NİSA
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[1*] Nefis kelimesi, hem beden hem de ruh anlamına gelir (Zümer 39/42). Bu ayetteki nefis, bedenin özelliklerini içeren döllenmiş yumurtadır. Nefsin oluşumu, üç karanlık bölgede tamamlanır (Zümer 39/6). Bunlar yumurtalık /karar-ı mekîn (Müminûn 23/13, Mürselat 77/21), rahim kanalı /müstekar ve rahim yani müstevda’dır (En’âm 6/98).
[2*] Zevc /eş kelimesinin müennesi /dişili olan zevce Kur’an’da ve fasih Arapçada kullanılmaz. Kadın erkeğin zevci, erkek de kadının zevcidir. Buradaki eş ifadesinin nefsi vahidenin eşi olduğu görülmektedir. Bunun Adem’in eşi olarak da anlaşılabileceği Araf Suresi 189. ayetteki (ليسكن إليها) ifadesindeki zamirin Ademin eşine gitmesi zorunluluğundandır.
[1*] Bkz. Nisa 4/6
[2*] Bu ayette yer alan “tayyib” kelimesi, kişinin kendisine ait olan helal malı, “habîs” ise başkasına ait olan ve haksız yere alınan malı ifade etmektedir. En’âm sûresinin 145. ayetinde bizatihi haram olan şeyler anlatılırken, bu ayet başkasının hakkı olan malı yemek gibi harici bir sebepten dolayı haram olan -ki buna fıkıhta “haram li gayrihî” denir- şeylerin hükmünü açıklamaktadır. Aşağıda gelecek olan “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmuş olurlar” (Nisa 4/10) ayeti de bunu göstermektedir. Râgıb el-İsfahâni’nin de isabetle belirttiği gibi bir şeyin “tayyib” sayılabilmesi için maddesi /kaynağı helal olan bir şeyden ve helal olan bir yerden alınması şarttır. Mesela hırsızlık yoluyla elde edilen bir ekmek, doğası itibariyle tayyib olduğu halde çalan kişi için habistir.
[1*] (Nisa 4/127)
[2*] Tam tercüme, “ikişer, üçer ve dörder” şeklindedir. Bir kişinin önüne bir çuval ceviz koysanız, “bundan ikişer, üçer ve dörder tane al!” deseniz o kişi cevizlerin tamamını alabilir. Birden fazla kişiye aynı şey söylerseniz hiçbiri dörtten fazlasını alamaz. Bu ayette emir, birden fazla kişiye verildiği için hiçbir erkek, aynı anda dörtten fazla eşle nikahlı olamaz . Bu incelik hemen kavranamadığından meal yukarıdaki şekilde verilmiştir.
[3*] Kişinin birden fazla kadınla evlenmesi durumunda maddi ve manevi yükleri artacak, eşleri arasında adaleti sağlaması zorlaşacaktır (Nisa 4/129).
[4*] Burada, iki şeyden sadece birinin olabileceğini ifade eden “veya” bağlacının kullanılmış olması son derece önemlidir. Kadının birden fazla eşi olamaz(Nisa 4/24). Ama erkeğin birden fazla eşi olabileceğinden bu hüküm, sadece erkek ile ilgilidir. Erkeğin ya esir ya da hür eşi olabilir, ikisi bir arada olamaz (Nisa 4/25). Edep yerlerini bunlardan sadece birine açabilir (Müminun 23/5-6, Mearic 70/29-30). Hür kadınla nikahsız ilişki nasıl yasaksa esir kadınla da yasaktır (Nisa 4/25, Nur 24/32-33). Bu ayette “mâ meleket eymânukum /ما ملكت أيمانكم = hakimiyetiniz altında olan” ifadesi, “أو = veya” edatı ile vâhideten = واحدة üzerine atfedilmiştir. Vahideten sözünün amili mukadder “inkihu /انكحوا = nikâhlayın” emri olduğu için ona atfedilmiş olan “ ما ملكت أيمانكم” = hâkimiyetiniz altında olan” sözünün amili de “nikâhlayın” emri dışında bir şey olamaz. Çünkü matuf ile matufun-aleyhin amilleri aynı olmak zorundadır. Ayete doğru anlam verilirse kimse hakimiyeti altındaki cariye ile nikahsız ilişkiye giremeyeceği için, Arap dili açısından kabul edilemez bir çarpıtma yapılarak ayette hiç geçmeyen “yetinin” ifadesi tefsir ve meallere yerleştirilmiş ve Allah’ın uzak durulmasını emrettiği zina (En’âm 6/151, İsra 17/32, Necm 53/31-32) meşrulaştırılmıştır.
[*] Mehir diye anlam verilen kelime saduka’dır. Saduka, (sıdk = صدق) kökündendir. Sıdk, ister söz ister başka şekilde olsun bir şeydeki kuvveti gösterir. Kuvvetinden dolayı doğru söze sıdk denir (Mekayis). Nikah sözleşmesi gereği eşine mehir vermek zorunda olan erkek, ona sağlam bir söz vermiş olur (Nisa 4/21). Artık o, evliliğin devamı sırasında da eşini boşadığında da ona verdiği hiçbir şeyi geri alamaz. Ayrılmayı kadın isterse durum değişir. Bu durumda o, eşinden aldıklarının tamamını veya bir kısmını geri vermek zorunda kalır (Bakara 2/229). Bu sebeplerden dolayı mehir evliliğin sigortasıdır.
[1*] “Olgunlaşmamış kişiler” diye anlam verdiğimiz (السُّفَهَاءَ = es-sufehâ) sefih’in çoğuludur. Sefih, akılsız veya aciz anlamlarına gelir. Burada sözü edilen sefihler, bir sonraki ayette belirtilen özelliklere sahip olmadıkları yani reşit konuma gelmedikleri için veya akli yeterlilikleri olmadığı için akılsızca davranıp malı doğru kullanamayan kişilerdir.
[2*] Maruf, bilinen demektir. Bu bilgi ya Kur’ân’dan ya da ona aykırı olmayan gelenekten elde edilir. Zıttı ‘münker’dir. “Marufa uygun söz”, her bakımdan doğru olan sözdür.
[*] Bu ayet, ergenlik (büluğ) çağına gelmemiş ve reşit olmamış kişilerin evlendirilemeyeceğinin açık delilidir. Çünkü erkek, evleneceği kadına mehir vermek zorundadır. Bunun için malı üzerinde tasarruf yetkisini elde etmiş olması gerekir. Bu da ancak büluğa erip reşit olması ile mümkün olur. Mehri kadının kendisi alacağı için onun da büluğa ermiş ve reşit hale gelmiş olması icap eder. Evlenecek kadın ve erkeğin, zinadan uzak durmuş olmaları da şarttır (Nisa 4/4, 24, 25, Mâide 5/5). Eğer zina edip tövbe etmemişse, ancak kendisi gibi zina etmiş biriyle veya bir müşrikle evlenebilir (Nur 24/3); ama zinadan sonra tövbe etmiş, tam bir dönüş yaparak kendini düzeltmişse, ancak o zaman namuslu bir Müslümanla evlenebilir (Nur 24/5, Furkan 25/68-70). Bütün bunların çocuklar için söylenemeyeceği açık olduğu halde mezhepler, Talak 4. ayetteki bir kelimenin anlamını tahrif ederek çocuk evliliklerine cevaz vermiş, tefsirler de bu büyük günahın destekçileri olmuşlardır (Talak 65/4).
[1*] Ölenin bıraktığı yetimler veya hayatta iken destek olduğu ve ölümüyle birlikte desteksiz kalan yetimler.
[2*] Hayatta iken maddi desteğini görmekte olan ve bu ölüm nedeniyle çaresiz durumuna düşenler. Ölenin karısı, bunların başında gelir (Bakara 2/240).
[3*] Hem onları aç ve açıkta bırakmamak için mirastan, geçimlerini sağlayacak bir desteğin verilmesi gerektiğini hem de paylar, Allah tarafından farz olarak belirlendiği için onların miras paylarını artırmanın mümkün olmadığını söylesinler.
[1*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu. İltifat sanatı dikkate alınmadan verilecek meal şöyle olur: "Allah, evladınız konusunda size görev yüklemektedir..." Bir Türk bu cümleden, mirası ölen kişinin paylaştıracağını anlar ve şaşırır.
[2*] أَوْصى= evsa= görev yükledi, anlamındadır (Lisân). Mirası, ayetlerde belirtilen ölçülerde paylaştırma görevini Allah mirasçılara değil, Müslümanlara yüklemiştir (Bakara 2/180-182). Bu emre uyulursa miras kısa sürede paylaştırılır ve mirasçılar arasında, bir çekişme ortamı doğmaz.
[3*] Bu parantezi eklememizin sebebi Nisa 4/176. ayettir. Bu ayette zikredilen kelâle, babası ve çocukları olmadan ölen kişidir. Onun mirasının paylaşımında kardeşleri, evladı gibi sayılmıştır. Burada iki kız kardeşe mirasın üçte ikisi veriliyorsa iki kıza da aynısının verilmesi gerekir. Çünkü ayetlerden biri diğerini açıklamaktadır.
[4*] Bu payların verilmesinden sonra artan kısmın tamamı, ister kız ister erkek olsun, evlada aittir. Mezhepler, hiçbir delile dayanmadan “asabe” diye bir kavram üretmiş, eğer mirasçı durumunda olan, kız ise artan kısmı, en yakın erkek akrabaya vermişlerdir. Halbuki Nisa 4/176’ya göre ölenin çocuğu varsa diğer akrabalar mirastan bir şey alamazlar.
[5*] Buradaki hükümler, ölenin annesinin ve babasının mirasçı olması halinde uygulanır. Yalnız babası mirasçı ise annesinin çocukları Nisa 12. ayetteki kelâle hükümlerine göre miras alırlar. Yalnız annesi mirasçı ise babasının mirasçıları Nisa 176’daki kelâle hükümlerine göre miras alırlar. Mirasçı olarak ölenin sadece kardeşleri kalmışsa annesinin çocukları Nisa 12, babasının çocukları da Nisa 176’ya göre mirasçı olurlar. Bütün paylaşımlar, eşlerin payı ayrıldıktan sonra yapılır (Nisa 4/33).
[6*] Kalanını baba alır.
[7*] Ana baba bir veya baba bir kardeşler, menfaat bakımından kişiye ana bir kardeşlerden daha yakındır. Babanın alacağı miras, onun ölümüyle baba bir kardeşlere kalacaktır. Zaten Nisa 4/176’ya göre babası ve evladı olmayan birinin baba bir kardeşleri, öz evladı gibi mirasçı olurlar. Nisa 4/12. ayete göre anası ve evladı olmadan ölen birinin ana bir kardeşleri öz evladın yerine geçmezler. Onlar annelerinin yerine geçer, anneleri gibi, mirastan en fazla üçte bir pay alabilirler.
[8*] (ٱلْوَصِيَّةُ = el-vasiyyeh), birine yüklenen belli bir görev anlamındadır (Lisân). İki çeşit vasiyet vardır; biri Allah’ın yüklediği mirası paylaştırma görevi (Bakara 2/180-181 Nisa, 4/11), diğeri de miras bırakanın borcu ile ilgili vasiyetidir. Belgelenmiş borca vasiyet denmez (Bakara, 2/282) çünkü o belge, başka bir şeye ihtiyaç bırakmaz. Böyle bir belge yoksa, ölmek üzere olan biri, borcunu, en az iki şahit huzurunda itiraf ederek vasiyette bulunur (Maide 5/106-107). Miras ayetlerinde “vasiyet ve borç” değil de “vasiyet veya borç” ifadesinin geçmesi, ikisinin de birer borç olduğunu ama aralarında böyle bir farkın bulunduğunu gösterir. Esas olan borcu yazmaktır. Nebimiz şöyle demiştir: “Müslüman kişinin, vasiyet etmesi gereken borcu varsa vasiyetini yazılı olarak yanında bulundurmadan iki gün gecelemesi caiz olmaz” (Buhari, Vasaya, 1, Müslim, Vasiyet, Mukaddime, Ebu Davud, Vesaya)
[9*] (آبَآؤُكُمْ = abâukum) ifadesinin kapsamına anneler de girdiği için ana - babanız anlamı verilmiştir.
[10*] Ayetteki (أَبناؤُكُمْ= ebnâukum), erkek ve kız evladı ifade eder (Nahl 16/72).
[1*] Hanımların sayısı birden fazla ise, dörtte bir mirası aralarında paylaşırlar.
[2*] Miras paylaşılırken önce eşin payı verilir, ondan artan kısım, diğer mirasçılara pay edilir (Nisa 4/33).
[3*] Ölen kişinin borcu, mirasından çok ise miras, alacaklılara alacakları oranında pay edilir. Kalan borç, mirasçıdan istenemez.
[4*] Baba bir 2 kız kardeşin payı 1 erkek kardeş kadar iken (Nisa 4/176) ana bir kardeşlerde erkek ve kız ayrımı olmaz. Çünkü ana bir kardeşler başka aileye mensup olduklarından kişiye faydası açısından kız kardeşin erkek kardeşten farkı yoktur.
[5*] Bu vasiyet, Maide 5/106’ya göre ölen kişinin yaptığı, borcunun ödenmesi ile ilgili vasiyetini de Bakara 2/240’a göre ölen erkeğin eşiyle ilgili olarak Allah’ın mirasçılara yüklediği görevi de kapsar.
[6*] Mezhepler, bir ayet veya hadise dayanmadan bir kişinin, malının üçte birini vasiyet edebileceğini söylerler. Bu, mirasçıların malının haksız olarak başkasına verilmesidir. Bir yere bağışta bulunacak olan, bağışı hayatta iken yapmalıdır. Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Sizden birine ölüm gelmeden, verdiğimiz rızıktan hayra harcasın. Yoksa (ölüm gelince) şöyle der: ‘Rabbim! Kısa bir süreliğine ölümü ertelesen de sadaka versem ve salihlerden olsam!’ Allah eceli gelmiş olan hiç kimseyi ertelemez. Allah yaptığınız her şeyin iç yüzünü bilir.” (Münâfikûn, 63/10-11) Nebimize “Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorulunca şöyle demiştir: “Sağlıklı ve hırslı olduğun, fakirlikten korkarak zenginlik beklentisi içinde olduğun sırada verdiğin sadakadır. Can boğaza gelinceye kadar erteleyip o sırada şuna şu kadar, buna bu kadar deme. Artık o mal başkasının olmuştur” (Buhari, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 92). Bu konuda Sa’d b. Ebî Vakkas’ın oğlu Amir’in, kendi doğumundan öncesi ile ilgili olarak babasından duyduğu şu sözler delil alınır: “Veda Haccı sırasında şiddetli bir ağrıya tutuldum. Allah’ın elçisi (s.a.v.) ziyaretime geldi. Dedim ki; “Sancım iyice arttı. Ben malı olan birisiyim. Kızımdan başka mirasçım da yok; malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtsam mı?” Hayır! dedi. “Yarısı olmaz mı?” dedim; şöyle dedi: “Hayır! Üçte biri olur ama üçte bir de büyüktür veya çoktur. Mirasçılarını zengin olarak bırakman, başkalarına el açacak şekilde fakir bırakmandan hayırlıdır.” (Buhârî) Bu hadisin vasiyetle ilgisi yoktur. Öyleyse bir malın, ölümünden sonra bir yere verilmesini vasiyet eden kişinin yaptığı vasiyet geçersizdir.
[7*] Yunus 10/11, Nahl 16/61, Fatır 35/45.
[*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه ) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resul /elçisinin getirdiği ayetler” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).
[*] “Ölmemek üzere kalan” ifadesinin cennetliklerle ilgili olan önceki ayette çoğul, cehennemliklerle ilgili olan bu âyette tekil olması, cennetliklerin eş-dost ve yakınları ile birlikte olacaklarını, cehennemliklerin ise tek başlarına kalacaklarını gösterir (Bakara 2/165-167, Zuhruf 43/66-67).
[1*] Zina diye meal verdiğimiz kelime, fuhuş anlamında olan (el-fahişe = الْفَاحِشَةَ)'dir. Türkçede para karşılığı yapılan cinsel ilişkiye fuhuş dendiği için, yanlış anlamaya yol açmasın diye o kelime kullanılmamıştır. Kur’an’a göre her zina fuhuştur. Bir ayet şöyledir: “Zinaya yaklaşmayın! O, bir fuhuş ve çok kötü bir yoldur.”(İsra 17/32)
[2*] Allah Teala dört şahit getirme şartını, namuslu kadının zina ettiği iddiasını ispat için şart koşmuş, dört şahit getiremeyeni iftiracı saymış ve ona seksen kırbaç vurulmasını emretmiştir. Ayrıca tevbe edip kendini düzeltinceye kadar şahitliğinin kabul edilmemesini de hükme bağlayarak (Nûr 24/4-5 ve 13) kadını koruma altına almıştır. Bu koruma erkek için getirilmemiştir.
[3*] Muhammed aleyhisselam Mekke’de iken önceki kitaplara uyma emri almıştı (En’âm 6/90). Medine’de ceza uygulayabileceği konuma gelince zina suçu işleyenlere Tevrat’ta bulunan recm yani taşlayarak öldürme cezasını (Levililer 20/10-21, Tesniye 22/22-26) uygulamıştı (Buhârî, Hudûd, 24 ve 30). Bu âyetler recm cezasını ilk aşamada kadın için ev hapsi ve sözle incitme, erkek için sadece sözle incitme cezasına çevirmiştir. Tevbe edip ıslah oldukları ortaya çıkınca sözle incitme cezası, her ikisi için de ortadan kalkardı. Daha sonra bu ceza hafifletilerek 100 celdeye çevrilmiştir (Nûr 24/2).
[*] Allah Teala fuhuş çeşitlerini yasaklamış (A’raf 7/33) ve onlardan uzak durmayı emretmiştir (En’am 6/151, Şurâ 42/57, Necm 53/31-32). Onların ilki zina (İsra 17/32) ikincisi de erkek erkeğe ilişkidir (A’raf 7/80-81). Arap dilinde çoğul, en az üçü gösterdiğinden fuhşun üçüncü çeşidi lezbiyenlik olur. 15. ayette, fuhuş yapan kadınlara verilen ev hapsi cezasının, onların lehine olacak bir cezaya çevrileceği bildirilmiştir. Fuhuş suçu ile ilgili olarak, bundan sonra inen tek ayet zina cezasını belirleyen ayet olduğu için (Nûr 24/2), Nisa 15’te ev hapsi cezasına çarptırılan kadınlar, zina suçu dışında bir suç işlemiş olamazlar. Nisa 16’da hem onu hem de suç ortağı olan erkeği sözle incitme emri de verilmiştir. Burada kadına daha fazla ceza verildiği düşünülebilir. Ama ev hapsi onu, kötü niyetli erkeklerden koruyacağı için kadının lehine olur. Bu cezalar, Nûr Suresi 2. âyet ile kaldırılmış, hem kadın hem de erkek için 100 celdeye dönüştürülmüştür. Konu bu kadar açık olduğu halde Nisâ 15’in kadın kadına ilişki /lezbiyenlik ile ilgili olduğu, ayette açılacağı bildirilen yolun da evlilik olduğu iddia edilmektedir. Halbuki ayette evli bekar ayrımı yapılmamış, sadece ev hapsine mahkum edilen kadınlar için “lehine bir yol açıncaya kadar” ifadesi kullanılmıştır. Bu yol ancak, ev hapsini sona erdirecek bir ceza türü olabilir. İşte 100 celde cezası (Nûr 24/2) budur. Ayetler arası ilişkileri dikkate almayanlar, 16. ayetin erkek erkeğe cinsel ilişki ile ilgili olduğunu da iddia ederler. Onlara göre ayetin başındaki “ellezâni /o ikisi” ifadesi fuhuş eylemini yapan iki erkek anlamındadır. Bu iddianın da doğru olma ihtimali yoktur. Arap dilinde kadınlar için dişil, erkekler için eril kalıplar kullanılır ama erkek ile kadının ortak eylemini anlatan kelimeler, mutlaka eril kalıpta olur. Bu sebeple ilgili ayetleri yok sayıp Nisa 16’nın başındaki “ellezâni” ifadesine dayanılarak o ayette erkek erkeğe cinsel ilişkinin kastedildiği söylenemez.
[*] Ayette geçen cehâlet (جهول) kelimesi ‘bilmemek, yanlış düşünmek, yanlış hareket etmek’ anlamlarına gelir (Müfredat). Yusuf aleyhisselamın “Rabbim! ... Kadınların oyununu benden savmazsan onlara kapılırım ve cahillik edenlerden olurum. (Yusuf 12/33)” demesi de, Musa aleyhisselamın “Cahillik edenlerden/kendini bilmez biri olmaktan Allah’a sığınırım! (Bakara 2/67)” demesi de kendini tutamayarak yanlış yapma anlamındaki cehalettir.
[*] Yunus aleyhisselam ve kavmi, ölümle yüz yüze gelmeden tövbe ettikleri /dönüş yaptıkları için Allah tövbelerini kabul etti (Enbiya 21/87-88). Nuh aleyhisselam da oğlu bildiği kişiyi, kurtulma ümidi varken, tövbeye çağırmıştı (Hûd 11/42-43). Firavun ise tövbeyi, ölümle yüz yüze geldiği anda yaptı (Yunus 10/90-92). Böyle bir tövbe kabul edilmez (Müminun 23/99-100, Secde 32/12-15). Günahkar müminler de ölünce hayata dönüp iyi işler yapmak isterler ama iş işten geçmiş olur (Münafikun 63/9-11). Nebîmiz şöyle demiştir: “Allah kulunun tövbesini, can boğaza gelinceye kadar kabul eder.” (Tirmizi, Daavat 98; İbn Mace, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, 2/132, 153). Can boğaza gelince artık her şey bitmiş olur.
[1*] “Kadınlarınızı zorla nikahınızda tutmanız” şeklinde anlam verdiğimiz cümlenin hakiki anlamı “kadınlarınıza zorla mirasçı olmanız”dır. Kimin daha önce öleceği belli olmadığı için kimse kimseye zorla mirasçı olamayacağından “mirasçı olma” kelimesine, mecaz anlamı verme zorunluluğu doğar. Mecaz ile hakikat arasında bir ilgi bulunmalıdır. Bir erkek, ancak nikahında iken ölen kadına mirasçı olabileceği için buradaki ilgi, ölene kadar birlikte olma isteğidir. Bunun gerçekleşmesi için erkek, zor kullanarak eşinin boşanma isteğini engelleyebilir. Ayete yukarıdaki anlamın verilmesinin sebebi budur. Kadının da tek taraflı boşama hakkı vardır (Bakara 2/229, Nisa 4/34-35, Mümtehine 60/10-11). Mezhepler kadının boşama hakkını elinden alıp yerine, son kararın erkekte olduğu ‘muhâlaa’yı koyduğundan ilgili bütün ayetler gibi bu ayete de yanlış anlam vermek zorunda kalmışlardır.
[2*] “Güzel” diye tercüme ettiğimiz kelime “maruf” kelimesidir. Maruf, Kur’an’da belirtilen ölçüler veya evrensel doğrular sayesinde öğrenilir. Kur’an’da özel olarak kadınlara ait hak ve sorumlulukların bildirildiği ayetler, onlarla geçinme konusundaki marufu açıklar: Bakara 2/187, 222, 225-237; Nisa 4/3-4,15,19,21,32-35,127-128; Nur 24/31,33; Ahzab 33/59; Mücadile 58/2-3; Talak 65/1-7.
[*] Erkek; eşinin zina ettiğini iddia ederse özel bir yargılama ile iddiasını ispatlama, eşine de kendisini aklama imkanı verilir (Nur 24/6-10). Bu yolla erkek eşinden bir şey alamaz; ama verdiği mehir ve hediyeleri geri almak için eşine, boşama hakkını onun kullanmasını, (Bakara 2/229) aksi takdirde zina ettiği iddiasıyla yargıya baş vuracağını söyleyerek baskı yapabilir. Bunu yapan hem iftira etmiş hem de büyük bir günaha girmiş olur.
[*] Küçük çocuklar, bütün mezheplere göre velileri tarafından evlendirilebilir. Ayrıca Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler, bakire kızın babası tarafından ona sormadan evlendirilebileceğini; Hanefîler de baskı altında kıyılan nikahın geçerli olduğunu kabul ederler. Bu şekilde evlendirilen bir kadın, eşinden sağlam bir söz almış olamayacağı için ayet, bu tür nikahların geçersizliğinin açık delillerindendir.
[1*] Haram kılınan şeyin evlilik olduğu hem bu ayetten hem de bunu takip eden ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır.
[2*] “Analarınız” ifadesi sadece anneyi değil, anneanne, babaanne ve onların anneleri gibi bütün büyük anneleri içine alır. Aynı şekilde anne ve baba soyundan olan dedeler ve onların babaları gibi tüm büyük babalar da kişinin kendi öz babası hükmündedir.
[3*] Bir kadından süt emen çocuk o kadının süt çocuğu, kadının doğurduğu veya emzirdiği çocukların da süt kardeşi olur ve aralarında ebedi evlenme engeli doğar. Fakat bu yasak, süt emen çocuğun bu kadından süt emmeyen kardeşlerini kapsamaz. Bu yüzden fıkıhta “süt emenin nefsi (yani sadece kendisi) emzirenin nesline haramdır” kuralı geliştirilmiştir. Buna göre bir kadın kendi çocuğu olmayan birini emzirdiğinde sadece o çocuk onun süt çocuğu olur. Süt hısımlığının doğması için bir kadının 0-2 yaş arasındaki çocuğu beslemek/doyurmak maksadıyla emzirmesi gerekir (Bakara 2/233).
[4*] Herkes annesinin evine girme hakkına sahiptir (Nûr 24/61). Anne dul kalır da bir başkasıyla evlenirse yeni eşinin tahsis ettiği evin kendi evi sayılabilmesi için onunla kapalı alanda baş başa kalması gerekir (Nisa 4/20-21). Bundan sonra Allah, o kadının kızını, bu yeni kocasının öz kızı gibi sayarak evlenilmesi yasak olanlar arasına sokmuş ve onun o eve girmesinin önündeki engeli kaldırmıştır.
[1*] Müslüman - kâfir, hür - esir, evli - bekar ayrımı yapılmaksızın, namusunu koruyan bütün kadınlar Kur’an hükümleriyle de koruma altına alınmış ve onlara “muhsana” yani kalenin içindeymiş gibi korunmuş kadın denmiştir. Bunlardan hür olanları için bu kelime, Mâide 5/5. ayette, esir olanları için de Nisâ 4/25’te geçer. Nûr 24/4 ve 23. ayetler ise her ikisini de kapsar. Kadın, nikâh ile birlikte kocasının da koruması altına girer ve bir kez daha muhsana olur. Bu ayette muhsana, evli kadın anlamında kullanılmıştır.
Bu ayet, evli iken esir düşen kadınların, kocalarından boşanmış sayılacağını gösterir.
[2*] “Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın” emriyle başlayıp buraya kadar sayılan kadınları nikâhlamak haramdır. Bu ayette yer alan “Hakimiyetiniz altında olan (savaş esirleri) dışındaki evli kadınları nikâhlamanız da haramdır” hükmü, evli savaş esiri kadınlarla evlenmeye onay vermiştir. Çünkü Muhammed 47/4’e göre savaş esirleri köleleştirilemez; onları karşılıklı (fidye ile) veya karşılıksız serbest bırakmak gerekir. Karşılıksız serbest bırakılmayan, fidyeleri de ödenmeyen kadınlara evlilik yolu açılarak esirlikten kurtulmalarına imkan verilmiştir. Esir kadın, evlenme konusundaki kararını, kendi hür iradesiyle vereceği için bu hükm onun lehinedir.
[3*] Bu ayet, gerdeğe girilmişse, nikahtan önce veya nikah sırasında belirlenmiş mehri vermenin erkeğin görevi, almanın da kadının hakkı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yüzden erkek, mehir belirlendikten ve gerdekten sonra karısını boşarsa, ona olan mehir borcunun tek kuruşunu dahi kesemez (Bakara, 2/228; Nisâ, 4/20). Boşanma durumunda mehirle ilgili diğer hükümler için bkz: Bakara, 2/236-237; Ahzâb, 33/49.
[4*] "Mehirlerini” diye tercüme ettiğimiz kelime; “أجر = ecr”in çoğulu“أجور = ücûr”dur. Ecr, yapılan işe karşılık hak edilen şeye denir. Kadının nikah akdi karşılığında hak ettiği mehre de mecaz olarak ecr denmiştir (Müfredat). Durum böyle olduğu halde Nisa 24. ayetin iç bütünlüğü, anlamı, diğer ayetlerle ilişkisi ve Arap dilinin kuralları ihlal edilerek onun şu bölümünden mut’âya yani geçici nikaha fetva çıkarılmıştır. Bunu yapanlar (فَمَا اسْتَمْتَعْتُم بِهِ’) ifadesindeki nikaha giden هِ= o zamirini herhangi bir şekilde "elde etmek" diye takdir ederek muta'ya delil çıkarırlar. Halbuki Nisa 22. ayetten itibaren kadını elde etmekten değil, nikahtan bahsedilir. Dolayısıyla (فَمَا اسْتَمْتَعْتُم بِهِ’) ifadesindeki (هِ= o ) zamiri nikaha gitmektedir. Böylece Kur'an, tek bir nikahtan bahsettiği halde Şia, ayetteki ifadeleri tahrif etmek suretiyle bu tür geçici nikahın İslam'da var olduğunu ve hatta uygulanmasının sevap olduğunu söyler.Bu konuda Sünniler de Mut'a nikahının İslam'da var olduğunu fakat sonradan Ömer (r.a.) tarafından kaldırıldığını iddia ederler. Bu dinde Allah'tan başka hüküm koyma veya kaldırma yetkisine sahip biri olamayacağı için bu iddiaların doğru olma ihtimali yoktur.
[1*] Bu ayete göre hür kadınla evlenmeye gücü yeten erkek, esir kadınla evlenemez. Hür eşi olan, onun üzerine esir bir eş de alamaz. Eğer evlenmek istiyorsa, onu önce hürriyetine kavuşturur (Muhammed 47/4), sonra evlenir. Ödediği fidyenin mehir sayılması için onunla anlaşabilir. Nebimiz, esir kadınlardan Cüveyriye, Safiye ve Reyhâne’yi, hürriyetine kavuşturduktan sonra nikâhlamıştır. Nebimize fey olarak verilen ve savaş esiri olmayan Mâriye, Ahzâb 33/50. ayet ile ona özel olarak helal kılınmıştır (Tahrim 66/1-2).
[2*] Her kadın bir erkeğin kızı, her erkek de bir kadının oğludur (Hucurât 49/13).
[3*] Savaş esirleri ailelere dağıtılır ve ailenin bir ferdi gibi muamele görürler (Nur 24/58-59). Yanında bulunduğu aile, esirin ailesi sayılır. Ailenin yetkisi, sadece evliliği denetlemekle sınırlıdır. Esir kız/kadın, evlenme kararını kendi hür iradesiyle verir ve eşinin ödeyeceği mehrin de sahibi olur.
[4*] Bir önceki ayetin dipnotunda da belirtildiği gibi hür-esir, evli-bekar ayrımı olmaksızın bütün kadınlar “muhsana” yani kalenin içindeymiş gibi korunmuş olarak vasıflanmış ve evlilik dışı ilişkiye izin verilmemiştir. Hem bu iki ayetin hem de Nisa 4/3, Nur 24/32-33. ayetlerin açıkça ortaya koyduğu gibi esir kadının cinselliğinden, evlilik dışında herhangi bir yolla yararlanılamaz. Bu ayet, esir kadının evlenmesini, hür kadın gibi kendi iradesine bırakmış, evliliği denetleme görevini de yanında bulunduğu aileye yüklemiştir. Bu ayete ve Bakara 232. ayete göre ailenin yetkisi, esir kadının kararının marufa yani Kur'an ölçülerine uygun olup olmadığını denetlemekle sınırlıdır. İlgili bütün ayetlerin ortak hükmünü Nebimiz şöyle ifade etmiştir: “(Evlenmek isteyen kadın) Eğer velisiyle anlaşamazsa sultan (yetkili kişi), velisi olmayanın velisidir (Ebû Dâvûd Nikâh 26; İbn Mâce Nikâh 12; Nesâî Nikâh 35). Her kadın gibi esir kadın da nikâh ile birlikte kocasının da koruması altına girer ve evli kadın anlamında yeniden muhsana olur.
[5*] Zinanın cezası 100 celde yani yüz kamçıdır. Hür olmayan kadınlardan bu suçu işleyenler yarısı kadar ceza verilir. Kur’an’da zina eden kadın ve erkekler için taşlanma (recm) cezası yoktur. Zaten taşlanarak öldürülme cezasının yarısı diye bir ölçü olamaz (Nur 24/2 ve 4).
[6*] Hür olmayan kadınlarla ayette belirtilen kurallara uygun şekilde evlenme izni. Bu ayete göre gücü yeten bir kişi, bir esir kadınla evlenmek isterse onu hürriyetine kavuşturmadan evlenemez.
[*] “Yollar” diye meal verdiğimiz kelime, sünnet (السنة)‘in çoğulu olan sünen (سنن)'dir. Sünnet,, bütün nebilerin gittiği doğru yolu ifade eder. O yola girmeyenler kaybederler (İsra 17/76-77, Kehf 18/55). Sünnet, Allah’ın belirlediği yol olduğu için üç âyette sünnetullah /Allah’ın sünneti şeklinde geçer (Ahzab 33/38, 62, Fetih 48/23).
[*] İrâde, istemek ve dilemektir. Allah’ın iradesinin ezelî olduğuna ve irade ettiği şeyin mutlaka gerçekleşeceğine inanılır. Ayetler bu inancın yanlış olduğunu açıkça göstermektedir. Bir şey Allah’ın sadece iradesi ile değil, iradesinin ardından vereceği “ol” emri ile gerçekleşir (Yasin 36/82). Allah, “ol” emrini verince iradesi meşiete dönüşür ve o şey mutlaka olur (En’am 6/149, Nahl 16/9). O, insanların imtihanı ile ilgili konularda bu emri, sadece gereğini yapanlar için verir (Ra’d 13/27, Taha 20/82). Allah böyle bir kural koymasaydı bu ayetlerde geçen şu ifadeye göre her kafirin mümin ve her günahkarın tövbekar olması gerekirdi. “(Allah) sizi sizden öncekilerin doğru yollarına yönlendirmeyi ve tövbenizi kabul etmeyi irade eder.”
[1*] Batıl yolla mal yemek şu şekillerde olur: Ölçüde ve tartıda eksiltme yapmak (Mutaffifin 83/1-3, İsra 17/35), faiz yemek (Bakara 2/275, 278-279, Al-i İmran 3/130), kumar ve şans oyunları (Bakara 2/219, Maide 5/90-91), gasp (Kehf 18/79), hırsızlık (Maide 5/38), yetim malı yemek (Nisa 4/2, 6,10), boşadığı hanıma verdiği bir şeyi geri almak (Bakara 2/229, Nisa 4/20-21), başkasının malını yemek için yetkililere rüşvet vermek (Bakara 2/188), ayetleri gizlemek (Bakara 2/174) ve din istismarı (Tevbe 9/34).
[2*] Ticaret, mal ve hizmet alım satımıdır. Bunlar tarafların hür iradesiyle yapılmalıdır. Bir zamanlar Medine’de fiyatlar yükselmiş, halk Nebimizden narh koymasını istemişti. Narh, bir malın en çok kaça satılabileceğinin yetkili makam tarafından belirlenmesidir. Nebimiz aleyhisselam şöyle dedi: “Fiyatları belirleyen, daraltan, genişleten ve rızkı veren Allah’tır. Benim asıl istediğim, sizden birinizin kanı ve malı konusundaki bir haksızlıktan dolayı benden bir talebi olmadan Rabbime kavuşmaktır” (Tirmizi, Büyû’, 73). Bu sözün anlamı şudur: Fiyatlar, Allah’ın bu ayette koyduğu kurallara göre oluşur. Buna aykırı her müdahale zulümdür. Devletin müdahalesi, piyasaya daha az mal gelmesine, daralmasına, kıtlık ve karaborsaya yol açar. Serbest piyasada fiyatların artması, ucuzluğun en iyi habercisidir. Çünkü fiyatların arttığını duyan herkes oraya mal getirir ve kısa sürede bolluk ve ucuzluk başlar.
[3*] Buradaki (الا = illa) edatına istisna-i munkatı anlamı verilmiştir.
[*] Büyük günahlara “kebâir” denir. Bunların belli başlıları şunlardır: Ayetleri gizlemek (Bakara 2/159-163, 174-177), şirk (Nisa 4/48), zina etmek (İsra 17/32, Nur 24/2), namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmak (Nur 24/4, 11-13), adam öldürmek (Furkan 25/68) yetim malı yemek (Nisa 4/2, 6, 10), ölçüde tartıda eksiltme yapmak (Mutaffifîn 83/1-3, İsra 17/35), hırsızlık (Maide 5/38), Allah’ın koyduğu sınırları aşmak (Nisa 4/14), kendi yalanını Allah’a mal etmek (Hud 11/18, Nahl 16/116), haram yiyecekleri yemek (Bakara 2/173, Maide 5/3, En’am 6/145, Nahl 16/115) savastan kacmak (Enfal; 8/15-16), faiz yemek (Bakara 2/275, 278-279, Al-i İmran 3/130) ana-babaya kötü davranmak (İsrâ 17/23), kibirli olmak (Nisa 4/36), sarhoş edici ve uyuşturucu maddeleri kullanmak, kumar oynamak (Maide 5/90-91, Bakara 2/219) haram aylarda savasmak (Bakara 2/217), evlenilmesi haram olan kadınlarla evlenmek (Nisa 4/22-24), insanlari mescitlerden engellemek (Bakara 2/114), Allah’tan vahiy aldığını iddia etmek (En’am 6/93) ve ayetlerden yüz çevirmektir (En’am 6/157, Taha 20/124-127).
[*] Bunlar, Allah’ın yaratılıştan, kadınıyla erkeği ile her insana verdiği üstün özelliklerdir. İnsan bu özelliklerini keşfettiği oranda öne çıkar. Bir de kadınlara erkeklerde olmayan özellikler, erkeklere de kadınlarda olmayan özellikler verilmiştir. Böylece bunlar birbirlerini tamamlar ve hayatın uyumlu bir şekilde yaşanmasını sağlarlar (Zuhruf 43/32).
[1*] Mirasta esas olan kan bağıdır. Din veya ülke farkı mirasa engel olmaz (Nisa 4/7, Enfal 8/75, Ahzab 33/6).
[2*] İltifat, Sözlükte eğmek/bükmek/çevirmek anlamındaki (left = لفت) kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[3*] Sözleşme ile mirasçı olma hakkını kazananlar sadece eşler (Nisa 4/12) olduğu için ‘güçlü sözleşme’, nikah sözleşmesinden başkası olamaz (Nisa 4/20-21). Mirasçılar ve alacakları paylar, Allah tarafından kesin olarak belirlenmiş, onun çizdiği sınırları aşanların ağır bir şekilde cezalandırılacağı bildirilmiştir (Nisa 4/13-14). Bu ayet, önce eşlerin paylarının verilmesini, kalan kısmın, aileden olan mirasçılara, belirlenen şekilde pay edilmesini emretmektedir. Ayete yanlış anlamlar verildiği için payların toplamının ortak paydayı geçtiği dengesizlikler ortaya çıkmıştır. Fıkıhta ‘avliye’ denen bu dengesizlik, paydanın yükseltilerek paya eşitlenmesi ile çözülmektedir. Bu da eşlerin paylarının bir kısmının diğer mirasçılara geçmesine yol açmaktadır. Mesela bir erkek ölse, geriye annesi, babası, karısı ve iki kızı kalsa, bu ayete göre öncelikle karısına mirasın ⅛’i verilir (Nisa 4/12). Mirasın kalanı altı paya bölünerek 1 pay anneye, 1 pay babaya 2’şer pay da kızlara verilir (Nisa 4/11). Mezhepler ise mirası 24’e böler, 3 pay eşe, 4 pay anneye, 4 pay babaya, 8 pay bir kıza 8 pay da diğer kıza vererek payların toplamını 27’ye çıkarır ve ‘avliye’ yaparlar. Eşin payı ⅛’den 1/9 ’a düşmüş ve onun azalan payı, diğer mirasçılara verilmiş olur. Eğer bu ayete göre davranılsaydı avliye diye bir dengesizlik doğmazdı.
[1*] Bazı konularda erkekler, bazı konularda da kadınlar üstündür. Bu farktan dolayı biri diğerinin eksiğini tamamlar. Bu sebeple taraflardan biri diğerine özenmemelidir.
[2*] Mehir sorumluluğu ve aileyi geçindirme sorumluluğu (Bakara 2/233; Nisa 4/4, 24; Talak 65/6).
[3*] Allah’ın kadını koruması, kadının zina ettiğini iddia eden kişinin 4 şahit getirme zorunluluğu (Nisa 4/15, Nur 24/4,6,13), evi geçindirme sorumluluğunun erkeğe ait olması, kadının evlilik ve boşanma hukukunun mehir ile maddi güvence altına alınmış olmasıdır (Bakara 2/229, Nisa 4/20-21).
[4*] “Kimse görmezken” anlamı verdiğimiz kelime (li’l-ğayb= للغيب)‘dır, (fî’l-ğayb = في الغيب) takdirindedir. Gayb, “beş duyuyla algılanamayan” şey için kullanılır. Görülmeyen, duyulmayan yani şahit olunmayan şey insanlar için gaybdır. Kadınların zina suçunun sabit olması için dört şahit aranır (Nisa 4/15). Demek ki ayette “lil gayb” ifadesiyle, şahitlerin olmadığı durumdan bahsedilmektedir. Kötü kadınlar bunu fırsat bilip ahlaksızlık yapabilirler. Ama iyi kadınlar, Allah’a içten boyun eğdikleri için bunlardan uzak dururlar.
[5*] “Ayrılma” anlamı verdiğimiz kelime (nüşûz =نُشُوزً)'dur. Kalkıp gideceği zaman kişinin oturduğu yerden hafifçe kalkması anlamındadır (el-Ayn). Bir ayet şöyledir: “Ey inanıp güvenenler! Size toplantılarda “Yer açın!” denince yer açın ki Allah da size yer açsın. “Nüşûz edin = Kalkın!” denince de kalkın ki Allah, içinizden inanıp güvenenler ile kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızın iç yüzünü bilir.” (Mücadele 58/11). Nüşuz kelimesi koca için kullanılınca "eşini terk etmesi yani boşaması" anlamına gelir. İlgili ayet şöyledir: “Bir kadın, kocasının nüşûzundan/ayrımasından veya yüz çevirmesinden korkarsa aralarında uzlaşmaları, ikisine de günah olmaz. Uzlaşmak iyidir. Nefisler doyumsuzluğa yatkın kılınmıştır. Eğer iyi davranır ve Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakınırsanız bilin ki Allah, yaptığınız şeylerin iç yüzünü bilir.” (Nisa 4/128). Durum böyle olduğu için nüşuz kelimesi, bu ayette de zorunlu olarak “kadının eşini terk etmesi, boşanıp gitmesi” anlamında kullanılmış olacaktır.
[6*] Erkeğin yatakta eşini yalnız bırakması, hem kadının kararını gözden geçirmesini sağlar hem de ayrılmak istediği kocadan hamile kalmasını engeller. Bu süre içinde erkek, eşini evden uzaklaştıramaz. Kadının evden ayrılmaması, sadece kadının değil, erkeğin boşamasında da uygulanan bir kuraldır (Talak 65/1).
[7*] “Rahat bırakma” anlamı verdiğimiz (darb =ضرب) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeyin üstüne vurma veya sabitlemedir (Müfredat). Hemen hemen her iş için kullanılan bu fiilin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir (el-Ayn). Burada kelimeye, erkeğin yatağı terk etmesinden sonra eşini boşanma olmaksızın bırakması, daha güzel bir ifade ile eşi kesin kararını verene kadar onu, rahatsız etmemesi ve evden çıkarmaması anlamını vermek gerekir. Çünkü kadının ayrılma yetkisini kullanmaktan vazgeçmesi ancak kendi hür iradesiyle gerçekleşebilir. Bunu ayetin takip eden bölümü gösterir.
[8*] "Gönülden kabul etme" itaatın Arap dilindeki sözlük anlamıdır. Zıddı ikrahtır (Müfredat). Bir işi dayak sonucu yapmak ikrâh altında yapmaktır. İkrahın dinimizde yeri yoktur (Bakara 2/256).“Onları darb edin” emrinden sonra gelen “size itaat ederlerse” ifadesi, darb kelimesine dayak anlamı vermeyi imkânsız hale getirir. Ona verilebilecek tek anlam, ayrılmak isteyen kadını evinde bırakmak, zorla çıkarmamak olur. Çünkü Allah Teâlâ, kadınlara da erkekler gibi eşinden ayrılma hakkı tanımıştır (Bakara 2/229).
[*] Karı koca dışında olup, onların aralarının açılacağı hakkında bilgi ve şüphe sahibi olan yakınlar, arkadaşlar.
[*] Zuhruf 43/36-38.
[*] Bakara 2/261.
[*] Nahl 16/89. Zümer 39/69.
[*] Arapça’da kefere (küfr) bir şeyin üstünü örtmek veya kendini o şeye kapatmak, görmezlik etmek, görmezlikte direnmek anlamına gelir. Allah’ın ayetlerini kafasına göre açıklamak, onları bağlamından koparıp başka tarafa çekmek, kelimelerin anlamlarını değiştirmek, görmezden gelmek, o ayetler karşısında yalan yanlış şeylere sarılmak, inkar etmek eylemlerinin hepsi küfür olup bunu yapana kâfir denir.
[1*] Bilinciniz yerine gelinceye kadar.
[2*] “Yolda olma” şeklinde tercüme edilen (âbirî-sebil = عَابِرِي سَبِيلٍ) şehir içindeki kısa yollar dahil her türlü yolda olma durumunu kapsar. Sonraki cümlede gelen “yolculuk halinde olma” ise seferî sayılmayı gerektiren uzun yolculuktur.
[3*] Cinsel ilişki veya başka yolla meydana gelen orgazm hali.
[4*] Suyu kullanacak durumda değilseniz (Müfredat وجد md.)
[5*] (Saîd =صَعٖيدً) üste çıkmış şey anlamındadır. Dünya’nın dış yüzeyine (Kehf 18/8) ve yüzeyde olan her şeye said (Kehf 18/40) denir.
[6*] Arapçada “el” anlamına gelen (يد = yed) kelimesi, sözlüklere göre omuzdan parmak uçlarına kadar tüm kolu ifade eder. Ancak kelimenin Kur’an’daki kullanımları, bilekten parmak uçlarına kadar olan, bir şeyi tutmaya yarayan bölümü ifade etmektedir. Bu durum A’râf 7/195 ve Taha 20/22. ayetlerde görülebilir. Bu sebeple Mâide Suresi 6. ayette abdest tarif edilirken, “ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın” denilerek, sadece ellerin yıkanıp bırakılmaması, yıkanacak bölgenin dirseklere kadar uzatılması emredilmiştir. Ayrıca Nisâ 43 ve Mâide 6. ayetlerde “yüzünüzü ve ellerinizi meshedin” şeklinde tarif edilen teyemmümü, “dirseklere kadar” ifadesi kullanılmadığı için Nebimiz de ellerini bileklerine kadar mesh ederek yerine getirmiş, dirseklerine kadar mesh etmemiştir (Buhari, Teyemmüm 3; Ebu Davud, Taharet 123).
[7*] Gusletmek veya abdest almak gerektiğinde su yoksa veya suyun kullanımına engel bir durum (hastalık, yıkanmanın mümkün olmaması) varsa teyemmüm yapılır (Maide 5/6). Alınan teyemmüm hem gusül hem abdest sayılır. Bazı kişiler zaman zaman ‘gusül gereken durumlarda teyemmümün yetmeyeceği’ veya ‘gusül ve abdestte yıkanması gereken yerleri tam olarak yıkayamadığı’ vehmine kapılabilir. Bu vehimler kişinin namaz kılmasını zorlaştıracak hatta engelleyecek hale gelebilir. Ayetteki (عَفُوًّا غَفُورًا = daima affeden ve bağışlayan) ifadesi böyle bir vehimle karşılaşan kişinin vehimlerinden kurtulabilmesi açısından önem taşır; çünkü Allah Tealâ affedici (günahları yok sayan) ve bağışlayıcı olduğunu belirtmiştir. Bu affedicilik ve bağışlayıcılık, istemeden eksik yıkanan bir yer varsa onu da kapsar.
[*] Buradaki cümleler tevriyelidir. Tevriye; birden çok anlamı olan sözü, uzak anlamı da kastedecek şekilde kullanmaktır. Ayetteki birinci cümle: “semi’nâ ve asaynâ”dır. Bunun bir anlamı “dinledik ve sıkı sarıldık” diğeri ise “dinledik ve isyan ettik” şeklindedir. Çünkü (asâ =عصى) fiili birbirine zıt iki anlama gelir . Ama (سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا =semi’nâ ve ata’nâ) ifadesi “dinledik ve içten boyun eğdik” dışında bir anlama çekilemez.
İkinci cümle (وَاسْمَعْ غـَيْرَ مُسْمَعٍ = isma gayre musmain) cümlesidir. Bu sözün iki anlamı vardır, biri “lütfen dinle, sana dinle demek haddimize değil ama...” diğeri ise “dinle, söz dinletilmez adam!” şeklindedir (Neml 27/80). Eğer sadece “dinle” anlamına gelen, (اسْمَع=isma) denseydi başka anlama çekilemezdi. Ayetteki üçüncü cümle olan (رَاعـِنَا =râinâ)'ya “Bizi gözet” anlamı verilebilir. Ama kelime, bir işin birden çok özne tarafından ortaklaşa yapıldığını gösteren mufâale (مفاعلة) kalıbında olduğu için ona “birbirimizi gözetelim” anlamı da verilebilir. Bu da Yahudilerin kendilerini Allah’ın elçisi ile eşit gördükleri izlemini doğurur. Hiç kimse elçilik görevi ile ilgili olarak ona: “birbirimizi gözetelim” diyemez (Nûr 24/63, Hucurât 49/3).
Mufâale kalıbı, bir işi tek başına yapma anlamında da kullanıldığından (رَاعـِنَا =râinâ)’ya “Bizi güt!” anlamı da verilebilir. O zaman “bizi, hayvan güder gibi güt!” diyerek üstü kapalı bir şekilde Allah’ın elçisini aşağılamış olurlar. (رَاعـِنَا =râinâ) yerine (انظُرْنَا=unzurnâ) deselerdi “bizi gözet” dışında bir anlama çekilemezdi.
[*] Araf 7/163-166
[1*] Her insan, kendi gözlemi ile Allah’tan başkasının ilah olamayacağını kavrar. Bu yüzden Allah, herkesi bundan sorumlu tutacaktır (A’raf 7/172-174, Ankebut 29/25, Fatır 35/13-14). Bunun dışında şirk sayılan bazı tutum ve davranışlar da vardır. Bunları Allah, kendi kitabında bildirmiştir (Bakara 2/22,165, Nisa 4/171, Maide 5/116, A’raf 7/190-198, Tevbe 9/31, Nahl 16/36, Furkan 25/43, Casiye 45/23, Necm 53/19-23). Bu sayede hiç kimsenin şirk konusunda ileri sürebileceği bir mazereti kalmamıştır. Bu nedenle Allah kendisine şirk /ortak koşulmasını bağışlamaz. Ancak ortak koştuktan sonra tam bir dönüş yaparak tövbe edenler bu kapsamın dışındadır.
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[*] Tağut, haddini aşmakta ileri giden insan ve cin şeytanlarıdır. Bunlar, yoldan çıkmakla kalmaz ayetleri ya yok sayarak ya da anlamlarını bozarak başkalarının da haddini aşmasına ve yoldan çıkmasına sebep olurlar (Bakara 2/256, 257; Nisa 4/60, 76; Maide 5/60; Nahl 16/36; Zümer 39/17).
[*] İsra 17/100
[*] Yanıklar üç derecelidir: Birincisinde deride kızarıklık, ağrı ve ödem oluşur ve yaklaşık 48 saatte iyileşir. İkincisinde deride içi su dolu kabarcıklar (bül) oluşur ve ağrılıdır. Derinin kendini yenilemesiyle iyileşir. Üçüncü derece yanık derinin tüm tabakalarını. özellikle de damar, sinir ve kasları etkiler. Beyaz ve kara yaradan siyah renge kadar aşamaları vardır. Sinirler zarar gördüğü için ağrı olmaz. Deri yenilenince tekrar acı çekmeye başlar.
[1*] Kur’an’da, cennetlik ve cehennemlik olanlar için iki kelime kullanılır. Birisi “sonsuza kadar” anlamına gelen “ebeden (أَبَدًا)” diğeri de “ölümsüz olan” anlamındaki “hâlid (خَالِد)”dir. Cennetlikler için Nisa 4/57,122; Maide 5/119, Tevbe 9/22,100; Tegabun 64/9, Talak 65/11, Beyyine 98/8 ayetlerine; cehennemlikler için Nisa 4/168-169, Ahzab 33/64-65, Cin 72/23 ayetlerine bakınız.
[2*] “Eş” diye tercüme ettiğimiz "zevc (زوج)" kelimesi Kur’ân’da hem kadın hem de erkek için kullanılır. Cennete giden eşler, kusurlarından arındırıldığı için, biri diğerinde herhangi bir eksik bulamayacaktır (Vakıa 56/61). Cennetteki gılman, vildan ve huriler eş değil hizmetçidirler (Duhân 44/54, Tûr 52/20-24, Vakıa 56/17-24, İnsan 76/19).
[3*] Vakıa 56/30, Yasin 36/56, Mürselat 77/41.
[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü iletmek için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da, Allah’ın resulü ile ilgili ifadelerde asıl vurgu ayetleredir. Uhud savaşında nebîmizin öldüğüne dair haberlerin yayılması üzerine şu ayet inmişti: “Muhammed sadece elçidir. Ondan önce de elçiler geldi. O ölse veya öldürülse, gerisin geri mi döneceksiniz?” (Âl-i İmrân 3/144) Allah’ın son resulü öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır. Resul kelimesine “resulün /elçinin getirdiği” meali bunun için verilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Resullere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35) "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, bunu yapmazsan onun resullüğünü yapmamış olursun" (Maide 5/67)
[2*] Nisa 4/80.
[3*] Yetkililerle anlaşmazlığa düşülen bir konunun Allah’a ve elçisine götürme emri, anlaşmazlığı Kur’an’a göre çözme emridir (Maide 5/48-50, Nur 24/54, Şura 42/9-10). Çünkü dinin tek kaynağı Kur’an’dır. Resulün görevi Kur’an’ı tebliğ ile sınırlı olduğu için (Âl-i İmran 3/20, Maide 5/67,92,99, Ra’d 13/30, Nahl 16/82, Ankebut 29/18, Şûra 42/48, Tegabun 64/12), resule itaat onun tebliğ ettiği Kur’an’a itaattir (Nisa 4/80). Aksi takdirde Allah ile resulünün arası ayrılmış ve yeni bir din ortaya çıkmış olur (Nisa 4/150-152). Bugün Müslümanlar, Nebîmize şöyle bir söz mâl ederek yöneticileri tanrı, insanları da onun kulu yerine koyarlar: “Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiş olur. Emire (yetkiliye) itaat eden bana itaat etmiş olur. Emire isyan eden bana isyan etmiş olur. İmam (devlet başkanı) kalkandır; arkasında savaşılır ve onunla korunma sağlanır. Allah’tan çekinmeyi emreder ve adil olursa sevap kazanır. Farklı emir verirse günahı kendinedir” (Buhari, Cihad, 109). Oysa itaat Allah’a ve Allah’ın emrine uygun hareket eden yöneticiye yapılır. Bu yüzden Muhammed aleyhisselamın resul yani Allah’ın Elçisi sıfatıyla tebliğ ettiği ayetler dışındaki sözlerini bile Kur’an’a uygunluk açısından denetlemek gerekir. Nitekim hicret edip Medine’ye sığınan kadınlarla yaptığı biat /bağlılık sözleşmesinin maddelerinden biri de “ma’rufta isyan etmemeleri” şartı idi (Mümtahine 60/12). Bir diğer örnek, Nebimizin evlatlık olarak yetiştirdiği Zeyd’in, eşi Zeyneb’i boşaması üzerine Nebimizin ona: “Eşini nikahında tut, Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakın!” demesine rağmen Zeyd’in onu dinlemeyip eşinden ayırlamısıdır. Bundan dolayı Allah Zeyd’i değil, Nebimizi ayıplamıştır (Ahzab 33/37). Çünkü Zeyd’e boşama yetkisini veren Allah’tır (Bakara 2/228-231, Talak 65/1-2). Nebimiz, bu yetkiyi onun elinden alamazdı. Bir örnek de Bedir Savaşıdır. Allah Teala, bu savaştan önce indirdiği bir ayette müslümanların kendilerinin 10 katı kafiri yeneceklerini bildirmişti. Savaş başlamadan önce Müslümanlardaki zayıflığı görünce bunu iki kata indirdi (Enfal 8/65-66) ama Mekkelilerin onların iki katından fazla idi. Arada bir anlaşmazlık çıkmasın diye Allah düşmanı Nebimize rüyasında az gösterdi. İki ordu karşılaşınca da düşmanı Müslümanlara, Müslümanları da düşmana az gösterdi (Enfal 8/43-44). Müslümanlar onları, kendilerinin iki katı olarak gördüler (Âl-i İmran 3/13) ve anlaşmazlık için bir sebep kalmadı.
[1*] Tağut, bkz. Nisa 4/51’in dipnotu.
[2*] Bakara 2/256 ve Bakara 2/257
[1*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu.
[2*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu.
[3*] Allah Teala nebîmize hem kendi günahının hem de müminlerin günahının bağışlanması için dua etmesini emrettiği için (Muhammed 47/19) burada “Sen de onların bağışlanması için dua etsen” ifadesini kullanmıştır. Bir kişiden dua etmesi istenebilir (Yusuf 12/97). Müşrik olmaması şartıyla bir başkası için dua etme sözü vermek de caizdir (Tevbe 9/113-114, Meryem 19/47).
[4*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu.
[*] Ahzab 33/36.
[*] Burada nefislerini öldürenlerin doğru yola yönlendirilmesinden söz edilmektedir. Gerçek anlamda ölen kişilerin doğru yola yönlendirilmesi söz konusu olamayacağı için Nisa 4/66. ayette geçen “nefisleri öldürme” ifadesi yanlışlardan vazgeçip fıtrata yönelme anlamında olur.
[1*] Ayetteki (şuhedâ = الشُّهَدَاءِ) kelimesi (şehid = شهيد) kelimesinin çoğuludur, şahitler anlamına gelir. Bilgisini, gözüyle görmüş gibi kesinleştiren alimler demektir.
[2*] Fatiha 1/6.
[*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu.
[*] Tağut, bkz. Nisa 4/51’in dipnotu.
[1*] Bakara 2/216
[2*] Yasin 36/82, Teğabün 64/11.
[3*] Bkz. Nisa 4/79, Ali İmran 3/154 ve Ali İmran 3/186, Şura 42/30, Mülk 67/2, Ankebut 29/2-3, Muhammed 47/31, Bakara 2/214
[*] Hucurat 49/6
[*] A’raf 7/42, Mü’minun 23/62.
[*] Burada şefaat kelimesine “destek veren” anlamı verilmiştir. Çünkü şefaat, birinin eşlik etmesini istemek, eşlik etmek veya arka çıkmaktır (El-Ayn, Müfredât).
[*] "Selamun aleykum", (Kasas 28/55) "selam" (Hud, 11/69), "merhaba" (Sad 38/59) veya "günaydın", "iyi günler" gibi kelimelerin hepsi birer "sağlık ve esenlik" dileğidir. Ayette bu gibi dileklerde bulunan birine din, ırk farkı gözetilmeden daha güzeliyle karşılık verilmesi istenmektedir.
[*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
[*] Bunlar müslüman gözüküp müşriklerin yanında yer aldıkları için onları tanımak kolaydır (Al-i İmran 3/176-177).
[*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/217) anlamlarında kullanılmıştır.
[1*] Hataen adam öldürmenin diyeti, beş cins deveden yirmişer tane olmak üzere toplam 100 devedir. Beş cins deve şöyledir: İki yaşına binti mehaz İki yaşına girmiş dişi deve: 20 adet - Binti lebûn: Üç yaşına girmiş dişi deve: 20 adet Hikka: Dört yaşına girmiş dişi deve: 20 adet - Cezea: Beş yaşına girmiş dişi deve: 20 adet İbn mehaz: İki yaşına girmiş erkek deve: 20 adet (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslamiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, cilt: 3, sayfa: 48) - Bugün bu 100 devenin kaç lira ettiği hesaplanır ve maktülün ailesine ödenir. Azad edecek esir bulamayanın iki ay peş peşe oruç tutması gerekir. Nebîmiz zamanında bunların değeri 1.000 dinar yani 4.350 gr. altın ediyormuş. Bu sebeple fıkıh kitapları diyet olarak 1.000 dinar ödemenin de yeterli olacağını söylerler.Alınacak diyeti Nebîmiz şöyle açıklamıştır: “Kim bir mümini kasten öldürürse öldürülenin velilerine teslim edilir. İsterlerse onu öldürürler, isterlerse diyetini alırlar. Diyet otuz hıkka yani dört yaşına girmiş dişi deve, otuz cezea yani beş yaşına girmiş dişi deve ve kırk halifa yani hamile devedir. Bu, kasten öldürmenin diyetidir. Taraflar karşılıklı olarak bir şey üzerinde de anlaşabilirler. Bu, diyet-i muğallazadır.” Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 217. Diyet-i muğallaza, ağırlaştırılmış diyet demektir.
[2*] Antlaşma yaptığımız bir toplumun bütün fertlerinin ve o topluma sığınanların can güvenliği sağlanmış olur (Nisa 4/90).
[1*] Bu ayet, Nisa 4/92. ayetin devamı niteliğinde olduğu için burada adam öldürme işini yapan kişi müminden başkası olamaz.
[2*] Bakara 2/178-179.
[1*] Nahl 16/28, 87.
[2*] Ayetteki ifadeye genelde “size selam verene” veya “size barış teklif edene” şeklinde anlam verilir. Oysa burada savaş durumunda silah bırakarak Müslüman ordusuna sığınan kişi konu edilmektedir. Böyle bir kişinin can ve mal güvenliğini elde etmesi için teslim olması yeterlidir, mümin olup olmamasına bakılmaz. Ama onun hakkında her türlü araştırmayı yapıp güvenilir olup olmadığını tespit zorunluluğu vardır.
[3*] Al-i İmran 3/164.
[1*] Tevbe 9/91, Fetih 48/17
[2*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.
[3*] Yaptıklarının en güzeli ile karşılama sözü verdiklerimiz Cehennemden uzak tutulacaklardır. (Enbiyâ 21/101) Bunlar büyük günahlardan uzak duran kişilerdir. (Nisa 4/31, Necm 53/31-32)
[*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
[1*] Halk arasında, Azrail adında tek bir ölüm meleği olduğuna inanılır. Kur’an’a göre, insanların canını almakla görevli meleklerler (melekü’l-mevt) birden fazladır (En’am 6/61, Nahl 16/28-32,Secde 32/11). Hadislerde de bunlara “melekü’l-mevt” denir (Buhârî, Cenâʾiz, 69, Enbiyâ, 31; Müslim, Feżâʾil, 157, 158; Tirmizî, Tefsîr, 7; İbn Mâce, Cihâd, 10; Müsned, II, 269, 351; IV, 287; V, 395). Azrail kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde yoktur.
[2*] Ankebut 29/56
[3*] Bunların bir örneği Nisa 4/88-91. ayetlerde anlatılan Mekkeli münafıklardır.
[*] Allah’ın bize vakitle sınırlı bir ibadet olmak üzere farz kıldığı namaz için 4 farklı durum söz konusudur. Normal koşullar altında kıldığımız namaz, yolculuk halinde kıldığımız namaz, korku halinde (Bakara 2/238-239) ve saldırıya uğrama korkusu halindeyken kıldığımız namaz. Yolculukta kılınan namazın, saldırıya uğrama korkusu altında nasıl kısaltılacağı bir sonraki ayette açıklanmıştır.
[*] Yolculukta akşam namazı hariç bütün namazlar 2 rekâttır. Bu bir kısaltma olmayıp yolculuktaki namazın tam halidir; çünkü bu ayetteki (ekame = أقام = tam kılma) fiilinin mef’ûlü olan “es-salat”, yolculukta kılınan namazdır. Buradaki üç ayet (Nisâ 4/101-103), bu namazı kısaltmanın yani 2 rekattan 1 rekata düşürmenin sadece "saldırıya uğrama korkusu" durumuna has olduğunu göstermektedir. Demek ki saldırıya uğrama korkusu yoksa yolculukta akşam namazı dışındaki namazlar iki rekat olarak kılınır.
[1*] (قضي = kazâ) bir işi tam ve sağlam yapma ve yürürlüğe koyma anlamındadır (Mekâyis). Bir konuda karar verme (İsrâ 17/23) ve bir işi tamamlama (Fussilet 41/12) anlamında kullanıldığı gibi işi tam ve sağlam yapma anlamında da kullanılır (Bakara 2/200, Taha 20/72). Bu ayette kazâ, namaz kılma anlamındadır.
[2*] Tek rekâtta oturma ancak secdeden sonra olabilir. Önceki ayete göre tek rekât secde ile bittiği için oturduktan sonra bir secde daha yapmak gerekir. Bu da her rekâtta iki secdenin, secdeler arasında oturmanın ve bu sıradaki zikrin farz olduğunu gösterir.
[3*] "Yanlar" anlamı verilen "cünûb (جنوب)" kelimesi "yan" anlamına gelen "cenb (جنب)"in çoğuludur. Arap diinde çoğul, üç ve daha fazasını gösterdiği için insanın yanları üçten az olamaz. Aynı kelime, hayvanların kol ve bacaklarını ifade için de kullanıldığından (Hac 22/36) insanın yanları da kol ve bacakları olur. Vücut, kol ve bacaklar üzerinde iki şekilde durabilir. Birincisinde eller, dizler üzerine konarak dizler ve dirsekler dik tutulur ve rüka varılır. İkincisinde de dizler ve eller yere yerleştirilir, karın dizlerden uzak tutulur, baş yere konur, vücut yanların üzerine getirilerek secdeye varılır. Bu durumda ayet, bir rekâtta kıyam, rüku ve secdenin şeklini bize anlatmış olur. Şöyle bir emir daha vardır: “Secdelerin ardından tesbih et.” (Kaf 50/40). Secdeler sözü çoğuldur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Her rekatta iki secde olduğu için ikiden sonraki en az secde dört olur ve iki rekattan sonra oturup tesbihte bulunmak yani Allah'a boyu eğdiğini gösteren dualar okumak farz olur. Bu da tahiyyat ve benzeri duaların bu ayetin gereği olduğunu gösterir. Üçüncü ve dördüncü rekatlardan sonra oturulmasının sebebi de aynıdır. Nebimizle birlikte tek rekatlık korku namazı kılanların ikinci secdeden sonra oturmamaları da secde sayısından dolayıdır.
[4*] “Tam kılın emri”, “Korku geçtikten sonra artık bir rekâta düşürmeyin.” anlamındadır.
[5*] Bu nedenle herhangi bir namaz kendisi için belirlenen vakit sınırlarının dışında kılınamaz.
[*] Enfal 8/15-16.
[1*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu.
[2*] Yüce Allah, Kur’ân’ın açıklanmasını kendi üzerine almış, bu konuda nebiler dahil kimseye bir yetki vermemiş (Hud 11/1-2), açıklamaları bir usûle göre yapmış (A’raf 7/52), usulün ana kavram ve ilkelerini kitabında bildirmiştir (Fussilet 41/3; Zuhruf 43/2-3; Yusuf 12/1-2). Kur’ân âyetlerinin “muhkem” ve “müteşâbih” olarak ikiye ayrılması (Al-i İmran 3/7), bunların, “mesânî” prensibine (Zümer 39/23) göre anlam kümeleri oluşturup her konuda detaylara ulaşma imkanı sunması bu usûlün birer parçasıdır. Ayrıca Kur’ân, bu detaylara ulaşmak isteyenler için Arap diline (Nahl 16/103; Şu’arâ 26/195; Yûsuf 12/2; Ra’d 13/37; Taha 20/113; Zümer 39/28; Şûrâ 42/7; Ahkâf 46/12), fıtrata (Rûm 30/30; Fussilet 41/53), Resûlullah’ın örnekliğine (Ahzâb 33/21) ve ekip çalışmalarına (Fussilet 41/3) dikkat çekmektedir. Ayette geçen “bimâ erâkellah / Allah’ın sana gösterdiği şekilde” ifadesi, Kur’an’ın içerdiği sonsuz çözümlere /hikmete ulaşmak ve bunları hayata uygulamak için bu usulün takip edilmesinin zorunlu olduğunu gösterir.
[3*] Bakara 2/213, Maide 5/48-49.
[*] Bu ayet nebilerde ismet sıfatının olmadığının delillerindendir (Enfal 8/67-68, Tevbe 9/43, Hud 11/12, İsra 17/73-75, Neml 27/10-11, Tahrim 66/1-2). Yani nebiler günahlardan korunmuş değillerdir.
[*] Hiçbir şey Allah’tan saklanamaz (Al-i İmran 3/5, Mücadele 58/7)
[*] İltifat, bkz Nisa 4/33’ün dipnotu.
[1*] Gelenek bu ayeti, Muhammed (s.a.v.)’ın vefatından sonraki bir zamanda, onun ümmetinin dinî bir konuda fikir birliği etmeleri anlamında kullanılan ‘icma’nın delili sayar. Bu anlayışa göre ümmetin dini bir konuda vardığı fikir birliği de ayette geçen “müminlerin yolu” ifadesinin kapsamına girer. Yine bu ayete göre bu yolun dışında bir tercihte bulunmak tıpkı hayatta iken resule muhalefet etmek gibi kişiyi dinden çıkarır. Oysa ayette geçen ‘resulden ayrılmak’, onun tebliğ ettiği şeylere yani doğrudan Allah’ın kitabına muhalefet etme anlamındadır. Allah’a itaat resule itaat ile mümkün olduğu için resulün tebliğ ettiği şeylere muhalefet Allah’a muhalefet anlamına gelir (Nisa 4/80). Ayrıca bu ayette geçen müminlerin yolu Allah Teâlâ’nın emrettiği ve rasullerin tebliğ ettikleri doğru yoldur. Müminlerin yolunun Allah katında bir değer ifade etmesi, içtihat ehliyetine sahip olduğu söylenenlerin bir konudaki ittifakıyla değil, o yolun resulün gittiği yola yani kitaba uygun olup olmaması ile ilgilidir (En’am 6/153, Yusuf 12/108).
[2*] Şikak (شقاق) kelimesi, bir şeyde oluşan yarık ve bir şeyi yarmak manalarındaki şakk (شَقّ) kelimesinin mufaale babından mastarıdır. Yarığın iki tarafındaki her bölüme şikk (شِقّ) denir. Şikak, bir kişinin, arkadaşının durduğu şıktan farklı şıkta bulunmasıdır (Mekayis, Müfredat, Lisan’ul Arab). Kelimenin kökünde her ne kadar hakiki manada yarma, yarılma, yarık ve farklı şıklarda bulunma anlamları varsa da şikak kelimesi ve türevleri Kur'an-ı Kerim'de daha çok manevi anlamdaki farklılık için kullanılmıştır. Bunlar; inanç farklılığı (Bakara 2/137), inanç farklılığı yüzünden muhalefet (Hûd 11/89), haktan uzaklaşma (Bakara 2/176; Hac 22/53; Sad 38/2; Fussilet 41/52), Allah ve resulünün gösterdiği yoldan başka bir yola girmektir (Enfâl 8/13).
[*] Şirkten uzak kalan ve büyük günahlardan kaçınan (Nisa 4/31, Necm 53/31-32) veya günah işledikten sonra tövbe edip /dönüş yapıp kendilerini düzeltenler (Furkan 25/68-71) ile sevapları günahlarından fazla olanlar doğrudan cennete gider, cehennemin hışırtısını bile duymazlar. (Enbiya 21/101-102) Günahları sevaplarından fazla olanlar da cehenneme giderler. (Araf 7/9, Meryem 19/71-72, Meryem 19/86-87, Müminun 23/103-104, el-Karia 101/8-11) Bunlar, cezalarını çektikten sonra cennetteki yakınlarının yanına yerleştirilirler. (Tûr 52/21)
[*] Zuhruf 43/19, Necm 53/19-28, İsrâ 17/40.
[*] Şeytan’ın insanlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur (İbrahim 14/22). Ancak kendisine uyanları saptırmak için elinden gelen her yolu denemeye kesin karar vermiştir.(Araf 7/16-17, Hicr 15/36-40, İsra 17/62, Sad 38/82-83).
[1*] Mekke müşrikleri, putlara kurban edecekleri bazı hayvanları önceden işaretlemek için onların kulaklarını yarar ve onları bir müddet serbest bırakırlardı (Bkz: Mâide, 5/103). O hayvanların etlerinden, sütlerinden ve yünlerinden ölünceye kadar yararlanmazlar, bazılarının sadece erkeklere helal, kadınlara haram olduğunu söylerlerdi (Bkz: En'âm, 6/138-139). Bu ayette kınanan husus budur. Bu, birçok müşrik toplumda görülen bir uygulamadır.
[2*] “Onlara emredeceğim, halkullahı /Allah'ın yarattığını değiştirecekler.” ifadesinde geçen “halkullah”a, Rum Suresi 30. ayette fıtrat denmiş ve Allah'ın dini olarak tanımlanmıştır. Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve onu oluşturan yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunlarını ifade eder. İnsan da o varlıklardan olduğu için Allah'ın dini, kişinin doğal yapısı ile tam uyuşur. Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğu da aynı yöntemle anlaşılır (Fussilet 41/53). Sonuç olarak bu ayet, ister indirilen ayetler, isterse yaratılan ayetler olsun, bunlardan herhangi birini bozmanın şeytan işi bir davranış olduğunu gösterir.
[*] Bkz. Nisa 4/57. ayetin dipnotu, Lokman 31/8-9.
[*] Bakara 2/111
[1*] Bakara 2/112, Lokman 31/22.
[2*] Din kelimesine yol anlamı verilmiştir.
[1*] Fetva, bir konuda sorulan soruya, delile dayanılarak verilen cevaptır.
[3*] Büluğa ermiş birine yetim denmez. Burada yetim kadın ifadesi, evlilik çağına gelmiş yetim kızlar için kullanılan mecaz anlatımdır.
[1*] “Nüşuzundan”, “boşayıp ayrılmasından” anlamındadır (bkz. Nisa 34. ayetin dipnotu).
[2*] Bir erkeğin birden fazla eşi olabileceği için bir eşinden yüz çevirmesi, ilgisini diğer eşine yöneltmesi demektir.
[3*] Haşr 59/9, Teğabun 64/16, Mearic 70/19-22.
[1*] (Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Nisa 4/48. ayetin dipnotu. Burada yaratılacak olan, o kişileri etkisizleştirecek şartlardır.
[*] Bakara 2/200-202, Al-i İmran 3/145, Hud 11/15-16, İsra 17/18-20, Şûrâ 42/20.
[*] Al-i İmran 3/90-91
[*] Ali İmran 3/26, Yunus 10/65, Fatır 35/10, Münafikun 63/8.
[*] En’âm 6/68 Ayetlerle alay edilen mecliste oturmama emri Zebûr’da da mevcuttur: “Ne mutlu o insana ki, kötülerin öğüdüyle yürümez, günahkârların yolunda durmaz, alaycıların arasında oturmaz. Ancak zevkini Rabbin Yasası’ndan alır ve gece gündüz onun üzerinde derin derin düşünür” (Mezmurlar 1:1-2).
[*] Al-i İmran 3/139, Nur 24/55, Rum 30/47, Mümin 40/51, Muhammed 47/35, Münafikun 63/8.
[1*] Ayette geçen (hıda = الخداع)’nın anlamı, planlı bir şekilde yanıltma ve aldatmadır (Müfredât). Yeni bir nebi beklentisinde olan bazı Yahudilerin nebimize gösterdikleri tavır buna örnektir (Bakara 2/75-79 ve 90). Hesaplarına uymayan ayetlere farklı anlamlar verip yanlış yola giren herkes bu kapsama girer.
[2*] Bakara 2/9.
[3*] Tevbe 9/54.
[*] Haksızlığa uğrayan kişi, maruz kaldığı haksızlığı dile getirebilir. Ayete göre o kişi, yapılan haksızlığı açığa vurma dışında bir hakka sahip değildir. Dolayısıyla kendisi de karşı tarafa kötü söz söyleyemez ve haksız davranışta bulunamaz. (Şura 42/40-41)
[1*] Bakara 2/271
[2*] Nisa 4/48.
[1*] Bkz, Nisa 4/13. ayetin dipnotu.
[*] Bakara 2/136 -137.
[1*] (Bakara 2/55-56)
[2*] Musa aleyhisselam Tur’a gidip halkından 40 gün kadar uzak kalınca Samiri ve taraftarları bir boğa heykeli yapmış, İsrailoğullarına “Bu sizin ilahınızdır. Musa’nın da ilahıdır ama o, onu unuttu.” demişlerdi. Harun aleyhisselam, içlerinde olmasına rağmen onların heykele tapmalarına engel olamamıştı. Bkz. Taha 20/83-98.
[1*] Bakara 2/63-64, 93, A’raf 7/171.
[2*] Bakara 2/58-60.
[1*] (Katele= قتل) fiilinin kök anlamı itibarsızlaştırma ve öldürmedir (Mekâyîs), Al-i İmran 3/21.
[2*] Biz her şeyi biliyoruz, yeni bir bilgiye ihtiyacımız yok.“Bu sözlere karnımız tok!” dediler. Hayır, âyetleri görmezlikte direnmeleri sebebiyle Allah onları dışladı. Artık pek azı inanır. (Bakara 2/88)
[3*] Bakara 2/87-88
[*] “ama onlara onun gibi gösterildi” demek, “öldürdükleri kişi onlar için İsa’ya benzetildi.” demektir. Şüpheden kurtulamamaları bundandır.
[*] Al-i İmran 3/55’e göre İsa aleyhisselam öldürülmemiş, Allah onu vefat ettirmiş (Meryem 19/33) ve Yahudilerin elinden kurtarmıştır. Onun ahirette söyleyeceği “Ne zaman ki beni vefat ettirdin onları gözetim altında tutan sadece sen oldun.” sözü (Maide 5/117), normal şekilde vefat ettiğini gösterir. Zümer 39/42’ye göre vefat, işi biten ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah ruhu iki şekilde vefat ettirir, biri uykuya daldığında, diğeri de öldüğünde olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu uyandığında, ölen kişinin ruhu da vücut yeniden yaratıldığında geri döner (Müminûn 23/100 ve Tekvîr 81/7). İsa aleyhisselamın Allah’ın katına yükseltilmesi, öldükten sonra ruhunun yükseltilmesidir (Araf 7/40, Mearic 70/4). Dünyaya tekrar gelmesi diye bir şey yoktur.
[1*] Yahudi ve Hristiyanların İsa aleyhisselam konusunda kafir olmaları için onun Allah’ın elçisi olduğuna inanmaları ve daha sonra bu inancı örtmeleri gerekir (Al-i İmran 3/106). Bugün Katolikler, onun Allah’ın elçisi olduğunu önce kabul ederler sonra da onun ilah olduğunu söylerler. (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri İstanbul 2000, par. 465, 858-859).
[2*] Tevrat’ı ve İncil’i iyi bilen bir Yahudi ve Hristiyan, İsa’nın Allah’ın elçisi olduğunu kesin olarak anlar ve inanır. Sonra bu inancına ters bir yol izlerse, ahirette İsa aleyhisselam onun aleyhine şahitlik eder. Onun şahitliği, bir görgü şahitliği değil, yaşadığı sırada yaptığı tebliğ görevi ile ilgili şahitliktir.Maide 5/116-118.
[*] En’am 6/146, Nahl 16/118.
[1*] Bu ayete göre Tevrat çevirilerinde yer alan "Yabancıdan faiz alabilirsin..." ibaresinin doğru olma ihtimali yoktur. Kelimeleri işlerine geldiği gibi sağa sola çeken Yahudilerin burada da bir tahrif yaptıkları çok açıktır. Yabancıdan aldıkları faizi helal, kardeşlerinden aldıkları faizi haram saymaları Tevrat'ın iç bütünlüğüne de aykırıdır. Tevrat'taki genel bir kaide şöyledir: "Yerli yabancı herkes için tek bir yasanız olacak. Tanrınız RAB benim.” (Levililer 24:22)
[2*] Batıl yollar için bkz. Nisa 4/29’un dipnotu.
[*] Al-i İmran 3/7
[*] Zebûr”, kelime olarak “kitap, mülk, fırka, parça” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da kelimenin çoğul hali olan “zübür”, “fırka, parça” anlamında kullanılır. (Mü’minûn 23/53) İki ayette Davud aleyhisselama bir Zebûr verildiği bildirilir (Nisa 4/163; İsra 17/55). Enbiya 21/105. ayette harf-i tarifli şekilde geçen Zebûr kelimesi de yine Davud’a verilen kitapla ilişkilendirilir. Bu ayet ile Kitab-ı Mukaddes’in Davud aleyhisselama ait bölümünde geçen şu ifade arasında benzerlik vardır: “Salihler yeryüzünü miras alacak ve orada sonsuza kadaryaşayacak.” (Tevrat, Mezmurlar 37/29). Beş ayette (Al-i İmrân 3/184; Nahl 16/44; Şu’arâ 26/196; Fâtır 35/25; Kamer 54/43) de kelimenin çoğul hali olan “zübür” ile öncekilere indirilenlere atıfta bulunulması, Zebûr ile kitap kelimesi arasındaki ilişkiyi göstermektedir.
[*] Araf 7/143, Taha 20/11 ve devamı, Kasas 28/30 ve devamı, Şura 42/51.
[1*] Ra’d 13/43.
[3*] En’am 6/19.
[1*] Lokman 31/13
[2*] Nisa 4/137
[*] Bkz. Nisa 4/57. ayetin dipnotu.
[1*] Al-i İmran 3/59, Meryem 19/35.
[2*] Buradaki ruh, Allah’tan gelen bilgidir (İsrâ 17/85). O bilgi, Allah’ın İsa aleyhisselama, anasının rahminde iken (Enbiya 21/91, Tahrim 66/12) öğrettiği kitap ve hikmet bilgisidir (Al-i İmran 3/48, Meryem 19/30-33) Böylece o ve annesi, insanlar için birer ayet /mucize olmuşlardır (Meryem 19/21, Müminun 23/50).
[3*] Maide 5/72-73.
[1*] Meryem 19/92-93.
[2*] el- Mukarreb, Allah'ın kendine yakın kabul ettiği meleklerdir. Mukarreb melekler iyi kişilerin kayıtlarının tutulduğu İliyyûn’a göz kulak olmaktadırlar (Mutaffifîn 83/21). İsa aleyhisselam da mukarreblerdendir (Al-i İmrân 3/45). Ahirette insanlar; ’ashâbü’l-meymene’, ‘ashâbü’l-meş’eme’ ve ‘es- sâbikūn’ diye üç sınıfa ayrılacaktır. En yüksek derecede olan sâbikūn, mukarreblerden oluşacak (Vâkıa 56/10-14), onlardaki huzur, güzel kokular ve bahçeler farklı olacaktır (Vâkıa 56/88-89). İçeçeklerini de Tesnîm adı verilen bir çeşmeden alacaklardır (Mutaffifîn 83/24-28).
[*] Araf 7/53.
[1*] Kelâle, babası ve/veya anası ve çocuğu olmadan ölen kişidir. Anası ve çocuğu olmayanın ana-bir kardeşlerin alacakları miras payları Nisa 12. anlatılmıştır. Bunların payları, mirasın üçte birini geçmez. Bu ayette sorulan fetva, o kelâleden arta kalan malın paylaşımı ile ilgilidir. Bu ayette anlatılanlar, babası ve çocuğu olmadan ölenin baba-bir kardeşlerine verilecek miras paylarıdır..
[2*] Muhammed aleyhisselam, resul yani Allah’ın elçisi sıfatıyla tebliğ ettiği âyetlerde bir yanlış yapamaz. Yapsa Allah şah damarını koparır ve ona en ağır cezayı verirdi (Hakka 69/44–47). Ama nebi olarak yanlış yapabilir. Kur’an’ın açıklamalarına ulaşmak için yapılan işi, nebi sıfatıyla yaptığından o konuda hata edebilir. Nitekim Nebimizin, Hudeybiye antlaşmasından sonra ailelerini bırakıp Mekke’den Medine’ye göç eden hanımlarla yaptığı sözleşmenin bir maddesi şöyledir: “Marufta sana isyan etmeyecekler” (Mümtahine 60/12). Maruf, Kuran’a uygun olan şeydir. Dalalet, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrılmaktır.. Kelâle, miras hukukunun en zor konularındandır. Böyle bir soruya doğru cevap verememek, bilerek doğru yoldan ayrılmak değildir. Muhammed aleyhisselamın, dini bir konuda kendine sorulan soruya vereceği cevap, geleneksel anlamda onun sünneti olur. Büyük çoğunluğa göre Muhammed aleyhisselamın sünnetinin lafzı kendine, içeriği de Allah’a aittir. Bu sebeple ona vahy-i gayr-i metluv derler. Bu iddia doğru olsa, Nebimize sorulan bir soru ile ilgili olarak “Dalalete düşmeyesiniz diye açıklamayı size Allah yapıyor. ” ifadesi Kur’an’da yer alır mıydı!