İSRA
[1*] İsra 17/60, Necm 53/13-18. El-Mescid’ul-aksâ /en uzak mescid, yedinci kat semada olan ve sürekli ibadete açık olan el-Beyt’ül-Ma’mûr’dur (Tûr 52/4-5).
[2*] “Yukarıya çıkarma” anlamı verdiğimiz kelime “yükselme” anlamına gelen seriy (سرِيّ) kökünden türemiş olan esrâ (أَسْرَى) fiilidır (Tehzib’ul-luğa ve Lisan’ul-Arab (سرا) mad). Bu kelimeye Tefsir ve meallerde “gece yolculuğu” anlamı verilir. Bu anlam doğru olsaydı ayette gece (لَيْل) kelimesi olmazdı. Necm Suresindeki âyetler (Necm 53/13-18) “isrâ”nın, yukarıya çıkarma anlamında olduğunun en açık delilleridir. Kelimenin geçtiği diğer beş ayetten ikisi, Lut aleyhisselama verilen şu emri içerir: “Gecenin bir bölümünde aileni isrâ et/ yukarıya çıkar!” (Hud 11/81, Hicr 15/65). Tevrat’ta da yer alan “yukarıya çıkar!” emri, gelecek azaptan kurtulmaları için Lut aleyhisselamın, ailesini dağa çıkarması emridir (Tekvin 19/17). Diğer üç ayette ise Musa aleyhisselama, “kullarımı yukarıya (dağa) çıkar!” (Taha 20/77, Şuarâ 26/52, Duhan 44/23) emri içerir. O dağ, İsrailoğullarını götürdüğü Kızıldeniz’in kenarı ile Kahire arasında olan ve yüksekliği yer yer 2000 metreyi geçen sıra dağlar olmalıdır (SUNA DOĞANER, Mısır, DİA). Çünkü o dağları aşılmadan Kızıldeniz’e ulaşılamaz. Gelenekte Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te olduğu kabul edilir. Halbuki Ömer (R.A) Kudüs fethettiğinde orada böyle bir mescit yoktu. Bu sebeple Süleyman Mâbedi’nin molozlar altında kalan yerini temizleyip orada namaz kıldırmıştı (Nebi Bozkurt, Mescid-i Aksâ, DİA).
[*] “Ayette “görevini tam olarak yerine getiren” anlamı verilen (شكور) şekûr kelimesi şükür kökündendir. Şükür, yapılan iyiliğin değerini bilmek, yapanı övmek ve hak edilen karşılığı vermektir (Müfredât).
[*] Tevrat’ta Tesniye (28:15-68 ve 33:4), Yeşaya (5:24-30), Yeremyâ (2:28; 18:6-19) bölümlerinde İsrailoğulları’nın yaptıkları nedeniyle başlarına gelecek olaylar hakkında kehanetler bildirilmiştir. Ayetin bunlarla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
[*] Kral Yehoyakim zamanında Bâbil Kralı Nebukadnezzar (Buhtunnasr) Kudüs'e girerek kralı emri altına almış, pek çok insanla birlikte mabedin değerli eşyalarını da götürmüştür. Üç yıl sonra kralın isyan etmesi üzerine M.Ö. 597'de Kudüs'e ikinci defa giren Nebukadnezzar, bu defa mabedin kalan eşyalarıyla birlikte yeni kral Yehoyakin'i Bâbil'e götürmüş, onun yerine Tsedekiya'yı kral yapmıştır. On yıl sonra Tsedekiya'nın saltanatında Nebukadnezzar'ın üçüncü defa Kudüs'e yürüyerek şehri kuşatması üzerine korkunç bir açlık baş göstermiş. Nihayet şehir düşmüş mâbed, saray ve genel olarak Kudüs ateşe verilmiş, duvarlar yıkılmış ve halkın bir kısmı sürgün edilmiştir. (İslam Ansiklopedisi, Kudüs md.)
[*] Ahiretle ilgili birçok ayet gibi (Taha 20/125-126, Zümer 39/68) burada da olayın mutlaka olacağına vurgu yapmak için geçmiş zaman kullanılmıştır. Türkçede böyle bir kullanım olmadığından, çeviride gelecek zaman kipi kullanılmıştır.
[1*] İltifat, bkz. İsra 17/1. ayetin dipnotu.
[2*] Burada geçen “iki fesat”, Tevrat’ın Yeremya 2:12-17 pasajlarında “iki kötülük” şeklinde geçmektedir:
“Ey gökler, şaşın buna, tir tir titreyin, şaşakalın!” diyor Rab. “Çünkü halkım iki kötülük yaptı: Beni, diri suların pınarına bıraktı; kendilerine sarnıçlar, su tutmayan çatlak sarnıçlar kazdılar. İsrail uşak mı? Köle olarak mı doğdu? Öyleyse neden gümbür gümbür kükreyen genç aslanlara av oldu? Ülkeyi viraneye çevirdiler, kentler yerle bir edildi, kimsesiz bırakıldı! Nof ve Tahpanhes halkı kafanı kırdı. Seni yolda yürüten Tanrın Rab’bi bırakmakla başına bunları getirdin.”
Bu iki kötülüğün ilki İsrailoğullarının putlara tapmalarıdır ve bunun karşılığında Babil sürgünüyle dört bir yana dağılmışlardır. O sürgünden sonra da asla eskisi gibi bir araya gelememişlerdir. Bu nedenle İsra 17/6. ayette anlatılan ilk fesattan sonraki güçlenme dönemi şu anda yaşanan dönem olmalıdır. İsrail devletinin kurulmasıyla askeri güçleri artmış, tüm Yahudilerin dünyada bulundukları yerden geri dönebilecekleri bir merkez oluşturulmuş, Yasa’nın Tekrarı 30:3 pasajında anlatıldığı gibi dağıldıkları ulusların arasından geri gelmeye başlamışlardır. Bu yüzden son tehdidin henüz ortaya çıkmadığı düşünülmelidir. Nitekim, 30. Babın devam eden pasajlarında da, başarının İsrailoğullarının gelecekteki davranışlarına bağlı olduğu anlatılmaktadır: “Eğer yoldan döner, kulak vermezseniz, ayartılır, başka ilahlara eğilip taparsanız, bugün size kesinlikle yok olacağınızı bildiriyorum. Şeria Irmağı’ndan geçip mülk edinmek için gideceğiniz ülkede uzun yaşamayacaksınız.” (Yasanın Tekrarı 30:17-18).
[*] Bu konu Tevrat’ta şöyle ifade edilir: “Bir ulusun ya da krallığın kökünden söküleceğini, yıkılıp yok edileceğini duyururum da uyardığım ulus kötülüğünden dönerse başına felaket getirme kararımdan vazgeçerim. Öte yandan, bir ulusun ya da krallığın kurulup dikileceğini duyururum da o ulus sözümü dinlemeyip gözümde kötü olanı yaparsa ona söz verdiğim iyiliği yapmaktan vazgeçerim.” (Yeremya 18:7-10)
[1*] Bakara 2/216, Enfal 8/32, Yunus 10/11, Ra’d 13/6, Sad 38/16.
[2*] Enbiyâ 21/37.
[1*] “Kaldırdık” diye tercüme edilen kelime mahv (المحو)’dır. Ayette gecenin göstergesinin kaldırıldığı söylenmektedir; ancak herkesin gecenin göstergesi saydığı karanlık, yaşadığımız bölgelerde her gece görülmeye devam eder. Yalnızca kutup bölgelerinde geceler kısmen karanlık ya da tamamen aydınlıktır. Öyleyse, ‘mahv’a “kısmen ya da tamamen kaldırmak” demek uygun düşer. Bu bilgi önemlidir; çünkü yaygın olarak gecenin göstergesi sayılan karanlık, belli bir enlemde birdenbire yok olmaz. 45 derece enlemden kutuplara doğru gittikçe, gecenin karanlık vakti kısalır. Yani gecenin göstergesi olan karanlık, 45 derece enlemden kutuplara doğru azar azar silinmiştir. Bu tedriciliğin dikkate alınması, Allah’ın kurduğu mizana uygun şekilde gece-gündüz dengesinin sağlanması ve doğru bir takvim yapılması için şarttır (Naziat 79/29).
[2*] Gün içindeki vakitler ve Güneş takvimi Güneş’e göre; kamerî ay içindeki vakitler ve kamerî yıllar da Ay’a göre hesaplanır (Bakara 2/189, Yunus 10/5, Yasin 36/38-40, Rahman 55/5).
[1*] En’am 6/104, Yunus 10/108, Rum 30/44, Fussilet 41/46
[2*] En’am 6/164, Fatır 35/18, Zümer 39/7, Necm 53/38.
[3*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resul /kitap” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).
[4*] Nisa 4/165, Kasas 28/59,
[1*] Fasık olanlar şu ayetlerde anlatılmıştır: Bakara 2/26-27, Haşr 59/19.
[2*] Nisa 4/147, En’am 6/131, A’raf 7/96-99, Ra’d 13/11, Kasas 28/59.
[*] Şâe (شاء ) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[*] "İlgisiz davranma!" anlamını verdiğimiz vela tenherhuma ( وَلَا تَنْهَرْهُمَا ) ifadesindeki fiilin kökü olan nehr ( نهر ), bir şeyin açılması veya onu açma anlamına gelir (Mekayis). İki kıyı arasından akıp giden suyun yerine nehir (نهر), güneşin doğuşu ile batışı arasına giren aydınlığa da nehar (نهار) yani gündüz denir.
[*] Furkan 25/67.
[1*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili detaylı bilgi için bkz İsra 17/18. ayetin dipnotu.
[2*] Ra’d 13/26, Kasas 28/82, Ankebut 29/62, Rum 30/37, Sebe 34/36, 39, Zümer 39/52, Şura 42/12.
[1*] Adam öldürmenin meşru olduğu durumlar, savaş (Bakara 2/190), kısas (Bakara 2/178-179, İsra 17/33) ve terör suçu işleyenlerden bir kısmına verilen ceza (Maide 5/33) ile sınırlıdır.
[2*] İnfazı mahkeme kararıyla bizzat maktulün velisi (en yakınlarından biri) yapar. Eziyet ederek öldürmek ya da katilden başkasını da öldürmeye çalışmak, öldürme işinde aşırı gitmek olur.
[3*] Buradaki yetki, kısas yetkisidir. Kısas, işlenen suç ile verilen ceza arasındaki denkliği ifade eder. Mahkemede suçu sabit olduktan sonra katil, öldürülen kişinin velisi tarafından öldürülür. Veli isterse katili affetme hakkına da sahiptir. Affetmesi Allah tarafından teşvik edilmiştir (Bakara 2/178).
[1*] Nisa 4/6, En’am 6/152.
[2*] Bakara 2/220.
[3*] Maide 5/1
[*] Dürüstlük her zaman kazandırır. Halk arasında şöyle bir söz vardır: En iyi hile dürüstlüktür. Hile yapar bir kere kazanırsınız; dürüst olur, her zaman kazanırsınız.
[1*] Ayette geçen la takfu (لا تقف) ibaresi, “Öndekinin ense köküne bakarak gitme!” anlamında olduğu için “Peşine körü körüne takılma!” anlamı verilmiştir.
[2*] Bunlar insana ruh üflenmesi ile kazanılan ve onu diğer canlılardan farklı yapan özelliklerdir (Secde 32/9).
[3*] Bakara 2/170, Maide 5/104, Nur 24/11, Ankebut 29/8, Lokman 31/15,21; Hucurat 49/6.
[*] Bakara 2/116, Nahl 16/57, Meryem 19/88-93, Saffat 37/149,153, Zuhruf 43/19, Tûr 52/39, Necm 53/21-22, 27-28.
[1*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28). Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerinde düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/209).
[2*] İsra 17/82.
[*] Kainatın yönetimini elinde tutan Allah (Tevbe 9/129, Enbiya 21/22).
[*] Boyun eğme zorunlu veya gönüllü olur. İmtihana tabi tutulan insanlar ve cinler, hayatlarını devam ettirmek için Allah'ın koyduğu kurallara uymak zorundadır. İmtihana tabi konulardaki emir ve yasaklara uyup uymamaları ise kendi tercihlerine bırakılmıştır. (Nur 24/41, Fussilet 41/11).
[*] Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye /alegori ile canlandırılmıştır (Keşşaf). İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). “Sanki” edatı yazılmazsa bazı insanlar, Allah’ın kafirlere, tövbe kapısını kapattığını ve özgürce karar almalarını engellediğini sanacaklardır (Nisa 4/18). Oysa tövbe edildiği yani yanlıştan dönüldüğü takdirde (Bakara 2/160) affedilmeyecek bir günah yoktur (Zümer 39/53). Ayetleri görmezlikte direnenler, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini gereği gibi kullanmaz; gerçekleri görmek, duymak ve anlamak istemezler (Fussilet 41/5). Sanki Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş gibi davranırlar. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama yani koyun, keçi, sığır ve deveye benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini bir insan gibi kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). Ayrıca bakınız: Nisa 4/155, Maide 5/13, En’am 6/46, Araf 7/100-101, Tevbe 9/87-93, Yunus 10/74, Nahl 16/106-108, Rum 30/58-59, Mümin 40/35, Casiye 45/23, Muhammed 47/16, Saf 61/5, Münafikun 63/3, Mutaffifin 83/14.
[*] Yasin 36/78-79.
[1*] Nahl 16/125, Ankebut 29/46.
[2*] Zuhruf 43/62.
[*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. İsra 17/18. ayetin dipnotu. Burada yaratılacak olan, o kişilerin hak ettikleri şartlardır.
[1*] Göklerde ve yerde insanların göremediği akıllı varlıklar olarak cinler ve onların içinden Allah’ın görevlendirdiği melekler vardır (Nahl 16/49, Meryem 19/93, Saffat 37/6-10, Cin 72/8).
[2*] Ayette kitap yerine zebûr kelimesi geçer. Zebûr (زَبُور), hikmet dolu kitap anlamındadır. (ez-Zeccâc, Meânî’l-Kur’ân ve İ’râbuhu) Al-i İmrân 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği açıklandığı için bu ayette elif lâmsız olarak geçmesi, bunun Davut aleyhisselama özel bir kitap olmadığını, diğer nebîlere de verilen kitaplardan bir kitap olduğunu gösterir. Ayrıca Al-i İmran 3/184’ün dipnotuna bkz.
[1*] Müşriklerin Allah ile aralarına koyarak yardıma çağırdıkları arasında İsa aleyhisselam, salih insanlar ve melekler de vardır. Onlar aracı yapılmalaranı asla kabul etmez, sırf Allah’ın rızası peşinde olurlar.
[2*] Bu ayette geçen vesile, kulu Allah’a yaklaştıran şeydir. Bunlar iman ve salih amellerdir (Sebe 34/37, Alak 96/19). Allah, kendisine yaklaşmak için nebileri, melekleri, salih kulları veya başka varlıkları vesile kılmayı yasaklamıştır. Çünkü bu, Allah’a yaklaşmak değil, onu ikinci sıraya koyup ondan uzaklaşmaktır (A’raf 7/3, Zümer 39/3). Bu da Allah’ın asla affetmeyeceği şirk günahı olur (Nisa 4/48, 116).
[1*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
[2*] Çetin, ayetteki (شديد) şedîd’in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır (En'âm 6/160).
[3*] Bu kitap Levh-i Mahfuz’dur (Buruc 85/22). Her şeye ilişkin ilâhî bilginin kayıtlı olduğu ve korunduğu ana kitaptır. Şu isimlerle de anılır: İmam-ı mübin (Yasin 36/12), ümmü’l kitab (Zuhruf 43/4), kitab-ı meknûn (Vakıa 56/78).
[1*] İsra 17/90-95, Enbiya 21/5.
[2*] Ra’d 13/7.
[3*] Şuara 26/153-158.
[1*] Buruc 85/20.
[3*] Zakkum ağacı (Saffat 37/62-70, Duhân 44/43-46, Vakıa 56/51-52).
[*] Secdenin kök anlamı, eğilme ve boyun eğmedir (Müfredat). Bakara 2/58, Nisa 4/154, A’raf 7/161, Yusuf 12/4 ve Yusuf 12/100. ayetlerde bu anlamdadır. Güneş, Ay ve gezegenlerin, dünya ile eğim yapmaları secde olduğu (Hac 22/18) gibi, gölgelerin uzayıp kısalması da secdedir (Nahl 16/48, Ra’d 13/15). Namaz kılarken yapılan secde, yere yapışmaya benzer şekildedir (Nisa 4/102-103).
[1*] Buradaki ses, Şeytan’ın fısıldaması yani vesvesesidir (Nas 114/1-6).
[2*] Şuara 26/95. Bunlar İblis'e uyan insanlar ve cinlerdir. En'am 6/112 ve Nas suresinde insan ve cin şeytanlarından ve insanları yoldan çıkarmak için yaptıkları davranışlardan söz edilir. Burada da İblis'in, insanları saptırmak için bütün yolları deneyeceği ifade ediliyor (A'raf 7/17).
[3*] Şeytan insanı haram yoldan mal edinmeye, nikahla meşru aile kurma dışında çocuk sahibi olmaya teşvik eder. Bu şekilde mallara ve evlatlara ortak olur. Onları birlikte yönetir.
[*] İster Müslüman, ister kâfir olsun, şeytanın hiç kimseye boyun eğdirecek güce sahip değildir. O, sadece kendisine uyanları etki altına alabilir. Bu da şeytanın üstünlüğünden değil, ona uyanların kendi tercihinden kaynaklanır (Nisa 4/118-120, İbrahim 14/22, Hicr 15/40-42, Nahl 16/99-100 Hadid 57/14)
[*] Yunus 10/22 -23, İbrahim 14/32, Hac 22/65, Rum 30/46, Lokman 31/31, Fatır 35/12.
[*] En’am 6/63-64, Ankebut 29/65.
[*] A’raf 7/96-99, Nahl 16/45-47, Ankebut 29/40, Mülk 67/16-17.
[*] “Yarattıklarımızın birçoğu” ifadesindeki “birçoğu”, “men” zamiri karşılığındadır. Arapçada ‘men’ zamiri akıllı varlıkları gösterir ama onlar, diğerleriyle birlikte anılınca diğerleri için de ‘men’ kullanılır. Türkçede de “kim” kelimesi aynı şekilde kullanılabilir. Şu ayet, bu açıdan Türkçe ile Arapçanın bu ortak özelliğini gösterir: “Allah kıpırdayan her canlıyı sudan yarattı. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah, yaptığı tercihe göre yaratır. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur. (Nur 25/45) Burada ‘kimi’ diye anlam verdiğimiz kelime ‘men’dir (Al-i İmran 3/83, Nahl 16/8, Mü’minun 23/22, Mü’min 40/80, Zuhruf 43/12).
[1*] Nisa 4/69, Hud 11/97-99, Enbiya 21/73, Kasas 28/41, Secde 32/24.
[2*] İnşikak 84/7-9
[*] Kör, kendisini ayetlere kapatıp, görmezlikten gelerek dünyada doğru yolu göremeyendir (Hud 11/24, Ra’d 13/19, Taha 20/124-127, Hac 22/40).
[1*] Bu ayet nebilerde ismet sıfatının olmadığının delillerindendir (Nisa 4/105-107, Enfal 8/67-68, Tevbe 9/43, Hud 11/12, Neml 27/10-11, Tahrim 66/1-2). Yani nebiler günahlardan korunmuş değillerdir.
[2*] Fitne için bkz. İsra 17/60. ayetin dipnotu.
[*] Suç ile ceza arasında denklik vardır. Şu âyetlere göre bu denklik ahirette de olacaktır: En’am 6/160, Furkan 25/68, Kasas 28/84.
[*] “Sünnetullah” kavramına “tabiat kanunları” diye yanlış bir anlam verilerek mucizelerin olamayacağı iddia edilmektedir. Mucize; Allah’ın, nebilerine, elçilik belgesi olarak verdiği şeylerdir. Muhammed aleyhisselam dışındaki bazı nebilerin, kitaplarından başka kendi toplumlarına gösterdikleri ve Allah’ın elçisi olduklarını ispat eden mucizeler de vardır. Salih’in (as) devesi (A’raf 7/73, Hud 11/64, Şuara 26/155), Musa’nın (as) dokuz mucizesi (İsra 17/101, Neml 27/12), İsa’nın (as) beşikteyken konuşması, körleri ve alaca hastalarını iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi (Al-i İmran 3/49, Maide 5/110) bu tür mucizelerdir. Nebiler dahil hiçbir insan kendi başına mucize gösteremez (Ra’d 13/38). Mesela, insanlar bir araya gelseler Kur’an’ın bir suresinin bile dengini oluşturamazlar (Bakara 2/23-24). Muhammed aleyhisselam son elçi olduğu için, onun mucizesi olan Kur’an kıyamete kadar varlığını devam ettirecektir (Ankebut 29/51 ve dipnotu).
[1*] Düluk, “kayma” demektir. Hud 11/114. ayete göre gündüz kılınan sadece iki farz namaz, öğle ve ikindi vardır. Bu ayette ise “güneşin dülukundan gecenin ğasakına kadar namaz kıl” emri verildiği için güneşin düluku, “öğlen gökyüzünde en tepeye çıktığı noktadan batıya kayması” anlamına gelir.
[2* ] Gecenin ğasakı, “gecenin karanlığı” anlamına geldiği gibi “gecenin soğuk vakti” anlamına da gelir (Lisan’ul-Arab). Bulunduğumuz yerden Güneş ışınlarının tamamen çekilmesi, günün en serin vaktinin başlaması demektir. Bu sırada Güneşin ufka uzaklığı en az 18 derece olur ve zayıf ışıklı yıldızlar da gözükmeye başlar. Güneşin batmadığı yerlerde ğasaq’ul-leyl, gece serinliğinin iyice hissedildiği vakittir. Abdullah b. Ömer’e Şafak sorulunca “beyazlığın gitmesi”; ğasak yani karanlığın bastırması sorulunca da, “kızıllığın gitmesi”dir, demiş (Ebû Dâvûd,Salât 6). Bu, yerinde bir tespittir. Çünkü batı ufkunda oluşan kızıl ve beyaz ışık kuşaklarından beyaz kuşak kızıla karışınca yatsı vakti girer. Bu ince tabaka, başlangıçta bir kubbe gibi olur sonra tamamen kaybolur. Ufuktan Güneş ışınları çekilip en zayıf yıldızlar ortaya çıkınca yatsı vakti çıkmış, gecenin ortası diye de tanımlanan ğasak başlamış olur.
[3*] Kur'ân, karae (قرأ) fiilinin mastarı olan kur (القُرْء) veya kar (القَرْء)'dan türetilmiştir; anlamı, toplama ve birleştirmedir. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın kitabına Kur’an demesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir. (Lisanu’l-Arab). Kur’ân el-fecr (قُرْاٰنَ الْفَجْر) doğuda, seher vakti aydınlığı ile Güneş’in doğması arasında, ufkun üst tarafında oluşan beyaz kuşağın, ufkun alt tarafındaki siyah kuşağın ve bu ikisini -ışınların atmosferde kat ettiği yola göre değişen bir gökkuşağı rengiyle- ayıran ince çizginin bir araya gelmesidir (Bakara 2/187). Bu ayete göre namaz vakitlerinin üç değişmez özelliği vardır: 1) Güneşin düluku yani tepe noktasından batıya kayması: Bu, dünyanın her yerinde ve her mevsimde kolaylıkla tespit edilebilir. Bu sırada öğlen namazının vakti girer. 2) Gecenin ğasakı: Güneş ışınları tamamen çekilince hem hava kararır hem de günün en soğuk vakti başlar. Beyaz gecelerin yaşandığı yerlerde karanlık olmaz ama havadaki soğuma kendini iyice hissettirir. 3) Yukarıda açıklanan Kur’ân el-fecr. Bu üç değişmez özellik, her mevsimde ve dünyanın her yerinde gözlemlenebildiği için Svalbard’da, Güneş ufkun bir hayli üstünde iken bile gözlenebilmiştir. Ayette Güneş’in sadece meridyen geçişinden söz edilmiştir. Eğer Güneş’in doğuşu, batışı ve gecenin karanlığı ifadeleri kullanılsaydı kutup bölgesinde namaz ve oruç vakitlerini tespit imkansızlaşırdı.
[4*] Bu vaktin çıplak gözle görüldüğü, Bakara 2/187. ayette ifade edilmiştir.
[1*] Yatsı namazından sonra uyuyup sabah namazı vaktinin girmesinden önceki bir vakitte kalkarak kılınan gece namazına “teheccüd namazı” denir. Bu ayete göre teheccüd namazı, Muhammed aleyhisselama farzdır. Diğer mü’minler de bu namazı kılmaya teşvik edilmişlerdir (Furkan 25/64, Secde 32/15-16, Zümer 39/9, Zariyat 51/17-18). Nebimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Gece namazını kılın; çünkü bu sizden önceki sâlih kulların devam ettiği, Allah’a yaklaşmaya vesile olan, günahları örten ve engelleyen bir ibadettir” (Tirmizî, “Daavât”, 115).
[2*] Medine'ye ve daha nice güzel yerlere.
[*] Enfal 8/62-64, Ahzab 33/56.
[*] Yunus 10/12, Hud 11/9-10, Fussilet 41/49-51, Fecr 89/15-16.
[*] Kur’an’da ruh kelimesi, iki anlamda kullanılır. Birincisi Allah’tan gelen bilgidir (Nahl 16/2, Mümin 40/15, Şura 42/52), Allah’ın bilgisi, hayallerin ötesinde bir büyüklüğe sahiptir. (Kehf 18/109, Lokman 31/27) O bilgiden insanlara verilen çok azdır. Allah’tan aldığı bilgileri, onun nebîlerine ulaştırmakla görevli olan Cebrâîl için de Allah, “Ruh’ul-emîn” (Şuarâ/192-193), “Ruh’ül-kudüs” (Nahl 16/102), “ruhumuz” (Meryem 19/16-17) ifadelerini kullanmıştır. Allah Teala’nın Adem aleyhisselama öğrettiği varlıklar alemine dair bilgiler, ona özel olarak üflediği ruhtur (Hicr 15/29, Sad 38/72). Bu bilgiler İblis’i kıskandırıp isyan ettirmiştir (Bakara 2/30-34). İsa aleyhisselamı beşikte iken konuşturan, kendisine kitap ve nebilik verildiğini, namaz ve zekat görevi yüklendiğini, iyi bir evlat olacağını (Meryem 19/30-33) söyleten de ona, ana rahminde iken yüklenen ruh, yani bilgilerdir (Enbiya 21/91, Tahrim 66/12). Allah’ın, gayretli ve dürüst kişilere verdiği ilhama da ruh denir (Mücadele 58/22).
İkincisi ise Allah’ın insanlara ve cinlere yüklediği yetenektir. O ruh, vücut yapısının tamamlanmasından sonra, bilgisayara işletim sisteminin yüklenmesi gibi yüklenir (A’raf 7/179, Müminun 23/14, Secde 32/7-9). Bu ruh kişiye, işitmenin yanında dinleme, bakmanın yanında basiret, kan pompalayan kalbin yanında gönül sahibi olma/karar verme yeteneği kazandırır. Böylece o, imtihan edilebilir bir varlık haline gelir. Bilgileri saklama görevi de yapan bu ruh, uyku ve ölüm sırasında vücuttan çıkar, uyanma (Zümer 39/42) ve yeniden dirilme sırasında gelip tekrar vücuda girer (Tekvîr 81/7).
[*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. İsra 17/18. ayetin dipnotu.
[*] Bakara 2/23, Yunus 10/37-38, Hud 11/13, Kasas 28/49, Tur 52/34.
[1*] Kehf 18/54, Rum 30/58, Zümer 39/27.
[2*] Bakara 2/159-162, 174-175.
[*] Furkan 25/7-8.
[*] Sebe 34/9.
[*] Muhammed aleyhisselamın Allah’ın elçisi olduğunu gösteren birer belge talep etmektedirler (En’am 6/7, Müddessir 74/52).
[*] En’âm 6/91, Hûd 11/25-27, İbrâhîm 14/9-10, Mu’minûn 23/24, Teğâbün 64/5-6.
[1*] Yasin 36/81
[2*] İsra 17/89.
[*] A’raf 7/133, Şuara 26/32-33, 45, 60-67, Neml 27/9-12.
[*] Bu ayet, İsra 6'ncı ayette anlatılan ikinci tehdidin gerçekleşmesine işaret etmektedir. İsrailoğullarının iyiliği ya da kötülüğü hak etmeleriyle ilgili kurallar da Tevrat/Yasa'nın Tekrarı 30 babında anlatılmaktadır.
[1*] Kur'ân, karaa (قرأ) fiilinin mastarı olan kur (القُرْء) veya kar (القَرْء)’dan türetilmiştir; anlamı, toplama ve birleştirmedir. Mastar olarak kullanıldığı gibi bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. Allah’ın kitabına Kur’an denmesi, bütün sureleri toplayıp bir araya getirmesi sebebiyledir (Lisanu’l-Arab). Arapçada Kur’ân (قُرْآنً)’ın çoğulu olmadığından tekil için de çoğul için de kullanılır. Bu sebeple kur’ân (قُرْآن) kelimesine, bağlamına göre, kur’ânlar diye de anlam verilebilir.
[2*] Beklenti diye meal verdiğimiz müks (مُكْث), “durup bekleme” anlamındadır (Müfredat). Demek ki Resulullah zamanında, bir ayet inince onu açıklayan ayetin inmesi bekleniyordu. Bu da kümeleri oluşturan ayetlerin aynı anda indirilmediğini gösterir. Şu ayetler; müks konusuna açıklık getirmektedir: “Böylece onu, Arapça kur'ânlar halinde indirdik. Çekinip korunsunlar ya da yeni bilgi edinsinler diye içine tehditleri, değişik şekillerde yerleştirdik. Gerçek yetki elinde olan Allah pek yücedir. Vahyi tamamlanmadan o kur’ânlar ile hüküm vermekte acele etme; “Rabbim ilmimi artır” de.” (Tâhâ 20/113-114). Buna göre, bir konu ile ilgili ayetlerin tamamı aynı anda inmeyebilir. Bundan dolayı Nebimiz, kendisine sorulan bazı sorulara hemen cevap vermemiş, ilgili ayet kümesinin tamamlanmasını beklemiştir.
[*] İltifat, bkz. İsra 17/1. ayetin dipnotu.
[1*] A’raf 7/180, TaHa 20/8, Haşr 59/22-24.
[2*] Gündüz namazları ile gece namazları kılınırken, hangi ses seviyesinde olunacağı, bu ayette ve Araf 7/205’te bildirilmiştir.
[1*] “Hamd”, birini kendi yaptığı şeyden dolayı övmektir. “Güzel yemek yapar, arkadaşlığı iyidir.” gibi sözler buna girer. “Şükür” ise kendine iyilik yapanı övmek veya yapılan iyiliğe iyilikle karşılık vermektir. Yaptığı her şeyi güzel yapan sadece Allah’tır. Allah’ın yaptığı ile insanların yaptığı arasındaki farkı göstermek için “güzel” yerine “mükemmel” kelimesini kullandık.
[2*] İhlas 112/1-4.