NAHL
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[1*] Şuara 26/204, Saffat 37/176, Mü’min 40/78.
[2*] En’am 6/57-58, Yunus 10/50-51, Hac 22/47, Neml 27/72, Ankebut 29/53-54, Sâd 38/16.
[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[2*] Bu ayetteki Ruh, Allah’ın emrinin içeriğidir. İndirdiği bütün ayetler, onun isteklerini içerir (İsra 17/85, Mü’min 40/15).
[*] Allah, gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları, insanları ve cinleri zorlu bir imtihandan geçirmek için yaratmıştır. Bunu Hud Suresinin 7. ayetinde açıklamış, diğer ayetlerde de “(بِالْحَقِّ) o gerçek için” ifadesiyle buna işarette bulunmuştur (En’am 6/73, Hud 11/7, İbrahim 14/19, Hicr 15/85, Ankebut 29/44, Rum 30/8, Zümer 39/5, Duhan 44/39, Casiye 45/22, Ahkaf 46/3, Teğabun 64/3).
[*] Yasin 36/77.
[1*] En’am 6/143-144, Zümer 39/6.
[2*] Nahl 16/66, 80, Müminun 23/21-22, Yasin 36/71-73, Mümin 40/79-81, Zuhruf 43/12-13.
[*] Âl-i İmran 3/14.
[1*] Nahl 16/5. Ayette en’âm cinsi hayvanların birçok faydasının yanı sıra etlerinin yenilebilir olmasının özellikle vurgulanması; fakat bu ayette at, katır ve eşeklerin binek ve süs amaçlı kullanımlarının ön plana çıkarılarak yenilebileceklerinden bahsedilmemesi etlerinin helal olmadığı gibi bir izlenim oluşturabilmektedir. Fakat ayette at, katır ve eşeklerin üzerinde yük taşımanın veya onları alıp-satmanın helal olduğundan da bahsedilmemiştir. Bu, onları bu işler için kullanmanın haram olduğunu göstermediği gibi etlerinin yenilmesinden bahsedilmemesi de haram olduklarını göstermez. Nitekim etleri haram kılınan hayvanların anlatıldığı hiçbir ayette at, katır ve eşeklere yer verilmemiştir (Bakara 2/173, Maide 5/3, En’am 6/145, Nahl 16/115). Ama en’am cinsi hayvanların anlatıldığı başka ayetlerde de onların etlerinin yenilebilir olmasının özellikle vurgulanması dikkat çekicidir (Mü’minun 23/21, Yasin 36/72, Mü’min 40/79). Bu, etlerinin tüketilmesi açısından en’am cinsi hayvanların at, katır ve eşeklere tercih edilmesi gerektiğine, çünkü en’âmın birçok faydasının yanı sıra insanlar tarafından özellikle yenilmek; at, katır ve eşeklerin ise yenilmekten ziyade başka işlerde kullanılmak üzere yaratıldıklarına; ama yenilmelerinin yasak da olmadığına işaret etmektedir.
[2*] Rahman 55/29.
[1*] İnsan 76/3, Leyl 92/12.
[2*] En’am 6/153.
[3*] En’am 6/149, Yunus 10/99, Kehf 18/29.
[*] Bakara 2/22, Hicr 15/22, Hac 22/63, Furkan 25/48, Rum 30/24, Lokman 31/10, Vakıa 56/68-70, Hadid 57/21, Abese 80/25-32.
[*] En’am 6/99, Taha 20/53, Neml 27/60, Fatır 35/27, Zümer 39/21, Kaf 50/9-11, Nebe 78/14-16.
[*] A’raf 7/54, Ra’d 13/2, İbrahim 14/32-33, Lokman 31/29, Fatır 35/13, Zümer 39/5.
[1*] Süs özelliği bulunan eşyalar, takılar: altın, gümüş, değerli taşlar, inci, mercan, sedef bu kelimenin kapsamına girer. Bunların hepsi kadına da erkeğe de helal kılınmıştır (A’raf 7/32, Fatır 35/12).
[2*] Arapçada büyük su kütlelerine; denize, akarsulara, tuzlu veya tuzsuz göllere “bahr (بحر)” denir (Lisan’ul-arab). Nitekim tatlı ve tuzlu su ayrımı olmaksızın Kur’an’da her ikisine de “bahr” denmiştir. Bahr kelimesi Türkçeye deniz diye çevrilir. Deniz deyince kimsenin aklına tatlı su kütlesi gelmeyeceği için kelimenin “büyük su kütlesi” şeklinde meallendirilmesi daha uygundur.
[3*] Bakara 2/164, İbrahim 14/32, İsra 17/66, Hac 22/65, Rum 30/46, Lokman 31/31, Casiye 45/12.
[1*] “Dağ” anlamına gelen “râsî” (راسي) kelimesinin çoğulu olan “revâsî” (رواسي), Kur’an’da 9 kez geçmektedir. Bu ayette olduğu gibi 2 ayette daha “meyd” (ميد) fiiliyle birlikte kullanılmıştır (Enbiyâ 21/31, Lokman 31/10). Meyd, “gidip gelme, sallanma, sarsılma” anlamlarına gelmektedir. Bu sebeple kelimenin geçtiği üç ayete, “sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi” şeklinde meal verilmekte, bu da dağların bulunduğu bölgelerde deprem olmadığı gibi bir yanlış anlamaya sebep olmaktadır. Oysa ayetteki “en temîde bikum” (أَن تَمِيدَ بِكُمْ) ifadesini “sizi sarsar diye” şeklinde çevirmek metne daha uygun olacaktır. Dolayısıyla ayetin meali “sizi sarsar diye yere sabit dağlar yerleştirdi” şeklinde olmalıdır. Ayette insanları sarsacak olan “yeryüzü”dür (الأرض). Dağların varlığı insanları bu sarsıntı esnasında korumak, daha güvenli bir yerleşim yeri oluşturmak içindir. Ayette dağların yeri sabitlemesinden bahsedilmemektedir. Nitekim toprak, kum ve alüvyonlu kıyı kesimlerin depremlerde en uzun süreli sarsıntı yaratan, sarsıntının şiddetinin en büyük, hızının en fazla olduğu bölgeler olduğu, dağlık ve kayalık alanlarda ise bu sarsıntıların çok daha kısa ve yavaş olduğu yerbilimleri tarafından da tespit edilmiş gerçeklerdir. Ayet bu gerçeği dile getirmekte, bu özelliğinden dolayı dağlar için demir atma, sabitleme kök anlamından türetilmiş (رواسي) revasi kelimesi kullanılmaktadır.
[*] "O yıldız" anlamında en-necm (النَّجْمِ) kelimesi bu ayetle beraber dört ayette daha geçer. (Necm 53/1, Rahman 55/6, Tarık 86/3). Kuzey Yarım Küre’de, konum ve yön belirlemede en önemli yıldız her gece, aynı noktada görülen Kutup Yıldızıdır. Ekvatora sıfır, kutup noktasına 90 derecelik açı yapar. Bu ikisi arasındaki her yere yaptığı açı, oranın enlemi kadardır. Güney Kutbunda Sigma Octantis adı verilen yıldızın da benzer özellikleri vardır.
[*] A’raf 7/191-195, Nahl 16/20, Hac 22/73, Furkan 25/3, Lokman 31/10-11, Fatır 35/40, Ahkaf 46/4.
[*] İbrahim 14/34.
[*] Âl-i İmran 3/29, En’am 6/3, Nahl 16/23, Hac 22/70, Mücadele 58/7, Teğabün 64/4, Mülk 67/13-14.
[*] Nahl 16/17.
[1*] Bakara 2/163, Nahl 16/51.
[2*] Saffat 37/35.
[*] Nahl 16/19.
[*] Ayette geçen esâtîr (أَسَاطِيرُ) kelimesi, “bir şeye hiza vermek, saf tutturmak” anlamına gelen satr (سطر) kökünden türemiş olan ustûre (اسطورة) kelimesinin çoğuludur (Müfredat). Satara (سَطَرَ) fiilinin “yazı yazmak” anlamına gelmesi, harflerin hizaya sokulması, anlamlı bir şekilde sıralanması sebebiyledir. Dokuz yerde geçen esâtîru’l-evvelîn (أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ) ifadesi, Kur’an’da anlatılanların yeni olmadığını, önceki ilahi kitaplarda, diğer kitaplarda, yazıtlarda ya da anlatılarda zaten var olduğunu belirtmek için ayetleri görmezden gelenler tarafından kullanılan alaycı bir ifadedir. Bunu söyleyerek Kur’an’ın önceki ilahi kitapları tasdik etmesini de istismar etmişlerdir En’am 6/25, Enfal 8/31, Müminun 23/83, Furkan 25/5, Neml 27/68, Ahkaf 46/17, Kalem 68/15, Mutaffifin 83/13.
[1*] Ra’d 13/42.
[2*] Nahl 16/45, Zümer 39/25.
[1*] En’am 6/22, Kasas 28/62, 74, Fussilet 41/47.
[*] Nisa 4/97, A’raf 7/37, Enfal 8/50, Muhammed 47/27.
[1*] Yunus 10/26, Ra’d 13/18, Zümer 39/10, Necm 53/31-32.
[2*] En’am 6/32, Yusuf 12/109, Ra’d 13/24, Kasas 28/83.
[1*] Ahiretteki Cennet, “Adn cennetleri” olarak nitelenir (Meryem 19/60-63). Bir diğer niteleme biçimi de “Firdevs”tir (Kehf 18/107-108, Müminun 23/1-11).
[2*] Enbiya 21/102, Furkan 25/16, Yasin 36/57, Zümer 39/34, Fussilet 41/31, Şura 42/22, Kaf 50/35.
[*] Vakıa 56/88-89.
[1*] Bakara 2/210, En’am 6/158.
[2*] Yunus 10/44.
[*] Zümer 39/48-51, Mü’min 40/82-83, Casiye 45/33, Ahkaf 46/26.
[1*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. Nahl 16/2. ayetin dipnotu.
[2*] En’am 6/148-149, A’raf 7/28.
[1*] Tağut, haddini aşmakta ileri giden insan ve cin şeytanlarıdır. Bunlar, yoldan çıkmakla kalmaz ayetleri ya yok sayarak ya da anlamlarını bozarak başkalarının da haddini aşmasına ve yoldan çıkmasına sebep olurlar (Bakara 2/256, 257, Nisa 4/51,60,76; Maide 5/60, Zümer 39/17).
[3*] A’raf 7/30.
[4*] Âl-i İmran 3/137, En’am 6/11, Zuhruf 43/23-25.
[1*] A’raf 7/186, Ra’d 13/27.
[*] İsra 17/49-51, Enbiya 21/104, Hac 22/7, Mü’minun 23/15-16, Teğabün 64/7.
[*] En’am 6/164, Nahl 16/92, Taha 20/15, Hac 22/69, Zümer 39/3.
[*] Bakara 2/117, Yasin 36/82, Mü’min 40/68. Bu ayete, “ol der, hemen olur” şeklinde meâl verilir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yarattığından (Kamer 54/49) o emirle, sadece oluşum başlar. Mesela Allah, bir çocuğun olmasını murad ettiğinde emri, döllenme öncesinde verir ve çocuk oluşmaya başlar (Al-i İmran 3/59, Meryem 19/35, İnsan 76/1-2).
[1*] Hicret sözlükte (Müfredat), kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Nisa 4/97-100, Enfal 8/72-75, Meryem 19/46, Furkan 25/30, Mümtehine 60/10, Müzzemmil 73/10, Müddessir 74/5).
[2*] Bakara 2/218, Âl-i İmran 3/195, Nisa 4/100, Hac 22/58-59.
[1*] Bu ve Yusuf 12/109, Enbiya 21/7 ayetler gayet açık olduğu halde, farklı yorumlar yaparak kadın nebiler de bulunduğunu iddia edenler mevcuttur. Bu iddia, Musa aleyhisselamın annesine “vahyedildiğini” (Kasas 28/7-9) ve Meryem Validemizi “Allah’ın seçtiğini” (Âl-i İmran 3/42) bildiren ayetler nedeniyle ortaya atılmıştır. Oysa Kur’an’da arıya da vahyedildiği bildirilir (Nahl 16/68). Nebilere bildirilen vahiy ile diğer insan ve varlıklara yapılan vahiy arasındaki fark, nebilere inen vahyin insanlara tebliğ edilmesi mecburiyetinin bulunmasıdır. Musa’nın (a.s.) annesine yapılan vahiy, onun bir karar vermesi için yalnızca kendisine yapılan ilhamdır. Allah herkesle ilham yoluyla konuşur (Şems 91/8-10). Meryem Validemizin “seçildiği” ibaresi ise, onun çağdaşı olan kadınlardan faziletli olduğunu bildiren ifadeyle devam eder. Kur’an’da “Allah seçti” ifadesi yalnızca nebiler için kullanılmamıştır. Bakara Suresi 247. ayette komutan yapılan Talut için de “Allah onu seçti” denmiş olması, Meryem Validemizin seçildiği ifadesinin nebiliğe işaret etme zorunluluğu olmadığını gösterir. Bu yüzden, ayetin metnine muhalif olan kadın nebilerin varlığı iddiası kabul edilemez.
[2*] Zikir, hem önceki kitapların hem de Kur’an’ın ortak adıdır (Hicr 15/9, Enbiya 21/7, 24). Ehl-i zikir de o kitapta uzmanlaşmış kişi demektir.
[1*] Zebûrlar diye meal verdiğimiz ez-Zübür (الزُّبر), ‘zebûr’un çoğuludur, hikmet dolu kitaplar anlamındadır (ez-Zeccâc, Meânî’l-Kur’ân). Âl-i İmran 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği açıklandığı için bu ayetteki ‘zübür’ün, hikmet dolu kitaplar dışında bir anlamı olamaz. Kelime, Şuara 26/196, Fatır 35/25 ve Kamer 54/43’te aynı anlamı ifade etmektedir. Bu zebûrlardan biri de Davut aleyhisselama verilmiştir. (Nisa 4/163, İsra 17/55) Zebûr, Davut aleyhisselama verilen kitabın özel ismi olmadığı için ez-Zebûr şeklinde geçmemektedir. Kelime, ez-Zebûr şeklinde elif lâmlı olarak sadece Enbiyâ 21/105’te geçer ve Davut aleyhisselam dahil bütün nebîlere verilen kitapları ifade eder.
[2*] Bu ayet, Nebîmize Kur’an’ı açıklama yetkisi verildiğine delil gösterilir. Oysa burada Nebimize verilen görev açıklama değil, kendine gelen zikri açıkça ortaya koymasıdır. Böylece kitaptan hiçbir şey gizli kalmayacaktır. Zaten Maide 5/15. ayet, tebyinin açıklama değil, “gizleneni ortaya çıkarma” anlamında olduğunu göstermektedir. Buna göre bu ayette de kitabın tebyin edilmesi, hiçbir şeyin gizlenmemesi, her şeyin açıkça ortaya konması anlamındadır. (Bakara 2/159-160, Âl-i İmran 3/187, Maide 5/19, Nahl 16/64).
[*] Yusuf 12/107.
[*] A‘raf 7/97-99.
[1*] Doğu tarafını solumuz alırsak Güneş doğunca gölgeler sağa doğru yatar ve arkasından sola yani doğuya doğru kaymaya başlar. Bu kayış, güneş batana kadar sürer. Bu sebeple sağ tekil, sol ise çoğul kullanılmıştır.
[2*] Ra’d 13/15, Furkan 25/45-46.
[*] A’raf 7/206, Nisa 4/172-173, Hac 22/18, Rahman 55/6.
[*] Enbiya 21/26-29.
[*] Bakara 2/163, Maide 5/73, Nahl 16/22, İsra 17/22, Şuara 26/213, Kasas 28/88, Zariyat 51/51.
[1*] Bakara 2/116, Yunus 10/68, İbrahim 14/2, Tâhâ 20/6, Hac 22/64, Şûrâ 42/4.
[2*] Yusuf 12/40, Zümer 39/3.
[*] En’am 6/64, Yunus 10/23, Ankebut 29/65, Rum 30/33, Zümer 39/8.
[1*] A’raf 7/194-195, Yunus 10/29, Nahl 16/21-22.
[2*] En’am 6/136-138.
[*] Melekleri Allah’ın kızı sayıp ilah ediniyorlar (En’am 6/100-101, İsra 17/40, Saffat 37/149-150, 153, Zuhruf 43/15-16, 19, Tûr 52/39, Necm 53/21-22, 27-28).
[*] Zuhruf 43/17-18.
[1*] Bakara 2/170-171, A’raf 7/175-177, Hud 11/24, Cuma 62/5, Tahrim 66/10.
[2*] Rum 30/27.
[1*] İbrahim 14/42, Kehf 18/58, Fatır 35/45.
[2*] Bkz. Enam Suresi 6/2. ayet ve dipnotu
[3*] A’raf 7/34, Yunus 10/49, Hicr 15/5, Müminun 23/43, Ankebut 29/53.
[1*] Kehf 18/36, Fussilet 41/50.
[2*] A’raf 7/51, Hac 22/22, Secde 32/14, 20, Casiye 45/34-35.
[1*] Nahl 16/44.
[2*] A’raf 7/52, Yunus 10/57, Nahl 16/89, Neml 27/76-77, Ankebut 29/51.
[*] Bakara 2/164, A’raf 7/57, Furkan 25/48-49, Rum 30/24, Fatır 35/9, Zuhruf 43/11, Casiye 45/5, Kaf 50/9-11.
[1*] Fers; hazmedilen gıdaların bağırsaklardan süzülüp kana karışmış haline denir. Oradan karaciğere gelir, işlenir ve vücuda dağılır. Hücreler, bu fers ile beslenir. Fers, doğum yapmış bir memelinin memesine gelince meme onu kandan ayırır ve özel bir sıvı salgılayarak süt haline getirir. Kan ve fers aslında pistir. Bunlar yalın halde yenilmez, içilmez. Ama Allah Teâlâ bu iki pis maddeyi önce ayırır, sonra bir sıvı ile fersin kimyasını değiştirir. Sonra mucize içecek olan süt meydana gelir.
[2*] Ulaşabildiğimiz tefsir ve meallerde ayetin “min beyni fersin ve demin” cümlesine “kan ile fışkı arasından” diye anlam verilmiştir. “Beyn” kelimesine “arasında” yani “vast” anlamı verilebilir ama onun asıl anlamı “ayırmak” yani “firak”tır. Bu ayet için uygun olan “firak” anlamıdır.
[*] Bakara 2/219, Maide 5/90-91.
[*] Vahiy; sözlükte işaret dili, fısıldama, rumuz, yazı veya ima ile konuşma anlamlarına gelir (Müfredat). Arıya bildirilen emirler, Allah’ın göklere ve yere bildirdiği emirler (Fussilet 41/12, Zilzal 99/4-5), Musa’nın (a.s.) annesine ilham edilen emir (Taha 20/38-39, Kasas 28/7-9), İsa’nın (a.s.) havarilerine verilen emir (Maide 5/111), Zekeriya’nın (a.s.) halkıyla işaret dilinde konuşması (Meryem 19/11) ve şeytanların fısıldaması (En’am 6/112, 121) da Kur’an-ı Kerim’de “vahiy” olarak isimlendirilir.
[1*] Bir kovanda bir adet ana arı, yüzlerce erkek arı ve binlerce işçi arı bulunur. Ana arı ve işçi arılar dişi arılardır. Ana arının yumurtlama, erkek arının da ana arıyı dölleme dışında görevi yoktur. Kovanın bakımı, temizliği, havalandırılması, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı savunulması, 5km çapındaki arazinin taranarak nektar, polen ve su kaynaklarının tespit edilip diğer arılara bildirilmesi, petek gözlerinin yapımı, yavruların ve ana arının beslenmesi, bal yapımı için gerekli olan nektarın toplanması, arı sütü yapımı ve yavrular için gerekli olan polenin toplanması, suyun bulunması ve kovana taşınması, midelerinde oluşturdukları balın petek gözlerinde depolanması dişi olan işçi arıların görevidir. Ana arının yakın korumalığı, temizliği hatta yorulduğunda kendisine bir tür masaj yapılması bile işçi arıların görevidir. İşçi arılar görevlerine doğar doğmaz başlarlar ve 35-40 günlük ömürlerinin her döneminde farklı bir görev üstlenirler. Erkek arılar çiftleşme dışında bir işe yaramadıklarından iğneleri dahi yoktur. Hatta kışın mevcut bal stoğuna ortak olmamaları için çoğunlukla işçi arılar tarafından öldürülür veya kovana alınmayarak ölüme terk edilirler. Hem meali verilen bu ayette hem de bir sonraki ayette (Nahl 16/69) kovan inşa eden, çiçeklerden bal özü toplayan ve bal yapan arıların dişi oldukları onlara hitap edilen emirlerin “müennes” yani dişil kalıpta olmasından net bir şekilde anlaşılmaktadır. Ana arının dişi olduğu bilim dünyasında ancak 1609 yılında, işçi bal arılarının dişi olduğu ise 1670 yılında tespit edilebilmiştir. Kur’an’ın indiği dönemde bu bilgilerin bilim dünyasınca henüz tespit edilmemiş olmasına rağmen Allah tarafından haber verilmesi, Kur’an’ın bir insan kelamı olmadığının delillerinden biridir.
[2*] Şuara 26/7-8.
[*] İnsanın ruhsal ve fiziksel yapısı, en olgun hale geldikten sonra (Ahkaf 46/15) zayıflamaya başlar (Hac 22/5, Mu’minun 23/12-16, Rum 30/54, Yasin 36/68, Mü’min 40/67). Allah’ın bunu sürekli yaptığını gözlemleyebilen insanların, yeniden diriltileceklerini de akletmeleri gerekir.
[1*] Nisa 4/32, En’am 6/165, İsra 17/21.
[2*] Hiç kimse yanındaki esiri kendisi ve ailesiyle eşit konumda tutmaz. Benzer şekilde, Allah da kendi yarattığı kullarla hakimiyetini paylaşacak değildir. Esirlerin ihtiyaçlarını karşılama konusunda Nebîmizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Elinizin altındaki esirler ailenizin fertleri ve kardeşlerinizdir. Onları hakimiyetinize veren Allah’tır. Allah kimin hâkimiyetine bir kardeşini vermişse yediğinden ona yedirsin, giydiğinden ona da giydirsin ve ağır işler yüklemesin, yükleyecekse de ona yardım etsin.” (Buhârî, İman 22) Nur 24/58. Ayette de esirlerin aile içinde rahatça dolaşabilecekleri hükme bağlanmıştır. Ayrıca bkz: Nahl 16/75, Rum 30/28, Zuhruf 43/32.
[1*] Rum 30/21, Şûrâ 42/11.
[2*] Mü’min 40/64.
[3*] Ankebut 29/67.
[*] A’raf 7/190-191, Yunus 10/18, Furkan 25/55, Fatır 35/3.
[*] Biz Allah’ı hayalimizde canlandıramayız. Bizim Allah ile ilgili bilgimiz O’nun bize Kur’an’da kendi hakkında bildirdiği kadardır (Bakara 2/255). Bunun ötesinde yorumlar ve benzetmeler yapmak batıldır. Mesela hurafeciler Allah’ı devlet başkanına benzeterek kendilerinin de vali, kaymakam veya muhtar gibi onun bazı yetkilerine sahip kimseler olarak kabul edilmelerini sağlamak isterler. Bu, şirktir. Allah Teala, insanların yapacağı her tür benzetmeden uzaktır (Şûrâ 42/11).
[1*] Fatiha 1/2.
[2*] Rum 30/28, Zümer 39/29.
[1*] Maide 5/109, En’am 6/59, Hud 11/123, Neml 27/65, Cin 72/26-28.
[2*] Kamer 54/50.
[*] Secde 32/7-9, Mü’minun 23/78, Mülk 67/23-24.
[*] Mülk 67/19.
[*] İbrahim 14/34, Mü’min 40/81.
[1*] Nahl 16/89.
[2*] Rum 30/57, Mü’min 40/52, Casiye 45/35, Tahrim 66/7, Mürselat 77/35-36.
[*] Bakara 2/166-167, Meryem 19/82, Ankebut 29/25, Fatır 35/14, Ahkaf 46/4-6.
[*] En’am 6/22-24, 94, A’raf 7/53, Yunus 10/28-30, Hud 11/21, Furkan 25/17-18, Kasas 28/74-75, Fussilet 41/48.
[*] Âl-i İmran 3/56, Furkan 25/68-69, Fussilet 41/27, Nebe 78/30.
[1*] Nisa 4/41-42, Kasas 28/75, Zümer 39/69.
[2*] A’raf 7/52, Yunus 10/57, Yusuf 12/111, Nahl 16/64, İsra 17/82, Neml 27/76-77, Ankebut 29/51.
[1*] Nisa 4/58, 135, Maide 5/8, En’am 6/152, Hucurat 49/9.
[2*] Bakara 2/112, 195, Nisa 4/125, Nahl 16/128, Lokman 31/22.
[3*] Nisa 4/36, İsra 17/26, Rum 30/38.
[4*] "Cinsel günahlar" diye tercüme ettiğimiz kelime fahşâ’dır. Fahşâ ile fâhişe kelimelerinin ikisi de mastardır ve aynı anlamdadır (A’raf 7/28). Mastar olduğu için çoğul anlamı da verilebilir. Bu ayette kelimeye çoğul anlamı vermemiz, Necm 53/32’den dolayıdır.
[5*] “Kötü şeyler” olarak tercüme edilen münker, Allah tarafından yasaklandığı gibi mü’minlerden de münkere engel olmaları istenmiştir (Âl-i İmran 3/104, 110, 114, Tevbe 9/71, 112, Hac 22/41, Lokman 31/17)
[1*] En’am 6/152, Ra’d 13/20, İsra 17/34.
[2*] Bakara 2/225, Maide 5/89.
[1*] Nahl 16/94.
[2*] Nahl 16/39, Hac 22/69.
[1*] Birinizi diğerinizden ayırmaz, hepinizi mümin yapardı (Hud 11/118, Şûrâ 42/8). Ama Allah sistemini imtihan için kurduğundan doğru yola gelip gelmeme konularında tercihi kuluna bırakmıştır. (Hud 11/7, Kehf 18/29, Muhammed 47/31, Mülk 67/1-2, İnsan 76/3).
[2*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. Nahl 16/2. ayetin dipnotu.
[3*] Âl-i İmran 3/101, Ra’d 13/27, Kasas 28/56, Şûrâ 42/13.
[4*] A'raf 7/6, Hicr 15/92, Enbiya 21/23, Zuhruf 43/44, Tekasür 102/8.
[*] Nahl 16/92.
[1*] Âl-i İmran 3/77. Kalîl (قليل) , bir şeyin az olduğu veya kalıcı olmadığı anlamına gelir (Mekâyîs).
[2*] Cuma 62/11.
[*] Nahl 16/97, Kehf 18/46, Kasas 28/60, Ankebut 29/7, Zümer 39/35, Şûrâ 42/36.
[*] Nisa 4/124, Tevbe 9/121, Nahl 16/96, Enbiya 21/94, Nur 24/38, Mü’min 40/40, Ahkaf 46/16.
[1*] Şeytan, doğru yoldan uzaklaşan ve o yolda olanlara düşmanlık eden insan ve cinleri ifade eder. (En'am 6/112-113, Nas 114/1-6) Kovulmuş şeytanlar, gözümüzle göremediğimiz cin şeytanlarıdır. (Saffât 37/6-10)
[*] İster Müslüman, ister kâfir olsun, şeytan hiç kimseye boyun eğdirecek güce sahip değildir. O, sadece kendisine uyanları etki altına alabilir. Bu da şeytanın üstünlüğünden değil, ona uyanların kendi tercihinden kaynaklanır (Nisa 4/118-120, Hicr 15/42, İsra 17/65, Sebe 34/21)
[*] Âl-i İmran 3/175, İbrahim 14/22, Hac 22/4, Mücadele 58/19.
[*] Bir ayeti bir başka ayetle değiştirmek, hayırlısı ile nesih olabileceği gibi misliyle nesih de olabilir. “Sen sadece iftiracısın.” derken “Sen; Tevrat ve İncil’den alıp, bunlar bana indi, diyorsun.” demiş olabilecekleri gibi bir ayetin hükmü yeni bir ayetle neshedilğinde de “Yeni şeyler uyduruyorsun” demiş de olabilirler (Bakara 2/106, Yunus 10/15-16, Furkan 25/4-6)
[1*] Bakara 2/97, Şuara 26/192-195, Necm 53/4-10, Tekvir 81/19-21.
[2*] Nahl 16/89, Neml 27/2, Ahkaf 46/12.
[1*] Furkan 25/4-6.
[2*] Arap olsun veya olmasın, açık ve düzgün konuşamayan kişiye Araplar “el- a’cem (الأعجم)” derler (Müfredat). Anlaşılması zor bir dil ile kastedilen iki şey olabilir. Birincisi Arapçanın ağızlarıdır. Her dilin bir fasih hali, bir de ağızları vardır. Mesela Türkçenin fasih hali İstanbul Türkçesidir. Yazı dili ve iletişim dili olarak İstanbul Türkçesi kullanılır. Bunun yanı sıra çeşitli bölgelerde konuşma dilleri yani ağızlar vardır: Karadeniz ağzı, Ege ağzı vb. Bu ağızlar fasih sayılmaz. A’cemi kelimesiyle kastedilen ikinci şey ise Arapçanın dışında kalan diğer dillerdir.
[3*] Yusuf 12/2, Ra’d 13/37, Tâhâ 20/113, Şuara 26/198-199, Zümer 39/28, Fussilet 41/3, 44, Şûrâ 42/7, Zuhruf 43/3, Ahkaf 46/12.
[*] Âl-i İmran 3/86-90, Ankebut 29/23.
[*] Buradaki yalan, Nahl 16/103. ayette belirtilen, “Kur’an’ı Muhammed’e bir beşer (insan) öğretiyor” yalanıdır. Müşriklerin bu tür iddiaları için ayrıca bkz: Bakara 2/23, Yunus 10/38, Hud 11/13, İsra 17/88, Kasas 28/49, Ahkaf 46/8, Tur 52/33-34.
[1*] Bakara 2/286.
[1*] İbrahim 14/2-3, Yunus 10/7-8.
[2*] Bu durum, kişi tövbe edip kendini düzeltinceye kadar devam eder (Nisa 4/17-18, Furkan 25/68-71). Tövbe etmeyip kendini düzeltmezse cehenneme gider (Al-i İmran 3/86-90).
[1*] A’raf 7/101, Rum 30/58-59, Mü’min 40/35, Muhammed 47/16.
[2*] Yunus 10/7-8.
[1*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.
[2*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.
[3*] Bakara 2/218, Âl-i İmran 3/195, Nisa 4/100, Enfal 8/72, 74, Tevbe 9/20, Nahl 16/41, Hac 22/58.
[1*] Abese 80/37, İnfitar 82/19.
[2*] Bakara 2/281, Âl-i İmran 3/25, Nisa 4/40, 124, Enbiya 21/47, Yasin 36/54, Mü’min 40/17, Ahkaf 46/19.
[1*] İbrahim 14/28, Sebe 34/15-17.
[2*] Mekke de bu ayetlerde anlatıldığı gibi güven ve tatmin ortamı içinde yaşanan bir kentti (Kasas 28/57-59, Ankebut 29/67, Kureyş 106/1-4). Diğer bütün kentlerin sakinlerinin de bu olaylardan ibret alarak Allah’a karşı görevlerini yerine getirmeleri gerekir.
[*] Hud 11/117, Ra’d 13/32, İsra 17/15, Mü’minun 23/44, Kasas 28/59, Sebe 34/45, Mü’min 40/5, 21-22.
[1*] Temiz anlamı verdiğimiz tayyib (طيب) kelimesinin kök anlamı vücudun ve duyu organlarının lezzet aldığı temiz şeydir. (Müfredat)
[2*] Bakara 2/168, 172, Maide 5/88, En’am 6/142, Mülk 67/15.
[*] Nisâ 4/160-161, En’am 6/146-147, A’râf 7/163, Yunus 10/44.
[1*] Ayette geçen cehâlet kelimesi ‘bilmemek, yanlış düşünmek, yanlış hareket etmek’ anlamlarına gelir (Müfredat). Yusuf aleyhisselamın “Rabbim! ... Kadınların oyununu benden uzaklaştırmazsan onlara kapılırım ve cahillik edenlerden olurum.” (Yusuf 12/33) demesi de, Musa aleyhisselamın “Cahillik edenlerden/kendini bilmez biri olmaktan Allah’a sığınırım! (Bakara 2/67)” demesi de kendini tutamayarak yanlış yapma anlamındaki cehalettir.
[*] Bakara 2/124.
[*] Bakara 2/130, Ankebut 29/27.
[1*] En’am 6/161.
[2*] Bakara 2/135, Nisa 4/125, Nahl 16/120, Hac 22/78.
[1*] Bakara 2/65, Nisa 4/47, 154, A’raf 7/163. “Sebt”, çalışmayı bırakmak, hareket etmeyi kesmek anlamlarına gelir. Diğer dillerde çoğunlukla İbranice adına benzer isimlerle ifade edilse de çağımızda uygulandığı güne atfen Türkçede ona “cumartesi yasağı” denmiştir. Şabat’ı tutmak, Tevrat’taki On Emir’in içindedir (Mısır’dan Çıkış 20:8-11). Bu emir şu bölümde tekrarlanır: “Tanrın Rabb’in buyruğu uyarınca Şabat Günü’nü tut ve kutsal say. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabb’e Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, öküzün, eşeğin ya da herhangi bir hayvanın, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. Öyle ki senin gibi erkek ve kadın kölelerin de dinlensinler.” (Tesniye 5:12-14). O günün bir kutsal toplantı günü olduğu da Sebt’le ilgili diğer bir pasajda bildirilmektedir (Levililer 23:3).
[2*] Sebtin/ Cumartesi yasağının onunla ilgili ihtilaf edenlere konduğu bilgisi, böyle bir konunun yasak konmadan önce de bilindiğini ancak üzerinde anlaşmazlık olan yönleri bulunduğunu gösterir. Bu ihtilafın gün konusunda olması muhtemeldir: “Tefsirlerde yer alan açıklamalara göre Allah, Musa aracılığıyla İsrâiloğulları’na kendilerinden önceki kavimlere olduğu gibi sırf ibadete adanmış bir günü farz kılmayı murat etti; bu gün de cuma günü idi. Fakat İsrâiloğulları, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratıp yedinci günde (sebt) yaratmaya son verdiğini, bu günde her yaratılmışın O’na boyun eğdiğini ileri sürerek içlerinden az bir kısmı hariç cuma yerine sebt gününü ibadet günü olarak belirlemek istedi. Bunun üzerine Allah, İsrâiloğulları’nın sebt gününü benimsemelerine izin vermiş, ancak imtihan maksadıyla bu günde avlanmayı ve iş yapmayı yasaklayarak bu günü onlara zorlaştırmıştır (Taberî, Zemahşerî, Râzî ve İbn Kesîr’den naklen: DİA, Sebt). Bu durum, tıpkı İsrailoğullarının yaptıkları yanlışlar sebebiyle normalde temiz olan gıdaların onlara yasaklanması (Nisa 4/160) veya Allah’ın kesilmesini emrettiği hayvan hakkında fazla soru sorarak kendilerini zor duruma düşürmeleri (Bakara 2/67-71) gibi gelişmiş olabilir. Tevrat inmeden önce, cuma günü ve Kur’an’dakine benzer şekilde kısa süreli olan alışverişi bırakma emri, İsrailoğullarının yersiz ihtilafları ya da Tevrat inerken çok fazla soru sormaları sebebiyle, cumartesi günü (ki Yahudi günü cuma gün batımından cumartesi gün batımına kadar sürer) tam bir iş bırakma emrine dönmüş olabilir. Nitekim, “Çeşitli hadislerden (Müslim, Cuma, 19-23) anlaşıldığına göre cuma, haftalık ibadet günü olarak daha önce Yahudi ve Hristiyanlar için tayin ve takdir edilmiş, fakat onlar bu konuda ihtilafa düşerek Yahudiler cumartesiyi, Hristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibadet günü olarak benimsemişler, Allah da cuma gününü Müslümanlara nasip etmiş, onları bu konuda hakka ulaşmaya muvaffak kılmıştır.” (DİA, Cuma).
[3*] Bakara 2/113, Yunus 10/93, Secde 32/25, Casiye 45/16-17.
[1*] Kur’an’dan çıkarılmış doğru hükümlerle. Bkz. Al-i İmran 3/7 ve dipnotları.
[2*] Yunus 10/57, Şûrâ 42/15.
[3*] Furkan 25/52, Ankebut 29/46, Fussilet 41/34.
[4*] En’am 6/117, Necm 53/30, Kalem 68/7.
[*] Bakara 2/190, En’am 6/160, A’raf 7/199, Hac 22/60, Şûrâ 42/40-43.
[*] En’am 6/33-34, Yunus 10/65, 109, Hicr 15/97-99, Neml 27/70, Yasin 36/76, Mearic 70/5, Müddessir 74/7.