/58, Zümer 39/27).
[1*] İsrâ 17/94.
[2*] Sünnet, nebiler dahil bütün inananların takip etmek zorunda olduğu değişmez kuralların uygulandığı ana yoldur. O yola girmeyenler kaybederler. Sünnet kelimesi, bu âyette olduğu gibi Allah’ın, kendi kanunlarını, fert ve toplumlara uygulamasi ile ilgili olarak da kullanılır (Âl-i İmran 3/137, Nisa 4/26, Enfâl 8/38, Hicr 15/13, İsra 17/76-77, Ahzab 33/38, 62; Fatır 35/43, Mü’min 40/85, Fetih 48/23).
[1*] Bakara 2/213, Nisa 4/165, En’âm 6/48.
[2*] Mü’min 40/5.
[1*] Secde 32/22, Tâhâ 20/124-127.
[2*] Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye /alegori ile canlandırılmıştır. İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır (Lokman 31/6-7, Yasin 36/8-10, Câsiye 45/6-7). “Sanki” edatı yazılmazsa bazı insanlar, Allah’ın kafirlere, tövbe kapısını kapattığını ve özgürce karar almalarını engellediğini sanacaklardır. Oysa tövbe edildiği yani yanlıştan dönüldüğü takdirde affedilmeyecek bir günah yoktur (Bakara 2/150-160, Nisa 4/17-18, Zümer 39/53). Ayetleri görmezlikte direnenler, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini gereği gibi kullanmaz; gerçekleri görmek, duymak ve anlamak istemezler (Fussilet 41/5). Sanki Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş gibi davranırlar. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama yani koyun, keçi, sığır ve deveye benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini bir insan gibi kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). Ayrıca bakınız: Nisa 4/155, Maide 5/13, En’am 6/46, A’raf 7/100-101, Tevbe 9/87,93, Yunus 10/74, Nahl 16/106-108, Rum 30/58-59, Mü’min 40/35, Casiye 45/23, Muhammed 47/16, Saf 61/5, Münafikun 63/3, Mutaffifin 83/14.
[3*] En’âm 6/25, İsra 17/46.
[1*] En’âm 6/12, 54, 133, 147.
[2*] İbrahim 14/42, Nahl 16/61, Fâtır 35/45.
[3*] Kehf 18/53.
[*] Enbiya 21/11-15. Helak edilenler; Âd, Semud gibi kavimlerdir (Hakka 69/4-8). Bunların tek istisnası Yunus’un (a.s.) kavmidir. Onlar azap gelmeden yanlışlarından dönmüş ve kurtulmuşlardır (Yunus 10/98).
[*] Burada fiilin tesniye (ikil formda) olması, Musa ile yola çıkan gencin bu olaylar sırasında onların yanında olmadığını gösterir.
[*] Bu ayet, bir sonraki ayet ile birlikte düşünülünce o çocukta, annesini ve babasını isyana sürükleyecek boyutta bir gelişim problemi olduğu anlaşılır. Âyetteki “Çekindik” sözünü söyleyen bir melektir. Bunu kendi sözü olarak değil, Allah’ın sözü olarak söylediği için o söz Allah’a aittir. Bu, iki ayet sonraki ifadelerden olarak anlaşılmaktadır (Bkz. Kehf 18/82 ve dipnotu). Bu sözün Allah Tealaya ait olması sebebiyle bu ayet, herşeyin ezelden belirlendiği iddiasına dayanan geleneksel kader anlayışının yanlış olduğunun kesin delillerindendir.
[1*] Nisa 4/6. ayette yetimlerin mallarının reşit olacakları zamana kadar korunması görevi, onların velilerine yüklenmiştir. Bu ayetteki yetim çocukların malları ise Allah tarafından, ergin olacakları zamana kadar koruma altına alınmaktadır. İki ayet birlikte okunduğunda Nisa Suresinde geçen nikah ve rüşd çağının bu ayette ergin olunan dönem olarak ifade edildiği görülmektedir. Buna göre ergin olma, ergenlikten farklı olarak malı idare edebilme kabiliyetinin de kazanıldığı rüşd çağına ulaşma olarak anlaşılır.
[2*] Kehf 18/65 ayetinden buraya kadar anlatılan ve kendisine Allah katından bir ilim öğretilen kulun (Kehf 18/65) Hızır olduğu sahîh hadislerde belirtilmiştir (Buhârî, İlim 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Muslim, Fedâil 170-174). Bu ayet, Hızır'ın bir insan değil, bir melek olduğunu göstermektedir. Çünkü o, yaptığı işleri kendi isteği ile değil, Allah'ın emri gereği yaptığını söylemiştir. Allah Teala bu gibi işler için melekleri görevlendirir (Meryem 19/64, Duhan 44/3-6).
[3*] Bazı şeyler kötü görünebilir ama aslında hayırlıdır (Bakara 2/216).
[*] Zülkarneyn kelimesinin bir özel isim mi yoksa lakap mı olduğu açık değilse de hâkim görüş lakap olduğu yönündedir. Sözlükte “sahip, mâlik” anlamındaki zû ile “boynuz, kâkül, şakak; aynı dönemde yaşayan nesil, akran” gibi mânalara gelen karn kelimesinin tesniye kalıbından oluşturulan zü’l-karneyn ifadesinin anlamı karn kelimesine verilen mânaya göre değişir (DİA, Zülkarneyn).
[*] Zülkarneyn’in, Allah’ın verdiği imkanları iyi kullanan, asla şımarmayan ve kimseden beklentisi olmayan iyi bir insan olduğu anlaşılmaktadır. Genelde insanlar, kendilerini yeterli gördüklerinde nankörlük eder, taşkınlık yaparlar (Bakara 2/258, İsra 17/67, Kasas 28/77-78, Zümer 39/49, Leyl 92/4-11, Alak 96/6-7). Bu ayetler, Allah’ın geniş imkanlar verdiği Zülkarneyn'i, insanlara yapacağı muamele ile imtihan ettiğini gösterir. Allah her insanı, böyle zorlu bir imtihandan geçirir (Furkan 25/56-57, Müzzemmil 73/19, İnsan 76/2-4, 29-30, Nebe 78/39-40).
[1*] Güneş’in battığı yer, görünmediği yerdir. Dünya yuvarlak olduğu için gözlemcinin olduğu yere göre Güneş’in batmadığı bir nokta yoktur. Böyle bir nokta olmadığı için oraya gitmek diye bir şey olamaz. Zülkarneyn’in gittiği yere “Güneş’in battığı yer” dendiğine göre bu söz, “Güneş’in gün boyu ufkun altında olduğu yer” dışında bir anlam ifade edemez. Böyle bir yer, ancak kutup bölgelerinde olur. Zülkarneyn oraya Güneş batarken gittiğinden, Güneşsiz günlerin başlangıcında gitmiş olur. Güneş’in kaybolduğu tarafı görebildiği için oraya gündüzün gitmiştir. Çünkü Güneş’in görünmediği yerlerde de gündüz aydınlığı olur ve gündüzün bütün bölümleri yaşanır.
[2*] Allah Teala her insanla bir şekilde konuşabilir (Şûrâ 42/51). Nitekim Âdem aleyhisselam nebi olmadan önce Allah onunla konuşmuş (Tâhâ 20/115-122) ve ona, evrendeki bilgileri öğretmiştir (Bakara 2/31). Allah’ın Zülkarneyn ile yaptığı bu konuşma da onun nebi olduğunu göstermez. Eğer nebi olsaydı Allah ona, insanları müjdeleme ve uyarma görevi verirdi (Bakara 2/213).
[*] Güneş’in doğarken göründüğü yer, kimsenin ulaşamayacağı bir yerdir. Gözlemci ulaşmak istedikçe ondan uzaklaşır. Zülkarneyn gidebildiğine göre orası, Güneş’in sürekli göründüğü ve beyaz gecelerin yaşandığı kutup bölgesi olur. Güneş ile o topluluk arasında engel olmaması, o bölgede Güneş’in gün boyunca görülmesini engelleyecek herhangi bir şey (dağ, tepe, ormanlık, vb.) olmadığını gösterir.
[*] Ayette Ye’cûc ile Me’cûc’a işaret eden zamirlerin ve fiil çekimlerinin çoğul olması nedeniyle, bunların birer topluluk adı olduğu anlaşılır. Bunun dışında kim olduklarına dair söylenenlerin, tarihi ya da Kur’ânî somut bir delili bulunmamaktadır.
[*] Enbiyâ 21/96-97, Yasin 36/51-54.
[1*] Zikir, hem önceki kitapların hem de Kur’an’ın ortak adıdır (Hicr 15/9, Nahl 16/43-44, Enbiya 21/7-8, 24).
[2*] Hud 11/20, İsrâ 17/46.
[1*] Bakara 2/264, Âl-i İmran 3/117, Hud 11/15-16, İbrahim 14/18, Nur 24/39, Furkan 25/22-23.
[2*] A’raf 7/30, Zuhruf 43/37.
[1*] Ankebut 29/23.
[2*] A’raf 7/147, Muhammed 47/1, 8-9, 32.
[*] Gözlerini Allah’ın kitabına kapayan, ondaki doğru bilgileri dinlemeye tahammül edemeyip din konusunda, kendilerine yakın gördükleri kişilere uyanlar kafir olurlar ve cehenneme giderler (Kehf 18/100-102). Onların yaptığı iyi davranışlar boşa gitmeyeceğinden Ahirette onlar için tartı kurulacaktır (Müminun 23/99-104). Bir de Allah’ın dinine karşı yanlış yaptıkları halde iyi şeyler yaptıklarını sananlar vardır. Bunlar münafıklık eden (Maide 5/52-53, Tevbe 9/68-69), dininden saptırmak için mücadele edenlere boyun eğip dinden dönen (Bakara 2/217) doğruları bildikleri halde ayetleri görmezden gelip şirke düşen ama yine de kendini dindar gösteren (Tevbe 9/17), ayetler karşısında ve ahiretle ilgili konularda yalan sarılan (A’raf 7/146-147), sonuç olarak kendisi yoldan çıktığı gibi başkalarını da çıkarmaya çalışanlar vardır (A’raf 7/45). Onların yaptığı iyi davranışlar boşa gideceğinden Ahirette onlar için tartı kurulmayacaktır (Kehf 18/103-106).
ََ[*] Ahiretteki Cennet, “Adn cennetleri” olarak nitelenir (Meryem 19/60-63). Bir diğer niteleme biçimi de “Firdevs”tir (Müminun 23/1-11). Bunlar, Cennet’in ortak özelliklerini ifade eden nitelemelerdir.
[*] Lokman 31/27.
[1*] Fussilet 41/6.
[2*] Ankebut 29/5.
[3*] Tövbe edilmediği takdirde bağışlanmayacak olan tek günah şirktir (Nisa 4/48, 116) ve Allah, müşrik olarak ölenlere Cennet’i haram kılacağını bildirmiştir (Maide 5/72).