ÂL-İ İMRAN

TEFSİR
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla...[*]

[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.


(Âl-i İmran 3/1 TEFSİR)
الٓمٓۚ
Elif-Lâm-Mîm[*]!

[*] Bu harflere huruf-u mukattaa /birbiri ile bağlantısı kesilmiş harfler denir. Bunların Nebîmize sorulmamış olması, bilinen bir anlamının olduğunu gösterir. Yoksa müşrikler bunu dillerine dolar, Nebîmizi sürekli rahatsız ederlerdi. Bununla ilgili sorular, İslam’ın Arap yarımadası dışına yayılmasından sonra başlamıştır.

Bu harflerle başlayan yirmi dokuz sureden yirmi beşinde Kur’an’a, dördünde de önemli bir konuya vurgu yapılıyor olmasından onların dikkatleri toplama görevi yaptığı anlaşılır. Türkçede böyle bir kullanım yoktur.


(Âl-i İmran 3/2 TEFSİR)
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُۜ
Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. Daima diridir, sürekli işinin başındadır[*].

[*] Bakara 2/255.


(Âl-i İmran 3/3 TEFSİR)
نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ
Gerçekleri içeren bu kitabı, kendinden öncekileri tasdik edici olarak[*] sana o indirdi. Tevrat’ı ve İncil’i de

[1*] Maide 5/48’den dolayı ayete bu meal verilmiştir.

[2*] Kur’ân, bütün nebilere verilmiş kitapları hem tasdik eder hem de içeriklerini büyük ölçüde korur.  Onlara yapılan ekleme ve çıkarmalar, ancak Kur’an ile tespit edilebilir (Maide 5/48). Kur’an’ın önceki kitapları tasdik edici özelliğine dair ayetler için bkz: Bakara 2/41, 89, 91, 97, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/47, En’am 6/92, Yunus 10/37, Yusuf 12/111, Fatır 35/31, Ahkaf 46/12, 30.


(Âl-i İmran 3/4 TEFSİR)
مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍ
Daha önce insanlığın rehberi bunlardı[1*]. Bütün furkanları /doğruyu yanlıştan ayıran kitapları[2*] o indirmiştir. Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnenlerin /kâfirlerin cezası çetindir[3*]. Daima üstün olan, hak edildiği kadar ceza veren Allah’tır[4*].

[1*] Rehber diye çevirdiğimiz “hüdâ” kelimesi, hidâyet kökündendir. Hidâyet, nazikçe yol göstermektir. Allah’ın hidâyeti dört çeşittir:

Birincisi, varlığını, birliğini ve insana her şeyden yakın olduğunu her vesileyle göstermesidir. Bu yüzden Allah, kendini ikinci sıraya koyup başka bir şeye öncelik vermeyi şirk sayar ve bunu asla bağışlamaz (Nisâ 4/48, 115-117). Yanlış yola girenleri ve yanlış işler yapanları, bir şekilde uyarır (Şems 91/8-10, En’âm 6/125).

İkincisi, iyiyi kötüden ayırma yani farkındalık özelliği verdiği insanoğluna, doğruyu bulmasında rehberlik etmesidir (Zâriyât 51/20-21).

Üçüncüsü, indirdiği kitaplarla yol göstermesidir. Bu yüzden o kitapların her biri birer hüdâ yani rehberdir. Dördüncüsü de Allah’ın, doğru tercihte bulunan herkesi yoluna kabul etmesi ve doğru yolda olduğunu onaylamasıdır (İbrahim 14/4).

[2*] Furkân, doğruyu yanlıştan ayırma veya ayıran anlamındadır. Kelimenin çoğulu olmadığı için yerine göre tekil veya çoğul anlam verilir. Furkan, Allah’ın indirdiği bütün kitapların ortak özelliğidir (Enbiya 21/48). Allah, kendini yanlışlardan koruyan müminlere de furkan yani doğruyu yanlıştan ayırma özelliği verir (Enfal 8/29).

[3*] Çetin, ayetteki (شديد = şedîd)in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır(En'âm 6/160).

[4*] Ayette geçen (intikam = انتِقَام) suçla ceza arasındaki dengeyi tam kurma anlamına gelir (El-Ayn).


(Âl-i İmran 3/5)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ
Yerde de gökte de hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz[*].

[*] En’am 6/59, Yunus 10/61, Neml 27/75, Sebe 34/3.


(Âl-i İmran 3/6)
هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Analarınızın rahminde, tercihine göre size özgü bir biçim veren odur[*]. Ondan başka ilah yoktur. Daima üstündür, bütün kararları doğrudur.

[*] Bu ayet, her insanın kendine özgü ölçülerinin ezelde değil, ana rahminde belirlendiğini bildirmektedir. Bu da kadercilerin insanla ilgili ezeli bilgi iddialarının temelsiz olduğunu gösterir. (Meryem 19/67, İnsan 76/1-2)


(Âl-i İmran 3/7)
هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
Bu kitabı sana indiren odur. Ayetlerinin bir kısmı muhkemdir;[1*] onlar kitabın[2*] ana ayetleridir. Diğerleri müteşâbihtir[3*] (muhkemlerle benzeşirler). Kalplerinde kayma olanlar, fitne[4*] çıkarma amacıyla istedikleri tevili[5*] kurup kitaptan, (kurgularıyla) benzeşen şeye[6*] uyarlar. Oysa kitabın tevilini sadece Allah bilir (ve onu ayetleriyle gösterir). Bu ilmi[7*] kavramış olanlar şöyle derler: “Biz bu ilme inandık, onun tamamı Rabbimiz katındandır.” Bu zikre[8*] sağlam duruşlu olanlardan[9*] başkası ulaşamaz.

[1*] Muhkem ayet, bir konuda hüküm içeren ayettir. O hüküm, başka ayetlerle ayrıntılı olarak açıklanır (Hûd 11/1-2)

[2*] (كتاب = Kitab) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeye eklemektir (Mekayîs). Arapçada kelimeleri ekleyerek yazılan her türlü yazıya kitap denir (Müfredat). Kur’an-ı Kerim, muhkemler yani kısa ve özlü hükümler içeren ayetlerden ve onların benzeri olup onları açıklayan müteşâbih ayetlerden oluşur. Bir ayet şöyledir: “Allah sözün en güzelini, müteşâbih ve mesânî kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23) Mesânî, “ikişerliler” anlamına gelir. Kur'ân’ın, bildiğimiz bir kitap halinde inmediği açıktır. Bu ve benzeri ayetler onun, kendinden kitaplar oluşturulacak şekilde indiğini, her bir kitabın, bir muhkem bir de müteşâbih olmak üzere en az iki ve ikinin katları olan ayetlerden oluştuğunu, doğru hükme yani hikmete bu şekilde ulaşılabileceğini gösterir.”

[3*] Müteşâbih, benzeşen demektir. Birbirine benzeyen iki şeyden her birine müteşâbih denir. Bu kelime, sekiz ayette geçer: Bakara 2/25, Bakara 2/70, Bakara 2/118; Al-i İmran 3/7, Zümer 39/23, En’âm 6/99, En'âm 6/141 ve Ra’d 13/16. âyetlerdir.

[4*] Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat).  Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf  7/155), aldatma (A’râf  7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.

[5*] (Te'vîl = تَأْوِيلِ), (evl = أول) kökünden türetilmiştir; bir şeyi istenen hedefe çevirme anlamına gelir (Müfredât). Allah’ın ayetler arasında kurduğu bağlantıyı gösterir.

[6*] Bu ilim, ayetleri ayetlerle açıklama ilmidir (A'raf 7/52). Önceki kitaplara inananların alimleri arasında da bu ilmi bilenler vardı (Nisa 4/162).

[7*] Ayetin açılımı şöyledir: “فيتبعون ما تشابه منه بزيغهم = Kitaptan kendi eğrilikleriyle /kurgularıyla benzeşene uyarlar.” Necrân’dan bir Hıristiyan heyet nebimize gelmiş, “Ya Muhammed! Sen, İsa’nın Allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh olduğu kanaatindesin değil mi?” demişti. O, “Evet” deyince “  Bu bize yeter” demişlerdi. Onlar, kendi eğrilikleriyle benzeşir gördükleri şu ayete dayanıyorlardı: “İsa… Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı sözü ve kendinden bir ruhtur.” (Nisa 4/171) Ayetin başında görmek istemedikleri şu ifade vardır: “Meryem oğlu İsa Mesih, yalnızca Allah’ın elçisidir.” Allah’ın kitabına uyma yerine onu kendilerine uyduranlar hep böyle yaparlar. (Taberî, Al-i İmran 3/7. ayetin tefsiri)

[8*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28).

[9*] “Sağlam duruş” anlamı verdiğimiz “elbâb = ألباب’ın tekili olan Lubb = لب’ kelimesi, mastar olarak kullanıldığında, bir yerde sürekli durma, durduğu yerden ayrılmama, saf olma ve kaliteli olma anlamlarına gelir. İsim olarak kullanıldığında da her şeyin katkısız olanı anlamını ifade eder. Bu anlamlardan yola çıkılarak sağlam ve güçlü akla "lub" denir (Mekayıs, Muhtaru's-Sıhah, Umdetu'l-Huffaz, Tacû'l-Arûs). "Kalp ile birleşen akıl"  anlamına geldiğini söyleyenler de vardır (Kitabu'l-Ayn, Lisanu'l-Arap, Tacu'l-Arûs) Be kelime Kuran’da, 16 yerde “ul’ul elbab (أولوا الألباب) = lub sahipleri şeklinde geçer ve genel olarak şu dört mana ile bağlantılı olur:

1- Takva (Bakara2/179, 197; Maide 5/100; Talak 65/10).

2- Tezekkür ve Tedebbür (Bakara 2/269; Al-İ İmran 3/7; Ra'd 13/19; İbrahim 14/52; Sad 38/29,43; Zümer 39/9,21; Mümin 40/54).

3- Tefekkür ve ibret alma (Al-i İmran 3/190; Yusuf 12/111).

4- Allah'ın kitabına en güzel şekilde uyma (Zümer 39/18).

Akıl manasına delalet eden diğer kelimeler ile "el-Lubb"ün farkı şöyle özetlenebilir: "Nuha" ve "hicr" (Taha 20/54, 124; Fecr 89/5) ile a-k-l kökünden türeyen elli civarındaki kelime, düşünme ile ilgilidir. Ancak "Ulu'l-Elbab"ın, yukarıdaki dört manadan birine bağlı olarak  gelmesi gösteriyor ki, akıl sadece düşünmeye, doğru ile yanlışı ayırt etmeye yarar, "el-Lubb" ise düşünüp tespit ettikten sonra doğruyu yapmayı ve hakka tabi olmayı ifade eder. Çünkü yukarıdaki dört mananın her biri birer doğru eylemdir, doğru eylem doğru karardan sonra yapılır. Öyle ise "el-Lubb" sağlıklı düşünen akıl, yani akl-ı selim olur.

Bu gibi yerlerde "elbab"ın zikredilip sağlam duruş diye sonuç manasının irade edilmesine "mecaz-i mürsel" denir. Zira kelimenin hakikî manası ile kullanılan manası arasında sebebiyet ilişkisi vardır. Belagat terimi olarak bu kullanıma "zikri sebeb irade-i müsebbeb" denir. Burada olduğu gibi bir kelimenin hakikî manası ile istimal manası arasında teşbih dışında bir ilişki varsa, belagatta ona mecaz-i mürsel denir (Muhammed Ahmed Kasım, "Ulumu'l- Belagati 'el- Bediu ve'l-Beyanu ve'l-Meanî'", Müessesetü'l-Hadisetu li'l-Kitab, Trablus-Lübnan 2003. s: 215)."ulu'l-elbab" ifadesine "sağlam duruşlu" anlamı verilmesinin sebebi ikisi arasında kurulmuş sebep-sonuç ilişkisi ile oluşan mecaz-ı mürseldir.

 


(Âl-i İmran 3/8)
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
(Onlar şöyle derler:) Rabbimiz! Bizi yoluna kabul ettikten sonra kalplerimizin kaymasına izin verme[*]. Bize katından iyilikte bulun! Vehhab olan / karşılık beklemeden bol bol veren sensin.

[*] Yola gelmek de yoldan çıkmak da kişinin kararına bağlıdır (Saf 61/5). Bununla birlikte, bu dua, her şeyde olduğu gibi doğru yolda kalmak için de Allah’ın desteğine ihtiyacımız olduğunu gösterir.


(Âl-i İmran 3/9)
رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟
Rabbimiz! Geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan sensin. Sen[*] sözünden dönmezsin.

[*] Sen sözünden dönmezsin.” mealinin aslı “Allah sözünden dönmez.” şeklindedir. Burada iltifat sanatı vardır. Sözlükte eğmek/bükmek/çevirmek anlamındaki “left = لفت” kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.


(Âl-i İmran 3/10)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔاۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِۙ
Kâfirlik edenlerin /ayetleri görmezlikte direnenlerin malları da çocukları da Allah katında hiçbir işlerine yaramayacaktır[*]. Onlar o ateşin yakıtıdır.

[*] Maide 5/36.


(Âl-i İmran 3/11)
كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَۙ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاَخَذَهُمُ اللّٰهُ بِذُنُوبِهِمْۜ وَاللّٰهُ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
Bunların durumu, tıpkı Firavun hanedanının ve daha öncekilerin durumu gibidir[1*]. Onlar ayetlerimiz karşısında yalana sarıldılar[2*]. Allah da onları günahları sebebiyle yakaladı. Allah’ın cezası çetindir.

[1*] Neml 27/13-14

[2*] (Kezzebe = كذب) fiili Kur’an’da hem lazım /geçişsiz hem de müteaddi /geçişli olarak kullanılır. Lazım olarak kullanıldığı yerlerde çok yalan söyleme (En’am 6/148, Yunus 10/39) anlamındadır. Bazı ayetlerde bâ = ب harf-i cerri ile müteaddi olur ve bir şey karşısında yalan söyleme anlamına gelir (En’âm 6/21, 157, A’raf 7/37, Taha 20/48). Harf-i cersiz müteaddi olduğu yerlerde de yalanlama anlamındadır (Al-i İmran 3/184, Hicr 15/80, Şuara 26/176).


(Âl-i İmran 3/12)
قُلْ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلٰى جَهَنَّمَۜ وَبِئْسَ الْمِهَادُ
Kâfirlik edenlere de ki: “Sonunda mağlup olacak ve cehenneme doldurulacaksınız! Orası ne kötü bir yerleşim yeridir!”


(Âl-i İmran 3/13)
قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ ف۪ي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَاۜ فِئَةٌ تُقَاتِلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِۜ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ
(Bedir’de) Karşı karşıya gelen iki birlikte sizin için bir belge vardır. Birliklerden biri Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfirdi. (Müminler) baktıklarında onları kendilerinin iki katı görüyorlardı[1*]. Allah, gereğini yapanı[2*] yardımıyla destekler. İleri görüşlüler için bunda kesinlikle bir ders vardır.

[1*] Bedir Savaşında Mekkeliler müminlerin iki katından fazlaydı ama kendilerinin iki katı gösterildiler ki onlarla savaşmak zorunda kalsınlar. Çünkü müminlere, kendilerinin iki katına kadar düşmanla savaşma görevi verilmişti (Enfâl 8/65-66). Müslümanların Mekke ordusu ile kervan arasında kalması (Enfal 8/42), düşmanın rüyada Rasulullah’a az gösterilmesi (Enfal 8/43), iki ordu karşılaştığında birbirlerine olduklarından daha az gösterilmeleri (Enfal 8/44), Müslümanların üç bin melekle desteklenmesi (Al-i İmran 3/124), müminlerin rahatlaması için o gün hoş bir uykuya daldırılmaları ve üzerlerine rahatlatıcı bir yağmur yağdırılması da (Enfal 8/11) Allah’ın onlara olan yardımlarındandı.

[2*] Şâe ( شاء ) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:

http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html

 


(Âl-i İmran 3/14)
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَٓاءِ وَالْبَن۪ينَ وَالْقَنَاط۪يرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِۜ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ
Kadınlar,[1*] evlatlar,[2*] yığınla altın ve gümüş, cins atlar, en’âm[3*] ve toprak ürünlerinden ibaret olan çekici şeylerin tutkusu insanlara hoş gösterilmiştir. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Hedeflenecek asıl güzellikler, Allah katındadır.

[1*] Bunlar, kadın erkek her insana süslü gösterilmiştir. Nitekim bir kadının diğer kadınların beğenisini kazanma isteğinin erkeğin beğenisini kazanma isteğinden fazla olduğu gözlemlenebilir.

[2*] Evlat diye anlam verdiğimiz kelimenin kök anlamı “bir şeyden doğan şey” olan ibn (إبن)’in çoğulu benîn (بنين)’dir (Mekâyîs). Kelime daha çok erkek evlat anlamında kullanılırsa da burada uygun olan erkek ve kız evlat anlamında olmasıdır. Bu sebeple oğullar yerine “evlat” anlamı tercih edilmiştir.

[3*] En’am; koyun, keçi, sığır ve devenin dişisi ve erkeğine denir. (En’âm 6/143) (En’âm 6/144).

 


(Âl-i İmran 3/15)
قُلْ اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ بِخَيْرٍ مِنْ ذٰلِكُمْۜ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا وَاَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِۚ
De ki: "Size onlardan daha iyisini anlatayım mı? Kendini yanlışlardan koruyanlar (müttakiler)[*] için Rableri /Sahipleri katında, ölümsüz olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan bahçeler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah kullarını daima görmektedir.”

[*] Müttakî, yanlışlardan kaçınarak doğal yapısını koruyan kişidir.


(Âl-i İmran 3/16)
اَلَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اِنَّنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ
Onlar şöyle derler: "Rabbimiz! Biz sana inandık ve güvendik. Günahlarımızı bağışla,[*] o ateşin azabından bizi koru!"

[*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.


(Âl-i İmran 3/17)
اَلصَّابِر۪ينَ وَالصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ
Onlar sabırlı olan /duruşunu bozmayan, doğru sözlü olan, Allah’a içten boyun eğen, mallarından hayra harcayan ve seher vakitlerinde[*] bağışlanma dileyen kullardır.

[*] Seher vakti, güneş ışıklarının gecenin sonuna doğru ufka ulaşması ve zayıf ışıklı yıldızların kaybolmasıyla başlar. Güneş ufka yaklaştıkça aydınlık üstten aşağıya doğru bir piramit şeklini alır, dah sonra ufku tümüyle sarar. Seher vakti, ufuk boyunca uzanan siyah bir hattın, onun üstünde oluşan beyaz hattan net bir şekilde ayırt edilmesine kadar sürer. Bu vakit, aynı zamanda sahur vaktidir.


(Âl-i İmran 3/18)
شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِمًا بِالْقِسْطِۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۜ
Allah’tan başka ilah olmadığına; Allah, melekler ve doğruların yanında olan ilim sahipleri şahittir[*]. Ondan başka ilah yoktur. O daima üstün ve bütün kararları doğru olandır.

[*] Allah’ın varlığı ve birliği konusunda kimsenin şüphesi yoktur. İlah sayılanlar, Allah ile araya konan aracılardır. Heykellerin ilah olamayacağını herkes kolayca anlayacağından o suçu işleyen hiçkimse affedilmez. Ayette, “doğruların yanında olan ilim sahipleri” ifadesinin kullanılması, insanların bilmeden Allah’a şirk koşabileceklerini gösterir. Bunun örneği İbrahim aleyhisselamdır. O, büluğa erdiği andan itibaren (A’raf 7/172-173) putların ilah olmayacağını anlamıştı. Ama o, gözlemler yapıp kesin kanaate varıncaya kadar yıldızın, ayın ve güneşin kendi rabbi olduğu inancındaydı. Onların rab olamayacaklarını anlar anlamaz kesin tavrını ortaya koydu (En’am 6/75-79, Enbiya 21/51-64). Onun bu konuda, bile bile yaptığı bir yanlış olmadığı için Allah onu hiçbir zaman müşriklerden saymamıştır (Bakara 2/135, Al-i imran 3/18, 67, 95, En’am 6/161, Nahl 16/123). (Enbiya 21/52-56).

Hiçbir Müslüman puta tapmaz ama Nebimiz Muhammed aleyhisselamın, ilim adamlarının ve din adamlarının ilah yapıldığının farkında değillerdir. Allah Teala Kur’an’ı sadece kendisinin açıkladığını, bunu bir ilme göre yaptığını (A’raf 7/52), yaptığı açıklamalara, konuyu bilenlerden oluşan bir ekibin ulaşabileceğini (Fussilet 41/3) bildirmiş, başkasının yapacağı açıklamayı kabul etmenin onu ilah yapmak olduğunu açıkça ifade etmiştir (Hud 11/1). Ama geleneksel yapı, bir çok ayeti gizlemiş, bir çoğuna da yanlış anlamlar vermiş ve Nebimiz Muhammed aleyhisselamın da ayetleri açıklama yetkisinin olduğunu, bütün Müslümanlara kabul ettirmiştir. Kur’an’ı açıklama yetkisi alimlere de verilerek mezhepler oluşturulmuş ve bir ilahlar piramidi meydana getirilmiştir. Bu, kabul edilebilecek bir şey değildir (Bakara 2/103-105, 213, En’am 6/159, Şura 42/13-14). Bu yapıyı, bilmeden kabul edenlerin bir sorumluluğu olmaz (Bakara 2/22, 120, 145, 286). Ama bir çok ayeti gizleyip bir çoğunun da anlamını bozarak Müslümanları bu hale sokanlar, en ağır cezaya çarptırılacaklardır (A’raf 7/44-45).


(Âl-i İmran 3/19)
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
Allah katında din, İslam’dır[1*]. Kitap verilenler, kendilerine bu bilgi[2*] geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden dolayı[3*] ihtilafa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnirse, Allah onun hesabını çabuk görür.

[1*] İslam, teslim olmak demektir. Allah’a teslim olana “müslim” denir. Türkçede ona “Müslüman” adı verilir. Bütün nebiler insanları İslam’a çağırmışlardır (Al-i imrân 3/84-85).

[2*] Bu bilgi, önceki kitapları tasdik eden yeni kitabın yani Kur’an’ın geldiği bilgisidir (Al-i İmrân 3/81). 


(Âl-i İmran 3/20)
فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِۜ وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّ۪نَ ءَاَسْلَمْتُمْۜ فَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ۟
Seninle tartışırlarsa de ki: “Ben Allah’a teslim oldum; beni izleyenler de öyle!” Kendilerine kitap verilenler ile ümmilere /kitap verilmemiş olanlara[1*], "Siz de teslim oldunuz mu?" de. Eğer teslim olurlarsa yola gelmişlerdir; ama yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğ /ayetleri bildirmektir[2*]. Allah kullarını daima görmektedir.

[1*] Bu âyete göre ümmiler, kendilerine ilahi kitap verilmemiş olanlardır. Kur’an’ın indiği dönemdeki Mekke toplumuna ümmi denmesinin birinci sebebi buydu. Bunun bir başka sebebi de Mekkeli olmalarıydı (Cuma 62/2). İnandıkları ilahi kitabın içeriğini bilmeyenlere de ümmi denir. Bakara 2/78

[2*] Maide 5/67.


(Âl-i İmran 3/21)
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَيَقْتُلُونَ الَّذ۪ينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ
Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnenlere, haklı bir sebep olmadan nebileri[1*] öldürenlere /itibarsızlaştıranlara[2*], doğruluktan şaşılmamasını isteyen insanları öldürenlere /itibarsızlaştıranlara[3*] acı veren bir azabın müjdesini ver.

[1*] Ayetteki “müjde ver.” emrini alan ilk kişi nebimiz Muhammed aleyhisselamdır. Onun karşısında nebiyi öldürmüş biri yoktu. Kimse atalarının günahından da sorumlu tutulamayacağı için (Necm 53/38) buradaki “öldürme”, “nebiliği öldürme” anlamında mecaz olur.

[2*] Katele (قتل) fiilinin kök anlamı öldürmedir ama itibarsızlaştırma anlamına da gelir (Müfredat). Ayette hem nebileri hem de doğruluktan şaşılmamasını isteyenleri itibarsızlaştırmak için yapılan davranışın geniş zaman kipi ile ifade edilmesi, bu işin sürekli yapıldığını gösterir. Nebi ve resul kelimelerinde anlam kayması yapılarak Muhammed aleyhisselamın nebi sıfatıyla söylediği sözler, resul sıfatıyla tebliğ ettiği ayetler seviyesine çıkarılmış ve o, Allah’ın yanında ikinci derecede yetkili konuma yükseltilmiştir. Muhammed aleyhisselam, kendi sözlerinin yazılmasını, bu yüzden yasaklamış (Müslim Adâb 32) Ebubekir ve Ömer döneminde yasak sürdürülmüş ama daha sonra serbest bırakılarak fesatçıların önü açılmıştır. Aslında nebiyi ilah seviyesine yüceltenler, onun gerçek görevini gölgede bırakarak nebiliği itibarsızlaştırmayı amaçlamışlardır (Furkan 25/30). Nebimiz şöyle demiştir: Ahirette ashabımdan bir grup sol tarafa alınacak, ben de: “Ashabım! Ashabım!” diyeceğim. Allah Teâlâ diyecek ki: “Bunlar, senin ayrılmandan sonra sürekli geriye gittiler.” Ben de salih kul İsa’nın dediği gibi diyeceğim: “İçlerinde bulunduğum sürece onları görüyordum. Beni vefat ettirince gören yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin. Eğer azab edersen, onlar senin kullarındır. Bağışlarsan şüphesiz sen güçlüsün, doğrusunu yaparsın.” (Maide 5/117-118) (Buhari, Enbiya, 8). Birçok sahabinin ve değerli ilim adamının sözleri de Allah’ın sözü seviyesine çıkarılmış ve onlar da  itibarsızlaştırılmıştır. Bu gibi faaliyetler, günümüzde de devam etmektedir.

[3*] Onlara mâl ettikleri bazı sözleri kullanarak hem onların kişiliğini öldürmeye hem de Müslümanları saptırmaya çalışırlar. Ömer ve İbn Abbas (r. anhuma) en çok iftiraya uğrayanlardandır.


(Âl-i İmran 3/22)
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
Çalışmaları, dünyada da ahirette de boşa çıkacak olanlar onlardır. Onlara yardım edecek hiç kimse de olmayacaktır.


(Âl-i İmran 3/23)
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا نَص۪يبًا مِنَ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ اِلٰى كِتَابِ اللّٰهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلّٰى فَر۪يقٌ مِنْهُمْ وَهُمْ مُعْرِضُونَ
Allah’ın kitabından kendilerine bir bilgi verilmiş olanları gözünde canlandırmaz mısın? Aralarında hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağrılırlar da sonra bir bölümü yüz çevirerek geri çekilir.


(Âl-i İmran 3/24)
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّامًا مَعْدُودَاتٍۖ وَغَرَّهُمْ ف۪ي د۪ينِهِمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ
Bunun sebebi, “O ateş bize, sayılı günler dışında dokunmayacak!” diyor olmalarıdır[1*]. Uydurdukları yalanlar, dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır[2*].

[1*] Yahudilerin bu iddiaları Tevrat'a dayanmamaktadır. Bu iddia, onların ‘Sözlü Tevrat’ dedikleri ve bizdeki Kur'an dışı kaynaklardan vahyi gayri metluva karşılık gelen Talmud'ta yer alır. Talmud'a göre "Kötülerin Cehennemdeki yargısı 12 ayda son bulur. Bu süre içerisinde günahlarının bedeli ödenmiş olur." [TB, Shabbat 33b].  Bu ayetin bağlamı dikkate alındığında, iddia sahiplerinin Yahudi oldukları ortaya çıkar. İslam ulemasından bazıları, bu konuda Yahudileri geride bırakmayı başarmışlardır. Uydurulduğu kesin olan bir rivayette nebimizin Muâz b. Cebel’e şöyle dediği iddia edilir: “Kim kalbiyle tasdik ederek Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehâdet ederse Allah ona cehennemi haram kılar.” (Buhari, İlim, 49)


(Âl-i İmran 3/25)
فَكَيْفَ اِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Geleceğinde şüphe olmayan bir gün için onları topladığımızda halleri nice olur! O gün herkese, yaptığının karşılığı tam olarak verilecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.


(Âl-i İmran 3/26)
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
De ki: “Ey tüm yetkiler elinde olan Allah’ım! İstediğin[*] kişiye yetki verir, istediğinden yetkiyi alırsın. İstediğin kişiyi üstün kılar yine istediğin kişiyi alçaltırsın. Bütün iyilikler senin elindedir. Sen her şeye bir ölçü koyarsın.

[*] (Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi  için bkz Al-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Bu iki ayette Allah’ın yaptığı şey, kendi isteğine göre davranmasıdır.


(Âl-i İmran 3/27)
تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۘ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّۘ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın[*]. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırsın. İstediğin kişiye hesapsız rızık verirsin.”

[*] Gece ile gündüz, Güneş ve Ay gibi, kendilerine ait yörüngelerde dolaşan ayrı varlıklardır (Yasin 36/40). Dünya’nın Güneş ile yaptığı açının daima değişmesi, gece ile gündüzün uzayıp kısalmasına sebep olur. Gece gündüzün içine girince gece kısalır, gündüz uzar. Gündüz gecenin içine girince de gece uzar, gündüz kısalır (Hac 22/61, Lokman 31/29, Fatır 35/13, Hadid 57/6). Ayrıca gece ve gündüz daima yer değiştirir. Akşam gece öne geçer ve gündüz onu bir sarık gibi sarar. Sabah olunca da gündüz öne geçmeye başar. Bu defa da gece gündüzü bir sarık gibi sarar (Zümer 39/5). Karanlık olma gecenin göstergesi olmaktan çıkarıldığı için kutup bölgelerinde güneşli geceler oluşur (İsra 17/12). Dünyanın, uzaydan çekilen fotoğraflarını inceleyenler, gece ile gündüzün ayrı varlıklar olduğunu görebilirler.

 

(Âl-i İmran 3/28)
لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ
Kafirlerden bir şekilde korunma ihtiyacı[1*] içinde olmanız hariç, müminler kafirleri müminlerden yakın dost edinmesinler[2*]. Bunu yapanın Allah'tan bir beklentisi olamaz. Allah, sizi kendisine karşı uyarır. Dönüp varacağınız yer, Allah’ın huzurudur.

[1*] Ayette geçen “تُقَاةً” “koruma” anlamına gelir (Lisânül-Arab) Bu mastardan türeyen takıyye kelimesi “Açık ve muhtemel tehlikeden korunmak maksadıyla inancın gizlenmesi” olarak ıstılahta kullanılmıştır. Can tehlikesi söz konusu olduğunda kişinin kalbindeki inancını gizleyebileceği ile ilgili ayet şöyledir: “Kalbi güven (iman) dolu iken ağır baskı altında olan dışında her kim, inanıp güvendikten sonra ayetleri görmezlikten gelir ve görmezliği (kâfirliği) içine sindirirse, Allah’ın öfkesi onların üstünde olur. Onların hak ettiği büyük bir azaptır.” (Nahl 16/106).

Söz konusu böyle bir ruhsatın delili nebimizin Ammar b. Yâsir’in davranışını tasvip etmesiyle de gösterilmektedir: Ammar b. Yâsir Mekke müşrikleri tarafından anne ve babasıyla birlikte yakalanır ve sırf imanlarından dolayı akla gelmedik işkencelere maruz kalırlar. Annesini ve babasını gözlerinin önünde işkenceler altında kaybeden Ammar (r.a.) müşriklerin işkencelerine artık dayanamayacağını anladığı bir anda, onların baskısı üzerine; Muhammed’den hoşlanmadığını, Lat ile Uzza’nın iyiliğini dile getirir. Ammar (r.a.) bütün bu olanları nebimize  anlatıp “Perişan oldum ya Rasulallah!” deyince, nebimiz sorar: “Kalbini nasıl buldun?” Ammar cevap verir: “İman ile dopdolu.” Bunun üzerine nebimiz: “Eğer bir daha seni yakalarlarsa aynı şekilde davran!” der. (İbn Sa’d, Tabakat, c. III, s. 249.)
Fakat Şia, bu ruhsatı bir azimet telakki ederek, akidede asla terk edilmemesi gereken bir farz olarak kabul etmiştir. Şia bu ilkeyi zamanla ana prensiplerinden biri haline getirerek, ölüm tehlikesi gibi tehlikeli durumlarda değil genel olarak düşmanca tutumun görüldüğü her yerde uygulama yoluna gitmiştir. Neticede bir Müslümanın Kur’ân’da takva olarak gördüğü birçok şeyi Şia takıyye olarak görmeye başlamıştır. Örneğin, Nebimizin takıyye ile ilgili şöyle dediğini iddia ederler: “Siz Allah’ın dini üzeresiniz. Her kim bunu gizlerse Allah onu aziz kılar. Her kim de bunu duyurursa Allah onu zelil kılar.” (Küleynî, a.g.e., c. II. s. 220.)
Ali’ye (r.a.) ise şöyle bir söz nispet ederler: “Takıyye mü’minin en faziletli amelidir. Takıyyesi olmayanın dini de yoktur.” (Küleynî, “a. g. e.”, II/220.) Dolayısıyla Yahudilikte olan ve insan şahsiyetine zıt Kriptoculuk /Gizlilik aşırı bir versiyonuyla Şiilikte de mevcuttur.

[2*] Dininizden dolayı bizi öldürmeye kalkışmamış, bizi yaşadığınız yerlerden çıkarmamış veya çıkaranlara destek vermemiş kafirlerle dostluk kurmamız yasak değildir (Mümtahine 60/8-9). Yasak olan, onları birinci dereceden dost saymamızdır. Birinci dereceyi daima müminlere vermemiz gerekir.


(Âl-i İmran 3/29)
قُلْ اِنْ تُخْفُوا مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
De ki: “İçinizde olanı[*] gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini o bilir. Allah her şeye bir ölçü koyar.”

[*] İçimizden her şey geçebilir. Biz, onlardan değil içimize yerleştirdiğimiz şeyden sorumluyuz. Bakara 2/284


(Âl-i İmran 3/30)
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًاۚۛ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَدًا بَع۪يدًاۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟
Yaptığı iyilikleri de yaptığı kötülükleri de karşısına konmuş olarak bulduğu gün herkes, kötülükleri ile arasında uzak bir mesafe olsa diye çok arzu edecektir. Allah sizi kendisine karşı uyarır. Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir.


(Âl-i İmran 3/31)
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
De ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyun[*] ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.”

[*] Yusuf 12/108, Ahkaf 46/9


(Âl-i İmran 3/32)
قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ
De ki: "Allah’a ve resulüne /elçisinin getirdiğine[*] gönülden boyun eğin.” Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, kâfirleri /ayetleri görmezlikte direnenleri sevmez.

[*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir.  (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen  Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resul /elçinin getirdiği” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).


(Âl-i İmran 3/33)
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ
Allah Âdem’i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini çağdaşlarına[*] seçkin konuma getirmiştir.

[*] (El âlemîne =الْعَالَمِينَ) kelimesine, ‘çağdaşları’ manası verilmiştir. Çünkü kıyaslama, kişinin çağdaşlarıyla yapılır. Allah Teâlâ, Adem’i çağdaşlarına karşı seçkin hale getirdiğine göre nebilik görevine, evlatlarının rüşde ermesinden sonra başlamış olmalıdır.


(Âl-i İmran 3/34)
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ
Bunlardan biri diğerinin soyundandır. Allah her şeyi dinler ve bilir.


(Âl-i İmran 3/35)
اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
Bir gün İmrân'ın karısı şöyle dedi: "Rabbim! Karnımda olanı, sadece senin hizmetinde olacak şekilde[*] sana adadım; benden kabul et! Beni dinleyen de bilen de sensin!"

[*] Ayetteki (muharrar =مُحَرَّر) hür olarak, yani ailesine ve başka bir yere karşı sorumluluğu olmadan yalnızca Allah’a adanmış olarak, anlamındadır.

 

(Âl-i İmran 3/36)
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّ۪ي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْۜ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ وَاِنّ۪ي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّ۪ٓي اُع۪يذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ
Onu doğurunca, ne doğurduğunu Allah daha iyi bildiği halde şöyle dedi: “Rabbim! Kız doğurdum. Erkek kız gibi olmaz ki![*] Ben ona Meryem adını verdim; onun ve soyunun, kovulmuş şeytandan korunmasını sana bırakıyorum.”

[*] Demek ki çocuğun erkek olmasını bekliyormuş. Yahudi toplumunda mabed görevlileri (kohenler) ve ilim adamları (hahamlar) erkek olur. İmran’ın karısı da erkek çocuk beklentisiyle bir adakta bulunmuştu. Ancak kız doğurduğunu görünce adağını nasıl yerine getireceğini bilemediği için böyle bir şaşkınlık yaşamıştır.


(Âl-i İmran 3/37)
فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًاۙ وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًاۚ قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Rabbi Meryem’i, güzel bir şekilde kabul etti ve güzel bir bitki gibi yetiştirdi[1*]. Bakımını da Zekeriya’ya verdi. Zekeriya ne zaman onun has odasına[2*] girse yanında bir rızık[3*] bulur, "Meryem! Bu sana nereden?" diye sorardı. O da “Allah katından! Allah, tercih ettiğine hesapsız rızık verir!" derdi.

[1*] Ayette Meryem validemizin güzel bir bitki gibi yetiştirildiğinin belirtilmesi, onun yapısında bitkiye benzer bir özelliğin olduğunu gösterir. Çoğu çiçekli bitkilerde hem erkeklik hem dişilik organı olur ve kendi kendilerini döllerler. Meryem'in sıradan bir bitki yerine güzel bir bitkiye benzetilmesi, bize, onun özellikle çiçekli bitkilere benzetildiğini düşündürür. Meryem’e ruhun üflenmesi ile ilgili iki ayetten birinde erkek (Tahrim 66/12), diğerinde de dişi zamir (Enbiya 21/91ile gönderme yapılması bunu destekler. İsa aleyhisselamın Adem aleyhisselam gibi olması (Al-i İmran 3/59) ve ilk yaratılışın bitki örneği ile açıklanması (Nuh 71/17), ahirette yeniden yaratılışın aynı usulle olacağının bildirilmesi (Araf 7/29)  de bunu ispatlar.

[2*] Mihrab; oda, hünkar mahfili, başoda, sultanın tek başına kaldığı has oda, harem dairesi, insanların oturduğu ve toplandığı yer vs. anlamlarda kullanılır. (Lisân’ul-Arab ve el-Kamus’ul-Muhît) (Meryem 19/11, Sad 38/21)

[3*] İster maddi, ister manevi olsun, kendisiyle ihtiyaçların giderildiği her şeye rızık denir. (Bakara 2/22, 172, Hud 11/88, Hac 22/58, Vakıa 56/82)

 
 

(Âl-i İmran 3/38)
هُنَالِكَ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُۚ قَالَ رَبِّ هَبْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةًۚ اِنَّكَ سَم۪يعُ الدُّعَٓاءِ
Zekeriya, orada Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana kendi katından temiz bir soy nasip et! Sen duamı dinlersin!" dedi.


(Âl-i İmran 3/39)
فَنَادَتْهُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَهُوَ قَٓائِمٌ يُصَلّ۪ي فِي الْمِحْرَابِۙ اَنَّ اللّٰهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيٰى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِنَ الصَّالِح۪ينَ
(Meryem’in olduğu) has odada[1*], ayakta namaz kılarken melekler (Zekeriya’ya) şöyle seslendiler: "Allah sana, Allah’a ait bir sözü tasdik edecek[2*], önder, kendine hâkim ve iyilerden olacak bir nebiyi, Yahya’yı müjdeliyor!”

[1*] Mihrab sözcüğüne verilen anlam için bkz. Al-i İmran 3/37’nin dipnotu.

[2*] Bu “Söz” Allah’ın “Ol” emridir (Al-i İmrân 3/47, 59). O emir, Meryem’in rahminde İsa’nın babasız olarak oluşması emridir.


(Âl-i İmran 3/40)
قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَاَت۪ي عَاقِرٌۜ قَالَ كَذٰلِكَ اللّٰهُ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ
(Zekeriya) “Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir? İhtiyarlık gelmiş çatmış, karım da kısır[1*]!" dedi. Allah: “Böyle olacak! Ben tercih ettiğim şeyi yaparım[2*].” dedi.

[1*] Zekeriya aleyhisselam, kendisinden sonra yerine geçecek bir çocuk istemektedir. Ancak eşi kısır, kendisi de çok ileri bir yaşta olduğu için bu çocuğu, Meryem’in evlenip doğurmasını beklediği anlaşılmaktadır. Beklediği çocuğun kendi çocuğu olacağı müjdelenince şaşırması bunu açıkça göstermektedir (Meryem 19/1-9).

[2*] İltifat, bkz. Al-i İmrân 3/9. ayetin dipnotu.

 


(Âl-i İmran 3/41)
قَالَ رَبِّ اجْعَلْ ل۪ٓي اٰيَةًۜ قَالَ اٰيَتُكَ اَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلٰثَةَ اَيَّامٍ اِلَّا رَمْزًاۜ وَاذْكُرْ رَبَّكَ كَث۪يرًا وَسَبِّحْ بِالْعَشِيِّ وَالْاِبْكَارِ۟
(Zekeriya:) “Rabbim! Benim için bir ayet /bir gösterge belirle!” dedi. Allah: “Senin göstergen üç gün boyunca insanlarla, işaret dili[*] dışında konuşamamandır. Rabbini çokça an (onu iyi tanımaya çalış); akşamleyin ve sabahın erken vakitlerinde ona ibadet et.” dedi.

[*] Burada “işaret dili” olarak ifade edilen iletişim şekline Meryem 19/11. ayette vahiy denmiştir. Çünkü vahyin anlamlarından biri de budur (Müfredat).

 


(Âl-i İmran 3/42)
وَاِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفٰيكِ عَلٰى نِسَٓاءِ الْعَالَم۪ينَ
Bir gün melekler Meryem’e de şöyle seslendiler: “Meryem! Allah seni seçti, tertemiz yaptı ve seni, çağdaşın olan kadınlar üstünde seçkin bir yere getirdi.


(Âl-i İmran 3/43)
يَا مَرْيَمُ اقْنُت۪ي لِرَبِّكِ وَاسْجُد۪ي وَارْكَع۪ي مَعَ الرَّاكِع۪ينَ
Ey Meryem! Rabbine içten boyun eğ, secdeye kapan ve rüku edenlerle birlikte rüku et!”[*]

[*] “Rüku edenlerle birlikte rüku et!” yani namazını cemaatle kıl. “Rüku edenler” ifadesi, Arapçada kadın-erkek iki cinsi de kapsayacak bir cemaate işaret eder. Meryem aleyhisselama verilen bu emir, kadınların da cemaatle namaz kılacağının açık bir delilidir.

 


(Âl-i İmran 3/44)
ذٰلِكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الْغَيْبِ نُوح۪يهِ اِلَيْكَۜ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يُلْقُونَ اَقْلَامَهُمْ اَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَۖ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يَخْتَصِمُونَ
İşte bu, sana vahiy yoluyla bildirdiğimiz gayb[1*] haberlerindendir. Yoksa Meryem'in bakımını kim üstlenecek diye (kur’a için) çubuklarını atarlarken[2*] yanlarında değildin. Aralarında çekişirlerken de yanlarında değildin.

[1*] Var olduğu halde duyu organlarından uzak olana veya kişinin bilmediği şeylere ‘gayb’ denir. (Mufredat)

[2*] “Çubuk” diye tercüme ettiğimiz “kalem” kelimesi Arapçada “sert bir şeyden koparılan parça” anlamına gelir (Müfredat). Bu olay, aşağıdaki apokrif sayılan İncil pasajında da anlatılmış ve atılanların birer dal parçası olduğu söylenmiştir: “Rabbin meleği şöyle dedi: "Zekeriya, tapınaktan çık ve halkın dul erkeklerini bir araya topla. Her erkek bir dal parçası getirsin. Rab kime işaret verirse, Meryem o kişinin sorumluluğunda olacak". Bu çağrı tüm Yahudiye bölgesine ilan edildi; Rabbin borusu çalındı ve tüm erkekler tapınağa koştular.” (Yakup İncili VIII.3). Dal da ağaçtan koparılan bir parça olduğundan, çubuk kelimesi ayete uygun düşer.


(Âl-i İmran 3/45)
اِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُۗ اِسْمُهُ الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَج۪يهًا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ
Yine bir gün melekler Meryem’e şöyle dediler: “Meryem! Allah sana kendisinden bir söz[1*] müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah'a yakınlaştırılmış kişilerden olacaktır[2*].

[1*] Bu “Söz” Allah’ın “Ol” emridir. (Al-i İmrân 3/59) İsa aleyhisselam anasının rahminde o emirle oluşmaya başlamıştır.

[2*] Geleneksel inanca göre nebilerin ismet sıfatı vardır yani günahtan korunmuşlardır. Halbuki hiçbir nebi, günahtan korunmuş değildir. Onlar günahlardan, kendi gayretleri ile korunarak insanlara örnek olmuşlardır. (Nisa 4/172-173, Zümer 39/65-66)


(Âl-i İmran 3/46)
وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلًا وَمِنَ الصَّالِح۪ينَ
Hem beşikte hem de yetişkinken insanlarla konuşacak[1*] ve iyilerden olacaktır[2*].”

[1*] Maide 5/110, Meryem 19/29-33.

[2*] Bunlar, İsa aleyhisselamın sahip olduğu özelliklerdir. Aslında her insan en güzel özelliklerle yaratılır (Tin 95/4-5). Ancak nebilere çok ağır görevler yüklendiği için nebiler, onların üstesinden gelebilecek güçte yaratılmışlardır (Kalem 68/4).

 

(Âl-i İmran 3/47)
قَالَتْ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي بَشَرٌۜ قَالَ كَذٰلِكِ اللّٰهُ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۜ اِذَا قَضٰٓى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Meryem, “Rabbim! Benim nasıl çocuğum olur? Bana bir erkek dokunmadı ki!” dedi. “Evet, öyle!” dedi. Ama Allah gerek gördüğü şeyi yaratır. Bir işe karar verdi mi sadece "Ol!" der, o şey oluşur.”


(Âl-i İmran 3/48)
وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۚ
Allah ona /oğluna kitabı ve hikmeti[1*] yani Tevrat'ı ve İncil’i[2*] öğretecektir.

[1*] Hikmet, Allah’ın kitaplarından doğru hüküm çıkarma ve çözümler üretme yöntemidir.

[2*] Tevrat ve İncil, tıpkı Kur’an gibi içinde hikmeti barındıran kitaplardır. Bu sebeple bunlar, kitap ve hikmetin atf-ı tefsiridirler.

(Âl-i İmran 3/49)
وَرَسُولًا اِلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اَنّ۪ي قَدْ جِئْتُكُمْ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْۙ اَنّ۪ٓي اَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطّ۪ينِ كَهَيْـَٔةِ الطَّيْرِ فَاَنْفُخُ ف۪يهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِاِذْنِ اللّٰهِۚ وَاُبْرِئُ الْاَكْمَهَ وَالْاَبْرَصَ وَاُحْيِ الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللّٰهِۚ وَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَۙ ف۪ي بُيُوتِكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ
İsrailoğullarına elçi olarak (gönderildi. Onlara şöyle dedi): "Size, Rabbinizin ayeti /mucizesi ile geldim. Sizin için balçıktan kuş heykeli yaratır,[*] ona üflerim de Allah'ın izni ile kuş olur. Doğuştan kör olan ve alaca hastalığı olanı iyileştirir, Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde neler yediğinizi ve neleri biriktirdiğinizi de bildiririm. Eğer Allah’a inanıp güvenen kimselerseniz bunlar gerçekten sizin için birer ayet /mucizedir.

[*] Yaratma iki türlüdür. Birincisi, maddesi ve benzeri olmayan bir şeyi yoktan var etmektir. Onu Allah’tan başkası yapamaz. “O, gökleri ve yeri, bir örneği yokken yaratmıştır. (En’âm 6/101). İkincisi, bir şeyden bir başka şey üretmektir. Bu tür yaratmayı insanlar da yapabilir. İsa aleyhisselamın  yaptığı ikincisidir (Müminun 23/14).

 

(Âl-i İmran 3/50)
وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَلِاُحِلَّ لَكُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي حُرِّمَ عَلَيْكُمْ وَجِئْتُكُمْ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِ
“Önümdeki Tevrat'ı tasdik etmek[1*] ve size haram kılınmış[2*] bazı şeyleri helal kılmak için geldim. Size, Rabbinizin ayeti /mucizesi ile geldim. Artık Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakının ve bana gönülden boyun eğin.

[1*] Matta İncil’inde İsa’ya ait şöyle bir söz geçer: “Kutsal Yasa'yı (Tevrat’ı) ya da elçilerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim. Size doğrusunu söyleyeyim, gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa'dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecek. Bu nedenle, bu buyrukların en küçüklerinden birini kim bozar ve başkalarına öyle yapmayı öğretirse, Göklerin Egemenliğinde en küçük sayılacak. Ama bu buyrukları kim yerine getirir ve başkalarına öğretirse, Göklerin Egemenliğinde büyük sayılacak.” (Matta 5/17-19)

[2*] Yahudilere özel olarak nelerin haram kılındığını görmek için (Al-i İmran 3/93) âyetin dipnotuna bkz.

 


(Âl-i İmran 3/51)
اِنَّ اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ
“Allah hem benim Rabbim /Sahibim hem de sizin Rabbinizdir. Siz ona kulluk edin! Bu dosdoğru bir yoldur.”


(Âl-i İmran 3/52)
فَلَمَّٓا اَحَسَّ ع۪يسٰى مِنْهُمُ الْكُفْرَ قَالَ مَنْ اَنْصَار۪ٓي اِلَى اللّٰهِۜ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ اَنْصَارُ اللّٰهِۚ اٰمَنَّا بِاللّٰهِۚ وَاشْهَدْ بِاَنَّا مُسْلِمُونَ
İsa, ayetleri görmezlikte direndiklerini hissedince: "Allah yolunda bana yardım edecekler kimlerdir?" diye seslendi. Havariler[*] dediler ki: "Allah için bizler yardımcıyız. Allah'a inanıp güvendik. Şahit ol, biz ona teslim olmuş kimseleriz.

[*] İncil’de havarilerin sayısı on ikidir: “… Bunlar, Petrus adıyla bilinen Simun, onun kardeşi Andreya, Zebedi'nin oğulları Yakup ve Yuhanna, Filipus ve Bartalmay, Tomas ve vergi görevlisi Matta, Alfay oğlu Yakup ve Taday, Yurtsever Simun ve İsa'yı sonradan ele veren Yahuda İskariyot.” (Matta 10/2-4) Bunların içinde tek bir din alimi yoktur, hepsi halktan kişilerdir.


(Âl-i İmran 3/53)
رَبَّنَٓا اٰمَنَّا بِمَٓا اَنْزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِد۪ينَ
"Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve bu elçiye tabi olduk. Bizi (buna) şahit olanlarla birlikte yaz."


(Âl-i İmran 3/54)
وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ۟
(Kâfirlik edenler İsa’ya karşı) bir plan kurdular; Allah da plan kurdu[*]. Allah, plan kuranların en iyisidir.

[*] “Plan kurma” diye meal verdiğimiz (mekr = المكر), birini hedefinden, bir şekilde çevirme anlamındadır (Müfredat).  İnsan ve cin şeytanları, insanı doğru yoldan çevirmek için planlar kurarlar. Bu, onların mekridir. Allah Teâlâ da şeytanların planlarından kurtulma yollarını gösterir. Bu da Allah’ın mekridir (Tevbe 9/115). Engellere göğüs gererek hep doğruları arayan, onları bulur (Ankebut 29/69). Bundan sonraki ayette İsa aleyhisselamın Allah’ın mekri /planı sayesinde öldürülmekten nasıl kurtarıldığı anlatılmaktadır.

 

 


(Âl-i İmran 3/55)
اِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا ع۪يسٰٓى اِنّ۪ي مُتَوَفّ۪يكَ وَرَافِعُكَ اِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَجَاعِلُ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِۚ ثُمَّ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاَحْكُمُ بَيْنَكُمْ ف۪يمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ
Bir gün Allah şöyle dedi: “Bak İsa! Seni vefat ettireceğim[1*] ve katıma yükselteceğim[2*]. Kafirlik eden /ayetlerimi görmezlikte direnen şu insanlardan seni kurtaracağım. Senin izinden gidenleri, kıyamet /mezardan kalkış[3*] gününe kadar, kâfirlik edenlere üstün kılacağım[4*]. Sonra dönüp geleceğiniz yer huzurumdur. Aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, o zaman karara bağlayacağım.

[1*] Zümer 39/42’ye göre vefat, işi biten ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah ruhu iki şekilde vefat ettirir, biri uykuya daldığında diğeri de öldüğünde olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu, uyandığında, ölenin ruhu da vücut yeniden yaratıldığında geri döner. (Müminûn 23/100 ve Tekvîr 81/7) İsa aleyhisselam, ruhunun alınmasından sonraki ilk konuşmasını ahirette yapacağı için (Maide 5/117) bu ayetteki vefat, onun öldüğünü gösterir; dünyaya tekrar gelmesi diye bir şey yoktur.

[2*] Ölen her insanın ruhu göğe yükselir ancak gök kapıları kâfirlere açılmaz (Araf 7/40).

[3*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.

[4*] İsa’ya uyanlar, onu Allah’ın oğlu sayanlar değil, Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inananlardır.


(Âl-i İmran 3/56)
فَاَمَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَاُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
Kâfirlere /ayetleri görmezlikte direnenlere gelince, onları hem dünyada hem ahirette çetin[*] bir azapla cezalandıracağım. Onlara yardım edecek hiç kimse de olmayacaktır.

[*] Şedîd kelimesine verilen anlam için bkz. Al-i İmran 3/4. ayetin dipnotu.


(Âl-i İmran 3/57)
وَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّ۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ
(Allah,) İnanıp güvenen ve iyi iş yapanların ödüllerini de tam verecektir.[*] Allah yanlışa dalanları sevmez.”

[*] Nisa 4/173, Rum 30/15, Secde 32/19, Casiye 45/30.


(Âl-i İmran 3/58)
ذٰلِكَ نَتْلُوهُ عَلَيْكَ مِنَ الْاٰيَاتِ وَالذِّكْرِ الْحَك۪يمِ
Bunlar, sana bağlantılarıyla birlikte okuduğumuz[*] ayetler, doğru hükümlerle dolu akılda tutulması gereken bilgilerdir.

[*] Derlemek, seçip toplamak, bir araya getirmektir. Bu, Arap dilindeki tilavetin kök anlamıdır. (Bkz. Mekâyîs)  Kur’an-ı Kerim, Allah’ın ilk insandan beri indirdiği ayetlerin Allah tarafından yapılmış son derlemesi gibidir. Allah, önceki kitapların temel hükümlerini son kitabında aynen korumuş ve şöyle demiştir: “Allah Nuh’a ne emretmişse onu, sizin için bu dinin kuralı (şeriat) yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: “Bu dini ayakta tutun ve birbirinizden ayrı düşmeyin.” (Şûrâ 42/13

Allah, önceki kitapların bazı hükümlerini Kur’ân’a almamış ve şöyle demiştir: “Ey ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar, Kitaptan gizlediğiniz birçok şeyi sizin için ortaya çıkaran, birçoğuna da dokunmayan elçimiz (kitabımız) geldi. Size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi.” (Maide 5/15) Önceki kitapların bazı hükümleri ise daha iyisi ile değiştirilmiştir. Mesela Müslümanlar ilk başta orucu, önceki ümmetler gibi tutarken (Bakara 2/183) daha sonra bazı hafifletmeler yapılmıştır (Bakara 2/187).


(Âl-i İmran 3/59)
اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Allah katında İsa’nın durumu tıpkı Adem’in durumu[*] gibidir. Âdem’i topraktan yarattı sonra “Ol!" dedi; o da oluştu.

[*] Âdem’in de İsa’nın da babası yoktur. İsa’nın annesi Meryem, Âdem’in annesi ise topraktır.

 
 

 


(Âl-i İmran 3/60)
اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ
Gerçek, senin Rabbinden gelendir. Sakın tereddüt edenlerden olma!


(Âl-i İmran 3/61)
فَمَنْ حَٓاجَّكَ ف۪يهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَٓاءَنَا وَاَبْنَٓاءَكُمْ وَنِسَٓاءَنَا وَنِسَٓاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِب۪ينَ
Bu bilgi geldikten sonra kim sana delil getirmeye kalkarsa de ki: “Gelin; çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, sizler ve bizler de katılalım, sonra gönülden yalvaralım da yalan söyleyen tarafı Allah’ın dışlamasını /lanetlemesini isteyelim[*].”

[*] Necran Hristiyanlarından bir heyet, Hicri 9. yılda (m. 631) Medine'ye gelip nebimizle görüştü. Ayetlere kulaklarını tıkayınca bu ayet indi. Ona da olumlu cevap vermediler.

 

(Âl-i İmran 3/62)
اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّۚ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّا اللّٰهُۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
İsa’nın gerçek kıssası işte budur. Allah'tan başka ilah yoktur. Elbette Allah, daima üstün ve bütün kararları doğru olandır.


(Âl-i İmran 3/63)
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِالْمُفْسِد۪ينَ۟
(Yaptığın çağrıya) yüz çevirirlerse, elbette Allah o bozguncuları bilir.


(Âl-i İmran 3/64)
قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَٓاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَلَّا نَعْبُدَ اِلَّا اللّٰهَ وَلَا نُشْرِكَ بِه۪ شَيْـًٔا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِاَنَّا مُسْلِمُونَ
De ki: "Ey ehlikitap /kitaplarında uzman kişiler![1*] Sizinle bizim aramızda ortak olan şu söze gelin: Allah'tan başkasına[2*] kulluk etmeyelim. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz, kimilerini Allah ile araya koyarak rabler edinmesin.” Yüz çevirirlerse onlara deyin ki: "Şahit olun, biz Allah’a teslim olmuş kimseleriz."

[1*] Kur’an’da, ellerinde ilahi kitap bulunanları ifade etmek için iki ayrı kavram kullanılır. Bunlardan biri; “ûtu’l-kitab /kendilerine kitap verilenler”dir. Bu, genel bir ifade olup  kitapları hakkındaki bilgi seviyelerine bakılmaksızın o toplumun tamamını kapsar (Nisa 4/47, 131, Maide 5/5). Diğeri ise “ehl’ül-kitab /ehl-i kitap”tır. Bu kavram, kitaplarının içeriğinden haberdar olanları ifade eder. Allah’ın ayetlerini, doğruluğuna şahitlik edecek derecede kavramış, gerçekleri ve onların nasıl gizlenebileceğini bilen kişiler için daima ehl-i kitap ifadesi kullanılır (Bakara 2/109, Al-i İmrân 3/70,71,98,99; Nisâ 4/171, Mâide 5/15). Bakara 2/78’de kitaplarının içeriğini bilmeyenlere ümmi denmiştir. Bakara 2/79’da ise kitaplarının içeriğini bilenler hakkında şu ifade kullanılarak aradaki fark, net bir şekilde ortaya konmuştur: “Fakat elleriyle kitap yazan, sonra onunla geçici bir çıkar sağlamak için ‘Bu ,Allah katındandır!’diyenlerin çekeceği var. Hem yazdıklarından dolayı çekecekleri var hem de kazandıklarından dolayı çekecekleri var!”

[2*] Ayette, tam tercümeyle “Allah’tan başka bir şey” ibaresi kullanılmaktadır. Bu ifade, bir başka insana kul olunabileceği gibi cansız bir varlığa ya da bir ideolojiye dahi kul olunabileceğini gösterir. İnsanın herhangi bir kişinin sözünü Allah’ın sözünden üstün tutması ve Allah’ın sözüne rağmen o kişiye kayıtsız şartsız uyması, Allah’ı ikinci plana atıp ona kul olmasıdır. Kur’an’daki açık âyetlere rağmen din adamlarının sözüne kayıtsız şartsız uymak da onları ilah edinmektir. Kendi arzularını gerçekleştirmek için Allah’ın emirlerini görmezlikte direnmek, Allah’ı ikinci sıraya atarak kendini ilah edinmek olur (Furkan 25/43 ve Casiye 45/23). Kısaca, Allah’ı ikinci plana atarak Allah’ın emirlerinden daha fazla öncelenen her şey, kişinin ilahı olur. Bu da şirke düşmektir.


(Âl-i İmran 3/65)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَٓاجُّونَ ف۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ وَمَٓا اُنْزِلَتِ التَّوْرٰيةُ وَالْاِنْج۪يلُ اِلَّا مِنْ بَعْدِه۪ۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Ey ehlikitap /kitaplarında uzman kişiler! İbrahim hakkında ne diye tartışıyorsunuz? Tevrat da İncil de ondan sonra indirildi. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?


(Âl-i İmran 3/66)
هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ حَاجَجْتُمْ ف۪يمَا لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ ف۪يمَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
Siz, hakkında bilginiz olan konuda tartışan kimselersiniz. Peki, hakkında bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıyorsunuz! Onları bilen Allah’tır, siz bilmezsiniz.


(Âl-i İmran 3/67)
مَا كَانَ اِبْرٰه۪يمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلٰكِنْ كَانَ حَن۪يفًا مُسْلِمًاۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
İbrahim ne Yahudiydi ne de Hristiyan. Ama o, doğruya yönelmiş, Allah’a teslim olmuş bir kişiydi. Müşriklerden /Allah’ı ikinci sıraya koyanlardan da değildi.


(Âl-i İmran 3/68)
اِنَّ اَوْلَى النَّاسِ بِاِبْرٰه۪يمَ لَلَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ وَهٰذَا النَّبِيُّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ وَاللّٰهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِن۪ينَ
İnsanların İbrahim'e en yakın olanları, elbette ona uyanlar ile bu nebi (Muhammed) ve ona inanıp güvenenlerdir. Allah, bütün müminlerin velisidir[*].

[*] Veli (çoğulu evliya), araya başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki veya daha çok kişiden her birini ifade eder. Bir işi üstlenene de veli denir (Müfredât). Sinir uçlarımızdan daha yakın olan Allah (Kaf 50/16), bizim velimiz ve en yakınımızdır (Bakara 2/257). Veli kelimesi Arap dilinde hem ism-i fail yani eylemi yapan hem de ism-i mef’ul yani eylemden etkilenen anlamında kullanılır. Her mümin, “Allah’ın koruması altında olan” anlamında Allah’ın velisidir (Yunus 10/62-63). Ayetler gayet açık olduğu halde gelenekte Allah ile insanlar arasında bir velayet makamı oluşturulur, orada olduğuna inanılan kişilere veli denilerek veliler birer tanrı konumuna getirilir ve asla affedilmeyecek şirk günahına girilir (A’raf 7/3, 30, Ahkaf 46/4-6).


(Âl-i İmran 3/69)
وَدَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْۜ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ
Ehlikitabın bir kesimi, “Sizi bir saptırabilsek!” diye çok ister. Sadece kendilerini saptırırlar ama anlamazlar.


(Âl-i İmran 3/70)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
Ey ehlikitap! Gerçekliğine şahit olduğunuz[*] halde ne diye Allah’ın ayetlerini görmezlikte direniyorsunuz?

[*] Şahitlik ya görerek ya da basiretle olur. Züleyha, Yusuf’un kendine sarkıntılık ettiğini iddia edip Yusuf reddedince “Bir bilirkişi (şahit) şöyle dedi: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın haklı, o (Yusuf) yalancının tekidir. Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylüyor, doğru söyleyen odur /Yusuf'tur.”

Kocası gömleğin arkadan yırtıldığını görünce eşine dedi ki: “Bu, sizin oyunlarınızdandır. Siz kadınların oyunu gerçekten büyük olur.” (Yusuf 12/26-29) Buradaki şahit, olayı gören değil, suç biliminde uzman olan kişidir. Ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar da Kur’an’ı, Tevrat ile karşılaştırınca onun Allah’ın ayetlerinden ibaret olduğuna şahit olurlar.


(Âl-i İmran 3/71)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ۟
Ey ehlikitap! Neden bile bile gerçeği gerçek dışı şeylerle karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz[*]?

[*] Bakara 2/42.


(Âl-i İmran 3/72)
وَقَالَتْ طَٓائِفَةٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اٰمِنُوا بِالَّذ۪ٓي اُنْزِلَ عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَجْهَ النَّهَارِ وَاكْفُرُٓوا اٰخِرَهُ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَۚ
Ehlikitaptan /kitaplarında uzman olanlardan bir kesimi şöyle dedi: “Şu müminlere indirilene günün başında inanın, sonunda inkar edin;[*] belki vazgeçerler.

[*] Bunlar, örgütlü bir eylemle sabahleyin mümin, akşamleyin de kafir olduklarını söyleyebiliyorlardı. Böyle yapmalarına rağmen onlara herhangi bir ceza uygulanmamıştır. Kur’an’daki din hürriyeti budur (Bakara 2/256).


(Âl-i İmran 3/73)
وَلَا تُؤْمِنُٓوا اِلَّا لِمَنْ تَبِعَ د۪ينَكُمْۜ قُلْ اِنَّ الْهُدٰى هُدَى اللّٰهِۙ اَنْ يُؤْتٰٓى اَحَدٌ مِثْلَ مَٓا اُو۫ت۪يتُمْ اَوْ يُحَٓاجُّوكُمْ عِنْدَ رَبِّكُمْۜ قُلْ اِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِۚ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌۚ
Sizin dininize uymuş olandan başkasına inanmayın!” Sen de ki: “Doğru yol, Allah’ın gösterdiği yoldur.” (Onlar şunu da söylediler:) “Size verilenin bir denginin başkasına da verildiğine veya Allah katında size karşı delil getireceklerine de inanmayın!” Sen de de ki: “Lütuf Allah’ın elindedir. Onu, tercih ettiği kişiye verir. Allah, imkânları geniş olan ve daima bilendir.”


(Âl-i İmran 3/74)
يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ
O, ikramını tercih ettiği[*] kişilere tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.

[*] (Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi  için bkz Âl-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Burada Allah’ın yaptığı şey, bazı kullarını tercih ederek ikramda bulunmasıdır.


(Âl-i İmran 3/75)
وَمِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنْطَارٍ يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِد۪ينَارٍ لَا يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَ اِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَٓائِمًاۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْاُمِّيّ۪نَ سَب۪يلٌۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Ehlikitaptan öyleleri var ki yığınla altını emanet etsen aldığı gibi geri verir. Öyleleri de var ki bir dinarı[1*] emanet etsen, tepesine dikilip durmadığın sürece geri vermez. Bunun sebebi, "Bizim, ümmilere[2*] karşı bir sorumluluğumuz yoktur.” demeleridir. Onlar Allah’a karşı, bile bile yalan söylerler.

[1*] Dinar, Rasulullah (s.a.v.) döneminde para olarak kullanılan Bizans altınıdır. Bu paralardan bugün İstanbul Arkeoloji Müzelerinde bulunanların en ağır olanı 4.35 gr. gelmektedir.

[2*] Yahudiler de Hristiyanlar da kendilerini çok yüce görür kendilerinden olmayanlara değer vermezler.(Bakara 2/111, 113, 135
 

(Âl-i İmran 3/76)
بَلٰى مَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ وَاتَّقٰى فَاِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَّق۪ينَ
Hayır! Kim üstlendiği sorumluluğu[*] yerine getirir, yanlış yapmaktan da sakınırsa bilsin ki, Allah müttakileri /kendini yanlışlardan koruyanları sever.

[*] Bu elçiye inanma görevini. (Bakara 2/40-41Al-i İmran 3/81) âyet.

 

 


(Âl-i İmran 3/77)
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّٰهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَل۪يلًا اُو۬لٰٓئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Allah’a verdikleri sözü ve ettikleri yemini, geçici[1*] bir çıkarla değiştirenlerin ahirette ellerine geçecek bir şey olmaz. Kıyamet /mezardan kalkış[2*] günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz ve onları aklamaz. Onların hak ettiği acı veren bir azaptır.

[1*] (Kalîl = قليل), bir şeyin az olduğu veya kalıcı olmadığı anlamına gelir (Mekâyîs).

[2*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.

(Âl-i İmran 3/78)
وَاِنَّ مِنْهُمْ لَفَر۪يقًا يَلْوُ۫نَ اَلْسِنَتَهُمْ بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنَ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِۚ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Ehlikitaptan birtakımı kitaptan okuyormuş gibi dillerini eğip bükerler ki okuduklarını kitaptan sanasınız. Ama kitaptan değildir. “O Allah katındandır.” derler; ama Allah katından değildir. Allah’a karşı bile bile yalan söylerler[*].

[*] Bakara 2/79.


(Âl-i İmran 3/79)
مَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُؤْتِيَهُ اللّٰهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَادًا ل۪ي مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰكِنْ كُونُوا رَبَّانِيّ۪نَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ
Allah’ın kendisine kitap, hikmet ve nebilik verdiği bir beşerin kalkıp da insanlara, “Allah’tan önce bana kul olun!” demesi olacak şey değildir[*]. Onun diyeceği şudur: “Kitabı öğretmeniz ve üzerinde çalışmanız sebebiyle kendini Rabbinin yoluna adayan kişiler olun.”

[*] Zümer 39/65, Hakka 69/44-46.


(Âl-i İmran 3/80)
وَلَا يَأْمُرَكُمْ اَنْ تَتَّخِذُوا الْمَلٰٓئِكَةَ وَالنَّبِيّ۪نَ اَرْبَابًاۜ اَيَأْمُرُكُمْ بِالْكُفْرِ بَعْدَ اِذْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ۟
Melekleri ve nebileri rabler edinmenizi de isteyemez. Siz Allah’a teslim olduktan sonra kâfir olmanızı mı isteyecek?


(Âl-i İmran 3/81)
وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ النَّبِيّ۪نَ لَمَٓا اٰتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِه۪ وَلَتَنْصُرُنَّهُۜ قَالَ ءَاَقْرَرْتُمْ وَاَخَذْتُمْ عَلٰى ذٰلِكُمْ اِصْر۪يۜ قَالُٓوا اَقْرَرْنَاۜ قَالَ فَاشْهَدُوا وَاَنَا۬ مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
Allah, nebilerden[1*] kesin söz aldığında şöyle dedi: "Size kitap ve hikmet veririm de daha sonra yanınızda olanı tasdik eden /onaylayan bir resul /bir kitap[2*] gelirse kesinlikle ona inanacaksınız ve destek olacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ısrı /ağır yükü[3*] yüklendiniz mi[4*]?". Onlar: "Kabul ettik!" dediler. Allah: "Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim[5*]." dedi.

[1*] Allah’ın nebilerden söz alması, nebilere indirdiği kitaplar vasıtası ile ümmetlerden söz alması anlamına gelir. Alınan bu söz gereği tüm ümmetler Kur’an’a iman etmekle yükümlüdürler.

[2*] Allah Teâlâ bu ayette nebilere, resule inanma ve ona destek olma emri vermiştir. Nebi ve resul kavramlarının iyi anlaşılması bakımından bu, çok önemlidir. Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü iletmek için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Allah’ın elçilerinin ana görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü sözleri ile asıl vurgulanan şey onların tebliğ ettikleri ayetlerdir. Bu ayetteki “yanınızda olanı tasdik eden bir resul” ifadesinin bir benzeri Bakara 2/101’de “yanlarında olanı tasdik eden bir resul” şekilde geçer. Bakara 2/101’in iç bütünlüğü, oradaki resul kelimesinin kitap anlamında olduğunu açıkça gösterdiğinden o ayet, buradaki resulün de kitap anlamında olduğunun delilidir.

[3*] Isr, gelecek nebiye inanma görevidir. Nebimizle birlikte ısr yükü kalkmıştır (A’raf 7/157).
 
[4*] Tevrat'taki ifade şöyledir: "Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım." (Tesniye 18:18,19). İncil’de de şu ifadeler geçer: “Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki içinizden hiçbiri bana, `Nereye gidiyorsun?' diye sormuyor. Ama size bunları söylediğim için yüreğiniz kederle doldu. Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. O gelince dünyanın günah, doğruluk ve gelecek yargı konusundaki suçluluğunu dünyaya gösterecektir. Günah konusunda - çünkü bana iman etmezler; doğruluk konusunda - çünkü Baba'ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; yargı konusunda - çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. Size daha çok söyleyeceklerim var ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi her gerçeğe yöneltecek. O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O beni yüceltecek.” (İncil Yuhanna 16/5-14).
 
[5*] Allah’ın nebilerden söz alması, onlara indirdiği kitaplar vasıtası ile ümmetlerinden söz almasıdır. Verdikleri bu söz gereğince bugün bütün ümmetler Kur’an’a iman etmekle yükümlüdürler. Çünkü Kur’an, önceki kitapları tasdik eder yani onların Allah’ın kitabı olduklarını onaylar (Bakara 2/40-41, 91, 97, 101, Al-i İmran 3/3-4, 50, Nisa 4/47, Maide 5/48-39, En’am 6/92, Fatır 35/31, Ahkaf 46/12, 30 Saf 61/6-9). Bizim görevimiz ise tasdik yönünü öne çıkararak, insanları Kur’an’a çağırmaktır.
 

(Âl-i İmran 3/82)
فَمَنْ تَوَلّٰى بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Artık bundan sonra kim sözünden dönerse işte onlar yoldan çıkmış olurlar.


(Âl-i İmran 3/83)
اَفَغَيْرَ د۪ينِ اللّٰهِ يَبْغُونَ وَلَهُٓ اَسْلَمَ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَاِلَيْهِ يُرْجَعُونَ
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, gönüllü veya zorunlu olarak onun dinine /fıtrata teslim olmuştur[1*]. Onun huzuruna çıkarılacaklardır[2*].

[1*] Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına herkes zorunlu olarak boyun eğer. Ona Arapçada itaat denmez. İtaat, gönüllü olarak boyun eğmedir. Allah’ın dinine gönüllü olarak boyun eğenler de fıtrata uymuş ve doğru yola girmiş olurlar. Rum 30/30.

[2*] Ra’d 13/15, Hac 22/18, Fussilet 41/11.


(Âl-i İmran 3/84)
قُلْ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى وَع۪يسٰى وَالنَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْۖ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْۘ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Sen şöyle de: "Biz Allah'a inanıp güvendik; bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilmiş olana; nebilere Rableri tarafından verilenlerin hepsine inandık. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırmayız[1*]. Biz O'na teslim olmuş kimseleriz[2*]."

[1*] Görüldüğü gibi bütün nebilere kitap verilmiştir. Geleneksel din anlayışı buna terstir.

[2*] Allah’a teslim olmak, onun kitabına uymakla olur. O kitaplar, küçük değişiklikler dışında aynı içeriğe sahiptir (Enbiya 21/24).


(Âl-i İmran 3/85)
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ د۪ينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُۚ وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
Kim İslam’dan (Allah’ın indirdiği kitaplardaki tek dinden) başka bir din arayışına girerse asla kabul edilmez. O, ahirette kaybedenlerden olur.


(Âl-i İmran 3/86)
كَيْفَ يَهْدِي اللّٰهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانِهِمْ وَشَهِدُٓوا اَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
Resulün[*] hak olduğuna şahit olmuş, her şeyi açıkça ortaya koyan belgeler kendilerine gelmiş ve onlara inanıp güvenmiş sonra da kâfir olmuş bir topluluğu Allah nasıl yoluna kabul eder? Allah, bu yanlışın içinde olan topluluğu yoluna kabul etmez.

[*] Resul için bkz. Al-i İmran 3/32. ayetin dipnotu. 


(Âl-i İmran 3/87)
اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ اَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَۙ
Onların cezası, Allah, melekler ve bütün insanlar tarafından lanetlenmek /dışlanmaktır[*].

[*] Dinden dönenler için uygulanacak herhangi bir ceza yoktur (Al-i İmrân 3/72).


(Âl-i İmran 3/88)
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۚ لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَۙ
Sürekli lanet /dışlanmışlık içinde kalacaklardır. Azapları ne hafifletilecek ne de kendilerine süre verilecektir[*].

[*] Bakara 2/162, En'am 6/8, Nahl 16/85, Enbiya 21/40.


(Âl-i İmran 3/89)
اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ وَاَصْلَحُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Olup bitenden sonra tövbe edip /dönüş yapıp kendini düzeltenler başka[*]. Allah, çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.

[*] Tevbe edip girdiği yanlış yolu bırakan ve iyi işler yapmaya başlayan kişilerin işledikleri günah ne olursa olsun Allah o günahı bağışlar. Bağışlamakla da kalmaz ayrıca iyilik ve ikramda bulunur. (Zümer 39/53). Onun en önemli ikramı, böyle birinin işlediği günahı sevaba çevirmesidir (Furkan 25/70-71).

 


(Âl-i İmran 3/90)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانِهِمْ ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَنْ تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الضَّٓالُّونَ
İnanıp güvendikten sonra kâfir olan ve kâfirlikte ileri gidenlerin (ölüm gelince yapacakları) tövbeleri /dönüşleri[*] kabul edilmeyecektir. Yoldan çıkanlar işte onlardır.

[*] Bu tövbe /dönüş, ölmekte olan kişinin tövbesidir (Müminun 23/99-100). Bunun örneği Firavun’dur (Yunus 10/90-91, Neml 27/14). Ölüm gelmeden tövbe edenin tövbesi kabul edilir (Nisa 4/17-18).

 

 


(Âl-i İmran 3/91)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَبًا وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
(İnandıktan sonra) kâfir olan ve kâfir olarak ölenlerden herhangi biri, fidye olarak yeryüzünü dolduracak kadar altın verse bile kabul edilmez. Onların hakkı acı veren bir azaptır. Kendilerine yardım edecek kimseleri de olmayacaktır[*].

[*] Maide 5/36, Yunus 10/54, Ra’d 13/18, Zümer 39/47, Mearic 70/11-14.


(Âl-i İmran 3/92)
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ
Sevdiğiniz şeylerden hayra harcamadıkça erdemli olamazsınız. Ne tür bir harcama yaptığınızı Allah bilir.


(Âl-i İmran 3/93)
كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اِلَّا مَا حَرَّمَ اِسْرَٓاء۪يلُ عَلٰى نَفْسِه۪ مِنْ قَبْلِ اَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرٰيةُۜ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
(Yahudiler dediler ki[1*]) “Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in[2*] kendine haram ettiği yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir.” De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım[3*].”

[1*] Ayette geçen (قُلْ = de ki) ifadesi âyetin baş tarafında yer alan (… كُلُّ الطَّعَامِ) şeklinde başlayan ifadenin Yahudilerin iddiası olduğunu gösterir. Mealdeki parantez içi ifade (Yahudiler dediler ki) bunun için kullanılmıştır. Yani ayet, Yahudilerin bir iddiasını dile getirmekte ve devamında da iddialarında samimi iseler Tevrat’ı getirmeleri istenmektedir. Ayrıca 94. ayette de bu yalanı Allah’a mal edenlerin büyük yanlış yapmış olacaklarının bildirilmesi 93. ayetin başındaki ifadenin bir iddia olduğunu desteklemektedir. Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde benzer takdirler ibare ve konu gereği zorunlu olarak yapılır. Örnek olarak bkz. Al-i İmran 3/73.

[2*] Yakub aleyhisselamın lakabı İsrail’dir. Bu nedenle onun soyundan gelenlere İsrailoğulları denir. İslam geleneğinde Tevrat’ın yalnızca Musa’ya indirilen kitap olduğu söylenir ama Kur’an’da bunu doğrulayan tek bir ifadeye rastlanmaz (Maîde 5/44).Ya‘kūb aleyhisselamın on iki oğluna ve onların soyundan gelenlere esbât denir. Ayetlere göre esbât içinden nebi olanlara da kitap indirilmiştir (Bakara 2/136,140;  Al-i İmrân 3/84; Nisâ 4/163). Bunlardan İsa aleyhisselama İncil verildiği için (Mâide 5/46) Tevrat, Musa’dan İsa’ya kadar İsrailoğullarının nebilerine verilen kitapların toplamından ibarettir.
 
[3*] Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Yahudilere (sığır ve davar hariç) tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve davarların da sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlar ile kemiklerine karışanlar hariç iç yağlarını haram kıldık. Bu, (batıl yolla) üstünlük kurma çabalarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğruyu söyleriz.” (En’âm 6/146) Tevrat’a göre de Yahudiler, karada yaşayan hayvanlardan sadece çatal ve yarık tırnaklı olup geviş getirenleri yiyebilirler. Çatal tırnaklı olmayan deve, yaban faresi ve tavşan ile geviş getirmeyen domuz haramdır. Karada yaşayan gelincik, fare, kara kurbağası türleri, kirpi, bukalemun, kertenkele türleri, salyangoz ve köstebek gibi küçük canlılar da haramdır. (Bkz. Levililer 11, Tesniye 14)

(Âl-i İmran 3/94)
فَمَنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Kim bundan (Tevrat’ı okuduktan) sonra hâlâ bu yalanı Allah’a mal ederse, işte onlar yanlış yapmış olanlardır.


(Âl-i İmran 3/95)
قُلْ صَدَقَ اللّٰهُ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ
De ki: "Allah doğruyu söyledi. Öyleyse siz İbrahim’in, dini dosdoğru yaşama biçimine uyun. O, müşriklerden /Allah’ı ikinci sıraya koyanlardan olmadı[*].”

 


(Âl-i İmran 3/96)
اِنَّ اَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذ۪ي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَم۪ينَۚ
İnsanlık için bereket kaynağı olsun[1*] ve bütün bir alem için doğru yönü (kıbleyi) göstersin[2*] diye kurulan ilk Beyt, elbette Bekke'de olandır[3*].

[1*] Kâbe ve çevresi, önemli bir ticaret merkezidir. Hac, can ve mal güvenliğinin en üst seviyede sağlandığı haram aylarında yapılır (Bakara 2/197, Tevbe 9/36).  Zilkade’nin 1. gününden 20’sine kadar Arafat yakınlarında Ukâz (عـكاظ) panayırı, Zilhicce’nin 1. gününden 9. Tevriye gününe kadar da Mina yakınlarında Zülmecâz panayırı kurulur, sonra Mina’ya gidilerek Hac görevine başlanırdı. İbrahim aleyhisselamın soyundan gelen Kureyşliler, Kâbe’yi ibadete açık tuttu ve hacılara çeşitli hizmetler sundular (Tevbe 9/19). Muhammed aleyhisselam da bu panayırlara katılmış ve insanları Allah’ın dinine çağırmıştı. (Cevad Ali, Tarih’ul-Arab kabl’el-İslâm, c. VII, s. 375-382 tarih ve yer yok.)

[2*] İlk kıble Kâbe’dir. Kıble, Beytülmakdis’e, Süleyman aleyhisselam zamanında (Tevrat/ I Krallar 8:28-30, II Tarihler 6/19-21), son nebi Muhammed aleyhisselam döneminde yaşayanlar için bir imtihan olsun diye çevrilmiştir (Bakara 2/142-150).
 
[3*] Arap dilinde beyt, gece kalınabilecek yerdir (Müfredât). İnsanlar için kurulan ilk Beyt, Bekke’dedir. Bekke, ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37). Tevrat’ta oraya Bekke Vadisi denir (Mezmurlar 84:4-7). Bekke denmesi,  birbirini ezecek şekilde oluşan kalabalıktan (التباك = tebâkk) dolayıdır (Müfredât). Hac ibadeti sırasında bu kalabalık  Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’de oluşur. Bekke Vadisini içinde barındıran şehrin adı Mekke’dir. Batı sınırı, 17 km uzağındaki Hudeybiye’ye kadar uzanır (Fetih 48/24). Mekke için Mescid-i Haram ifadesi de kullanılır (Tevbe 9/7). Kâbe’ye de beyt denir (Bakara 2/127, Maide 5/2, 97).

(Âl-i İmran 3/97)
ف۪يهِ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرٰه۪يمَۚ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ اٰمِنًاۜ وَلِلّٰهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَب۪يلًاۜ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَم۪ينَ
Orada apaçık göstergeler, Makam-ı İbrahim vardır [*]. Oraya giren kişi, güvende olur. Bir yolunu bulanların, o Beyt’te hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu görmezlikten gelirse bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

[*] Zannedildiği gibi Makam-ı İbrahim, Kâbe’nin yanında korunan 50 cm. uzunluğundaki taş değildir. Makam, bulunulacak yer veya yerler demektir. Arap dili açısından makam bedel, “ayâtun beyyinatun = açık göstergeler” ifadesi de mübdelün minh olur ve İbrahim’in ibadet için durduğu yerlerin göstergelerinin olduğunu ifade eder. Onlar; Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’dir. Hac ibadeti oralarda yapılır. Nuh tufanında Kabe yıkılmış, hac ibadetinin yapıldığı yerler unutulmuştu. İbrahim aleyhisselam Kâbe’yi yeniden yapınca: “Bize hac ibadetini yapacağımız yerleri (menâsiki) göster.” (Bakara 2/128) diye dua etmiş Allah da göstermişti. Nuh tufanından sonraki ilk haccı o yaptığı için Makam-ı İbrahim, onun, hac ibadeti için durduğu yerlerdir. İnsanlar o yerleri ondan öğrenmişlerdir.

 

(Âl-i İmran 3/98)
قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۗ وَاللّٰهُ شَه۪يدٌ عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ
De ki: "Ey ehlikitap /kitaplarında uzman kişiler! Neden Allah’ın ayetlerini görmezlikte direniyorsunuz? Neler yaptığınıza Allah şahittir.”


(Âl-i İmran 3/99)
قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
De ki: "Ey ehlikitap /kitaplarında uzman kişiler! Gerçekliğine bizzat şahit olduğunuz halde neden Allah’ın yolunda bir eğrilik[*] olmasını isteyerek inanmış kimseleri o yoldan engelliyorsunuz? Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz.”

[*] İvec = عوج, çok dikkat etmedikçe anlaşılamayacak eğriliktir (Müfredat). Allah’ın yolunda böyle bir eğrilik isteyenler, yaptıkları yanlışlar kolaylıkla anlaşılmasın diye doğruya çok yakın görünecek çarpıtmalar yaparlar. Ayette sözü edilen kişilerin en çok istediği budur. Bu sebeple en tehlikeli yanlış, doğruya en çok benzeyendir.


(Âl-i İmran 3/100)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تُط۪يعُوا فَر۪يقًا مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ ا۪يمَانِكُمْ كَافِر۪ينَ
Ey inanıp güvenenler! Kendilerine kitap verilenlerin bir kesimine gönüllü olarak boyun eğerseniz, inanıp güvendikten sonra sizi ayetleri görmez hale getirirler (kâfir yaparlar).


(Âl-i İmran 3/101)
وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟
Size Allah'ın ayetleri bağlantıları ile birlikte okunurken ve Allah’ın gönderdiği resulü /onun elçi olarak getirdikleri içinizdeyken nasıl olur da ayetleri görmezlikte direnirsiniz? Kim Allah'a (onun kitabına) sıkı sarılırsa kesin olarak doğru yola kabul edilir.


(Âl-i İmran 3/102)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
Ey inanıp güvenenler! Allah’a karşı yanlış yapmaktan nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının[*]. Son nefesinize kadar Allah’a teslim olmaya devam edin!"

[*] Her insan, çocukluk çağından itibaren yaptığı gözlemlerle, varlıkların sahibi olan yaratıcıyı kesin olarak kavrar. Allah’ın kendine: “Ben senin Rabbin /Sahibin değil miyim?” dediğini algılayarak tam bir kararlılıkla “Evet, Sahibimsin, ben buna şahidim.” der (Araf 7/172). Günün birinde Allah’ın kitabı ile karşılaşırsa, sadece kendi bilgi ve tecrübesiyle onun Allah’ın kitabı olduğunu anlar. Çıkar peşinde olmayan, yanlışlardan sakınan yani takva sahibi olan biri ise ona inanır. Ama çıkarlarını öne alır da Allah’ı ikinci sıraya koyarsa ayetleri görmek istemez ve bilinçli olarak yanlışlar yapar. Bu, onun yoldan çıkmasıdır (Ra’d 13/25).


(Âl-i İmran 3/103)
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَانًاۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Allah'ın ipine /Kur'ân’a[1*] hep beraber sıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın[2*]. Allah'ın üzerinizdeki nimetini aklınızdan çıkarmayın. Bir zamanlar düşmandınız; Allah, kalplerinizi birbirine ısındırdı da onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarındaydınız, sizi oradan o kurtardı. Allah, ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.

[1*] Bu ayetteki “Hablullah /Allah’ın ipi” ifadesine Kur’an anlamı vermemizin sebebi şu ayetlerdir: “Sen, sana vahyedilene /Kur’an’a sımsıkı sarıl. Çünkü sen doğru yoldasın. O, hem senin için hem de halkın için doğru bilgidir. Ondan sorguya çekileceksiniz.” (Zuhruf 43/43-44). Ayrıca bkz. Nisa 4/146, 175, En’am 6/155, Araf 7/3, Zümer 39/55. Nebimiz şöyle demiştir: “Kur’an Allah’ın sağlam ipidir.” (Tirmizi, Fezâili’l Kur’an. Hadis no: 2906; Dârimî, Sünen, bab: Fezâili’l- Kur’an, Hadis no :3374)

[2*] En’am 6/159.


(Âl-i İmran 3/104)
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
İçinizde hayra çağıran; iyi şeylerin yapılmasını isteyen ve kötü şeylerden sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte böyle topluluklar, umduklarına kavuşacak olanlardır.


(Âl-i İmran 3/105)
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ
Kendilerine açık belgeler geldikten sonra ihtilafa düşerek bölünüp parçalananlar gibi olmayın[*]. Büyük bir azabı hak edenler onlardır.

[*] En’am 6/159.


(Âl-i İmran 3/106)
يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌۚ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ۠ اَكَفَرْتُمْ بَعْدَ ا۪يمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ
Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz[*], değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!”

[*] Küfür örtme; kâfir, örten demektir. Allah’ın her şeyin sahibi ve yaratıcısı olduğunu, koyduğu kurallara uymak gerektiğini bilmeyen yoktur. Kişinin hayat tarzı o kurallara ters düşmeye başlarsa, uymak zorlaşır ve onları görmezden gelmeye başlar. Böyleleri, üstünü örttüğü imanın kendine yettiğini, ama Allah’a tam teslim olamadığını düşünür (Hicr 15/2-3).


(Âl-i İmran 3/107)
وَاَمَّا الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَف۪ي رَحْمَةِ اللّٰهِۜ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
Yüzleri ak olanlar ise Allah'ın ikramı içinde olurlar ve orada ölümsüz olarak kalırlar.


(Âl-i İmran 3/108)
تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَمَا اللّٰهُ يُر۪يدُ ظُلْمًا لِلْعَالَم۪ينَ
Bunlar Allah’ın ayetleridir. Bunları sana tüm gerçekleri içerecek şekilde sıralıyoruz[1*]. Çünkü Allah, kimseye haksızlık yapmak istemez[2*].

[1*] Bakara 2/252, Casiye 45/6.

[2*] Nisa 4/40, Yunus 10/44.

 

(Âl-i İmran 3/109)
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler, Allah’a arz edilir.


(Âl-i İmran 3/110)
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْۜ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en iyi topluluksunuz[*]. Allah’a inanıp güvenerek iyi şeylerin yapılmasını ister ve kötü şeylerden sakındırırsınız. Ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar da inanıp güvense kendileri için iyi olur. İçlerinde inanıp güvenenler var ama çoğu yoldan çıkmıştır.

[*] Araf 7/159, 181.


(Âl-i İmran 3/111)
لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىۜ وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ۠ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ
(Yoldan çıkanlar) canınızı sıkmak dışında, size bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar gerisin geri dönüp kaçarlar. Sonra yardım da görmezler.


(Âl-i İmran 3/112)
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
Allah’ın himayesi[1*] veya insanların himayesi[2*] altında olmaları dışında, bulundukları her yerde üzerlerine alçaklık çöker. Allah’ın gazabına uğrarlar. Üzerlerine çaresizlik de çöker[3*]. Çünkü Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnir ve nebileri bir gerçeğe dayanmadan öldürmeye /itibarsızlaştırmaya çalışırlar[4*]. Bu, isyan etmelerine ve aşırı gitmelerine karşılıktır.

[1*] Mümtahine 60/8-9.

[2*] Tevbe 9/4, 7.

[3*] Bakara 2/61.

[4*] Bunlar Muhammed aleyhisselama çeşitli iftiralarda bulunarak onun nebiliğini öldürmeye çalışmaktadırlar. Al-i İmran 3/21 ve Bakara 2/91 ayetlerinin dipnotlarına bakınız.


(Âl-i İmran 3/113)
لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
Hepsi bir değildir; ehlikitap içinde dosdoğru bir topluluk da vardır. Onlar gecenin bölümlerinde[1*] namaz kılarak[2*] onun ayetlerini bağlantılarıyla birlikte okurlar.

[1*] Gece, 3 dilimden oluşur. Eşite yakın uzunlukta olan birinci ve üçüncü dilimi alacakaranlık, ikisinin arası ve en uzun bölümü, gecenin ortasıdır. Akşamın alaca karanlığının birinci bölümü akşam, ikincisi yatsı vakti, sabahın alaca karanlığının birinci bölümü seher ve sahur, ikincisi de sabah namazı vaktidir. Seher vakti ile gecenin ortası, teheccüd namazı vaktidir. O vakitte farz namaz kılınmaz. Ayrıntılı bilgi için Bkz. Müzzemmil 73/20, Hud 11/114, İsra 17/78,79, Ta-Ha 20/130, Rum 30/17-18.

[2*] (وَهُمْ يَسْجُدُونَ), secde ederlerken veya secde halinde anlamlarına gelir. Secde halinde kitap okunamayacağı için ona mecaz olarak: “namaz kılarken” diye anlam vermek gerekir. Çünkü secde, namazın en önemli rükünlerinden olduğu için farz veya nafile bütün namazları ifade eder. Bir ayet şöyledir: “Gecenin bir kısmında ona secde et (namaz kıl). Gecenin uzun bölümünde de ona ibadet et (namaz kıl, Kur’an’a çalış.)” (İnsan 76/26)


(Âl-i İmran 3/114)
يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
Allah’a ve ahiret gününe inanıp güvenir, iyi şeylerin yapılmasını ister ve kötü şeylerden sakındırırlar. Hayırlı işlerde de yarışırlar. İşte bunlar iyi olanlardandır.


(Âl-i İmran 3/115)
وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ
Bunların yaptığı hiçbir iyilik göz ardı edilmez. Allah, müttakileri /kendini yanlışlardan koruyanları bilir.


(Âl-i İmran 3/116)
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔاۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
Kâfirlik edenlerin /ayetleri görmezlikte direnenlerin malları da çocukları da Allah katında hiçbir işlerine yaramayacaktır. Onlar o ateşin ahalisidir, orada ölümsüz olacaklardır.


(Âl-i İmran 3/117)
مَثَلُ مَا يُنْفِقُونَ ف۪ي هٰذِهِ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ ر۪يحٍ ف۪يهَا صِرٌّ اَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَاَهْلَكَتْهُۜ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّٰهُ وَلٰكِنْ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Bunların dünya hayatında yaptıkları harcamalar tıpkı, kendilerine yanlış yapmış bir topluluğun ekinini vurup onu helak eden soğuk bir rüzgâr gibidir. Allah onlara yanlış yapmaz, ama onlar yanlışı kendilerine yaparlar.


(Âl-i İmran 3/118)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالًاۜ وَدُّوا مَا عَنِتُّمْۚ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَٓاءُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ وَمَا تُخْف۪ي صُدُورُهُمْ اَكْبَرُۜ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
Ey Allah’a inanıp güvenenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin; onlar, aklınızı çelmek için yapmadıklarını bırakmazlar. Sıkıntıya düşmenizi çok isterler. Nefretleri konuşmalarından belli olur. İçlerinde sakladıkları daha da büyüktür. Aklınızı kullanırsanız, onların özelliklerini sizin için açıkça ortaya koyduğumuzu görürsünüz.


(Âl-i İmran 3/119)
هَٓا اَنْتُمْ اُو۬لَٓاءِ تُحِبُّونَهُمْ وَلَا يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّه۪ۚ وَاِذَا لَقُوكُمْ قَالُٓوا اٰمَنَّاۗ وَاِذَا خَلَوْا عَضُّوا عَلَيْكُمُ الْاَنَامِلَ مِنَ الْغَيْظِۜ قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
Bakın, siz öyle kimselersiniz ki tutar onları seversiniz ama onlar sizi sevmezler. Siz bütün kitaplara inanırsınız ama onlar sizinle karşılaşınca “İnandık!” der, kendi başlarına kalınca öfkelerinden tırnaklarını yerler[*]. Onlara de ki: “Öfkenizle ölün!” İçlerinde ne olduğunu Allah bilir.

[*] Bakara 2/75.


(Âl-i İmran 3/120)
اِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْۘ وَاِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَاۜ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا لَا يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْـًٔاۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطٌ۟
Size bir iyilik dokunsa bu, onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse ona da sevinirler. Sabırlı olur /duruşunuzu bozmaz ve yanlışlardan sakınırsanız oyunlarının size bir zararı olmaz. Allah, yaptıkları her şeyi çepeçevre kuşatır.


(Âl-i İmran 3/121)
وَاِذْ غَدَوْتَ مِنْ اَهْلِكَ تُبَوِّئُ الْمُؤْمِن۪ينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۙ
Bir sabah evinden çıkmış, (Uhud’da) müminleri savaşacakları yerlere yerleştiriyordun. Allah daima dinleyen ve bilendir.


(Âl-i İmran 3/122)
اِذْ هَمَّتْ طَٓائِفَتَانِ مِنْكُمْ اَنْ تَفْشَلَاۙ وَاللّٰهُ وَلِيُّهُمَاۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Sizden iki bölük dağılmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların en yakınıdır. Bu sebeple müminler yalnız Allah'a dayanmalıdırlar.


(Âl-i İmran 3/123)
وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ بِبَدْرٍ وَاَنْتُمْ اَذِلَّةٌۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Siz çok zayıf durumdayken Allah Bedir'de size yardım etti[1*]. Öyleyse Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakının ki görevinizi yerine getirebilesiniz[2*].

[1*] “O gün rüyanda, Allah onları sana az gösterdi. Eğer çok gösterseydi, telaşa düşer, birbirinizle çekişirdiniz. Ama Allah, sizi bu hale düşmekten kurtardı. Çünkü içinizde olanı bilen odur. Onlarla (Mekkelilerle) karşılaştığınızda da Allah, onları sizin gözünüze az göstermiş, sizi de onların gözlerine az göstermişti. Allah, kesin karara bağladığı bir işi gerçekleştirmek için böyle yapmıştı. Her işin, Allah ile bağlantısı vardır.” (Enfâl 8/43-44)

[2*] Bu ayet, şükretmenin, kendine düşen görevi yerine getirmek olduğunun delilidir.


(Âl-i İmran 3/124)
اِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ اَنْ يُمِدَّكُمْ رَبُّكُمْ بِثَلٰثَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُنْزَل۪ينَۜ
O gün müminlere şöyle diyordun: “İndirdiği[*] üç bin melekle Rabbinizin desteklemesi size yetmez mi?”

[*] İltifat, bkz. Al-i İmrân 3/9. ayetin dipnotu.


(Âl-i İmran 3/125)
بَلٰٓىۙ اِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا وَيَأْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُمْ بِخَمْسَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُسَوِّم۪ينَ
Yeter elbette. Eğer sabreder /duruşunuzu bozmaz, korunma tedbirlerinizi alırsanız, onlar da böyle[*] ani bir baskınla üzerinize gelirlerse Rabbiniz, yanınızdan ayrılmayan beş bin melekle size destek verir.

[*] Uhud’daki gibi.


(Âl-i İmran 3/126)
وَمَا جَعَلَهُ اللّٰهُ اِلَّا بُشْرٰى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُمْ بِه۪ۜ وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِۙ
Allah bu desteği, sadece bir müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye verir. Zafer yalnızca, üstün olan ve bütün kararları doğru olan Allah katındandır.


(Âl-i İmran 3/127)
لِيَقْطَعَ طَرَفًا مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْ يَكْبِتَهُمْ فَيَنْقَلِبُوا خَٓائِب۪ينَ
(Allah’ın verdiği bu destek) Kâfirlerin /ayetleri görmezlikte direnenlerin bir bölüğünü ayırıp atmak veya onlara boyun eğdirmek içindir ki hayalleri boşa çıksın da alt üst olsunlar.


(Âl-i İmran 3/128)
لَيْسَ لَكَ مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ اَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ اَوْ يُعَذِّبَهُمْ فَاِنَّهُمْ ظَالِمُونَ
O iki bölükle ilgili olarak[1*] senin yapacağın bir şey yoktur. Allah onların tövbelerini /dönüşlerini kabul edebilir, yanlışlar içinde olmalarından dolayı azap da edebilir[2*].

[1*] Uhud’da dağılmak üzere olan iki topluluk.

[2*] Allah Teâlâ elçilerine sadece, sözlerini insanlara ulaştırma (tebliğ), açık açık anlatma (beyân), müjdeleme ve uyarma görevi vermiştir. Hiçbir elçinin koruma görevi yoktur (En'am 6/107, Şura 42/48, Hud 11/12).

 


(Âl-i İmran 3/129)
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟
Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, bağışlanmayı hak edeni bağışlar, azabı hak edene[*] de azap eder. Allah, çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.

[*] Şâe = شاء fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi  için bkz Al-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Burada insanın yaptığı affedilmeyi veya azap edilmeyi gerektiren davranıştır.

 

(Âl-i İmran 3/130)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبٰٓوا اَضْعَافًا مُضَاعَفَةًۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
Ey Allah’a inanıp güvenenler! Değişmez özelliği kat kat katlanıp artma olan faizi yemeyin[*]; Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakının ki umduğunuza kavuşasınız.

[*] Kat kat katlanarak artma, faizin değişmez özelliği yani hal-i sabitesidir. Mesela %5 faizle alınan borç zamanında ödenmezse onun faizi katlanarak artar ve zamanla anaparayı geçer.

 


(Âl-i İmran 3/131)
وَاتَّقُوا النَّارَ الَّت۪ٓي اُعِدَّتْ لِلْكَافِر۪ينَۚ
Kâfirler /ayetleri görmezlikte direnenler için hazırlanmış olan o ateşten kendinizi koruyun.


(Âl-i İmran 3/132)
وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَۚ
Allah’a ve resulüne /elçisinin getirdiğine[*] gönüllü olarak boyun eğin ki iyilik göresiniz.

[*] Resul (رسول) kelimesine verilen anlam için bkz. Al-i İmrân 3/32 ve 81. ayetin dipnotu. 


(Âl-i İmran 3/133)
وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ
Rabbiniz tarafından bağışlanmak[1*] ve genişliği göklerle yer kadar olan cenneti kazanmak[2*] için koşuşun. Orası, müttakiler /yanlışlardan sakınanlar için hazırlanmıştır.

[1*] Mağfiret için bkz. Al-i İmran 3/16. ayetin dipnotu.

[2*] Allah Teâlâ'nın bu ayetteki "yarışın" emri, 130. ayette "Ey iman edenler!" diye başlayıp, buraya kadar müminlerden istediği şeylerin dördüncüsü ve sonuncusudur. Birinci talep müminlerin faiz yememesidir. İkinci talep özellikle faizden sakınarak cehennem ateşinden korunmalarıdır, Çünkü yasak geldikten sonra faiz yemeye devam ederlerse cehenneme giderler (Bakara 2/275). Üçüncü talep Allah'ın merhametini, iyiliğini ve ikramını elde etmeleri için Allah'a ve resulüne itaat etmeleridir. Dördüncü talep ise her türlü iyi işleri yapmaya acele etmeleri, hatta bu konuda birbirleriyle yarışmalarıdır. Çünkü ödül çok büyüktür: İlahi himaye ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennet. Allah Teâlâ bu himayenin kendisine yaklaştırma şeklinde olduğunu ve burada genişliğini bildirdiği cennetin başka özelliklerini, Vakıa suresinde tam 16 ayette açıklamaktadır (Vakıa 56/10-26). İşte bu ödül ahiretteki en büyük ödüldür. Dünyada iken ayetteki yarışma emrine uyan ve yarışı kazananlara verilecektir. Zira dünyada insanlar arasında maddi ve manevi nimetler bakımından derece farkları vardır. Ahirette derece farkları daha büyük olacaktır (İsra 17/21). En büyük derece de işte bu ayetle Hadid 57/21 ayette bildirilen ilahi himaye ve genişliği gökler ve yer kadar büyük olan cennettir.


(Âl-i İmran 3/134)
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
Müttakiler, bollukta ve darlıkta hayra harcayan, öfkesine hâkim olan ve insanları affedenlerdir. Allah, güzel davrananları sever.


(Âl-i İmran 3/135)
وَالَّذ۪ينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْۖ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُۖ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Onlar, yüz kızartıcı bir suç işler veya kendilerini kötü duruma düşürürlerse Allah'ı hatırlar ve günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Bir de yaptıkları yanlışta, bile bile direnmezler.


(Âl-i İmran 3/136)
اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۜ
Onların alacakları karşılık, Rablerinin /Sahiplerinin bağışlaması[*] ve ölümsüz olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan bahçelerdir. Böyle yapanların ödülü ne güzeldir!

[*] Mağfiret için bkz. Al-i İmran 3/16. ayetin dipnotu.


(Âl-i İmran 3/137)
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ
Sizden önce de nice topluluklara Allah’ın sünnetleri /yasaları uygulandı. Yeryüzünü dolaşın da yalana sarılanların sonu nasıl olmuş bir görün![*]

[*] En’am 6/11, Nahl 16/36, Neml 27/69, Rum 30/42.


(Âl-i İmran 3/138)
هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ
Bu, tüm insanlar için gerçeklerin ortaya konmasıdır. Müttakiler /yanlışlardan sakınanlar için de bir rehber ve bir öğüttür.


(Âl-i İmran 3/139)
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Gevşemeyin ve üzülmeyin! Eğer inanıp güveniyorsanız üstün olanlar sizlersiniz[*].

[*] Muhammed 47/35.


(Âl-i İmran 3/140)
اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ
Siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, karşınızdaki topluluk da (Bedir’de) öyle bir yara almıştı. Böyle günleri, insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah'ın inanıp güvenenleri bilmesi[1*] ve içinizden kimilerini şahit tutması içindir[2*]. Allah yanlış yapanları sevmez.

[1*] İnanmak, güvenmektir. Allah’ı var ve bir kabul etmeyen yoktur ama çoğu insan, menfaatleriyle çatışan konularda onu ikinci sıraya koyar ve imtihanı kaybeder. Allah’ın emirlerine uyma konusunda gösterilen güvensizlik, imansızlığın delilidir. Bundan sonraki ayetlere bu gözle bakılırsa konu doğru anlaşılabilir.

[2*] Şahitler, savaşta imtihanı kazanan ile kaybedeni gören, döndüğü zaman bunu diğer insanlara anlatarak Allah’a güven konusunda onları uyaran kişilerdir (Tevbe 9/122).


(Âl-i İmran 3/141)
وَلِيُمَحِّصَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِر۪ينَ
Bunun bir sebebi de Allah’ın inanıp güvenenleri rahatlatıp kâfirleri darlığa düşürmek istemesidir.


(Âl-i İmran 3/142)
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِر۪ينَ
Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri /elinden geleni yapanları[1*] bilmeden, sabredenleri de bilmeden cennete gireceğinizi mi hesap etmiştiniz[2*]?

[1*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.

 


(Âl-i İmran 3/143)
وَلَقَدْ كُنْتُمْ تَمَنَّوْنَ الْمَوْتَ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَلْقَوْهُۖ فَقَدْ رَاَيْتُمُوهُ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ۟
Ölümle burun buruna gelinceye kadar, ölmek istiyordunuz. Ama ölümü görünce donup kaldınız!


(Âl-i İmran 3/144)
وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْۜ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلٰى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّٰهَ شَيْـًٔاۜ وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِر۪ينَ
Muhammed sadece bir elçi­dir. Ondan önce de elçiler geldi geçti. O, ölse veya öldürülse gerisin geri mi döneceksiniz? Gerisin geri dönen Allah'a bir zarar veremez. Allah görevini yerine getirenleri[*] ödüllendirecektir.

[*] Ayetin bu bölümü, “Allah, şükredenleri ödüllendirecektir” şeklinde tercüme edilir. Şükür, kadir kıymet bilmek ve yapılan iyiliği karşılıksız bırakmamaktır. Türkçede bunu en iyi karşılayan kelime “görevini yerine getirme” olduğundan biz bu anlamı tercih ettik.


(Âl-i İmran 3/145)
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ كِتَابًا مُؤَجَّلًاۜ وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِه۪ مِنْهَاۚ وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْاٰخِرَةِ نُؤْتِه۪ مِنْهَاۜ وَسَنَجْزِي الشَّاكِر۪ينَ
Hiç kimse Allah'ın onayı olmadan ölmez. Yaşama süresi belirlenmiş şekilde kayıtlıdır. Kim dünyalık isterse ona ondan veririz. Kim ahiretlik isterse ona da ondan veririz. Biz, görevini yerine getirenleri ödüllendireceğiz[*].

[*] Bakara 2/200-202, Nisa 4/134, Hud 11/15-16, İsra 17/18-20, Şûrâ 42/20.


(Âl-i İmran 3/146)
وَكَاَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَۙ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَث۪يرٌۚ فَمَا وَهَنُوا لِمَٓا اَصَابَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُواۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ
Nice nebi var ki kendilerini Rablerine adamış çok sayıda kişi, onunla birlikte savaşmıştır. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenden ötürü gevşememişler, zayıflık göstermemişler ve yılmamışlardır. Allah sabredenleri /duruşunu bozmayanları sever.


(Âl-i İmran 3/147)
وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَاِسْرَافَنَا ف۪ٓي اَمْرِنَا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ
Onların söyledikleri sadece şu olmuştu: "Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları bağışla! Ayaklarımızı sabit kıl! Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”


(Âl-i İmran 3/148)
فَاٰتٰيهُمُ اللّٰهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الْاٰخِرَةِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ۟
Allah onlara dünyadaki ödüllerini ve Ahiretteki ödülün daha güzelini verdi. Allah güzel davrananları sever.


(Âl-i İmran 3/149)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تُط۪يعُوا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا يَرُدُّوكُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ
Ey inanıp güvenenler! Kâfirlere /ayetleri görmezlikte direnenlere gönüllü olarak boyun eğerseniz, sizi gerisin geri çevirirler de kaybeden kişilere dönüşürsünüz.

 

 


(Âl-i İmran 3/150)
بَلِ اللّٰهُ مَوْلٰيكُمْۚ وَهُوَ خَيْرُ النَّاصِر۪ينَ
Yapmayın! Sizin en yakınınız Allah’tır. O, yardım edenlerin en iyisidir.


(Âl-i İmran 3/151)
سَنُلْق۪ي ف۪ي قُلُوبِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ بِمَٓا اَشْرَكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ سُلْطَانًاۚ وَمَأْوٰيهُمُ النَّارُۜ وَبِئْسَ مَثْوَى الظَّالِم۪ينَ
Hakkında hiçbir delil indirmediğimiz bir şeyi bize şirk koşmaları sebebiyle[*] kâfir olan herkesin kalbine korku salacağız. Varıp kalacakları yer o ateştir. Bu yanlışı yapanların yerleşecekleri yer ne kötüdür!

[*] Bu âyet, her kâfirin aynı zamanda da müşrik olduğunu bildirmektedir.

 

(Âl-i İmran 3/152)
وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللّٰهُ وَعْدَهُٓ اِذْ تَحُسُّونَهُمْ بِاِذْنِه۪ۚ حَتّٰٓى اِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الْاَمْرِ وَعَصَيْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَرٰيكُمْ مَا تُحِبُّونَۜ مِنْكُمْ مَنْ يُر۪يدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۚ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْۚ وَلَقَدْ عَفَا عَنْكُمْۜ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ
Bakın! Allah (Uhud Savaşında) size verdiği sözü tuttu; onun izniyle kâfirleri kırıp geçiriyordunuz. Elde etmek istediğinizi (zaferi) göstermesinden sonra gevşediniz, ne yapacağınız konusunda anlaşmazlığa düştünüz ve emrime karşı geldiniz (düşmanı takip etmediniz). Kiminiz hemen eline geçecek olanı (ganimeti) istiyor, kiminiz de sonrasını (düşmanı tam etkisiz hale getirmeyi) istiyordu. Sonra (Allah) sizi, yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için onlar karşısında galipken mağlup hale getirdi. Ama yine de sizi affetti. Allah inanıp güvenenlere lütufkârdır.

 

 
 

 


(Âl-i İmran 3/153)
اِذْ تُصْعِدُونَ وَلَا تَلْوُ۫نَ عَلٰٓى اَحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ فَاَثَابَكُمْ غَمًّا بِغَمٍّ لِكَيْلَا تَحْزَنُوا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْۜ وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Kimseye bakmadan dağa tırmandığınız sırada Elçimiz arkanızdan size sesleniyordu[1*]. Allah, size gam üstüne gam vererek iyilikte bulundu ki elinizden kaçana da başınıza gelene de üzülmeyesiniz[2*]. Allah yaptığınız her şeyin iç yüzünü bilir.

[1*] Aralarında anlaşmazlığa düşünce yerine getirmeyerek karşı gelmiş oldukları emir şuydu: “Ey inanıp güvenenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınızda sakın arkanızı dönüp kaçmayın. Savaş için bir mevzi tutma ya da bir birliğin yanında yer alma dışında kim o gün arkasını dönerse Allah’ın gazabına uğrar. Onun varacağı yer cehennem olur. Ne kötü hale gelmektir o!” (Enfal 8/15-16) Muhammed aleyhisselam, onlara bu ayetleri okuyarak cepheye geri dönme ve düşmanın karşısına çıkma çağrısı yapıyordu. Onlar bu çağrıya uyarak geri döndüler ve tekrar düşmana galip duruma geldiler (Al-i İmran 3/172-173).

[2*] Allah sizi, her şeyinizi kaybedeceğiniz bir hale soktu ki daha sonra az zararla kurtulduğunuza sevinesiniz. Ölümü gösterdi ki sıtmaya razı olasınız. 


(Âl-i İmran 3/154)
ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشٰى طَٓائِفَةً مِنْكُمْۙ وَطَٓائِفَةٌ قَدْ اَهَمَّتْهُمْ اَنْفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِۜ يَقُولُونَ هَلْ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ مِنْ شَيْءٍۜ قُلْ اِنَّ الْاَمْرَ كُلَّهُ لِلّٰهِۜ يُخْفُونَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ مَا لَا يُبْدُونَ لَكَۜ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ مَا قُتِلْنَا هٰهُنَاۜ قُلْ لَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذ۪ينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ وَلِيَبْتَلِيَ اللّٰهُ مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحِّصَ مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
O gamdan sonra size bir güven duygusu ve sizden bir kesimi rahatlatan tatlı bir uyku verdi. Bir kesim de kendi derdine düşmüştü. Allah hakkında gerçek dışı kuruntulara, cahiliye[*] kuruntularına kapılarak "Bu işten elimize ne geçti ki?" diyorlardı. De ki: "Bu iş, bütünüyle Allah içindir." Sana açamadıklarını içlerinde gizliyor, "Bu iş lehimize olsaydı burada öldürülmezdik!" diyorlardı. De ki: "Evlerinizde bile olsaydınız, öldürülecekleri yazılmış olanlar, düşecekleri yere kadar gelirlerdi.” Bunlar, Allah'ın içinizde olanı denemesi ve kalplerinizdeki kirleri iyice gidermesi içindir. Allah içinizde ne olduğunu bilir."

[*] “Cahiliye” terimi, Arapların İslâm’dan önceki dinî hayatını ifade için kullanılır. Kelime aynı zamanda kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eder.

 

(Âl-i İmran 3/155)
اِنَّ الَّذ۪ينَ تَوَلَّوْا مِنْكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِۙ اِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُواۚ وَلَقَدْ عَفَا اللّٰهُ عَنْهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ حَل۪يمٌ۟
İki ordunun karşılaştığı gün geri dönenler var ya, şeytan yalnızca yaptıkları bazı şeylerden dolayı onların ayaklarını kaydırmak istedi. Allah onları affetti. Allah çokça bağışlar ve pek yumuşak davranır.


(Âl-i İmran 3/156)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لِاِخْوَانِهِمْ اِذَا ضَرَبُوا فِي الْاَرْضِ اَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُواۚ لِيَجْعَلَ اللّٰهُ ذٰلِكَ حَسْرَةً ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ وَاللّٰهُ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Ey inanıp güvenenler, kâfirler /ayetleri görmezlikte direnenler gibi olmayın! Onlar, yolculuğa çıkan veya savaşa giden kardeşleri için "Yanımızda olsalardı ne ölür ne de öldürülürlerdi." derler. Bu, Allah’ın yüreklerinde acı oluşturması içindir. Canı veren de alan da Allah'tır. Allah yaptığınız her şeyi görür.


(Âl-i İmran 3/157)
وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَوْ مُتُّمْ لَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللّٰهِ وَرَحْمَةٌ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah’ın bağışlaması[*] ve iyiliği, savaşa gitmeyenlerin biriktirebileceği her şeyden daha hayırlıdır.

[*] Mağfiret için bkz. Al-i İmran 3/16. ayetin dipnotu. 

 


(Âl-i İmran 3/158)
وَلَئِنْ مُتُّمْ اَوْ قُتِلْتُمْ لَاِلَى اللّٰهِ تُحْشَرُونَ
Ölseniz de öldürülseniz de sonunda Allah’ın huzuruna toplanacaksınız.


(Âl-i İmran 3/159)
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
Allah’ın ikramı sayesinde onlara nazik davrandın[*]. Kaba ve katı yürekli olsaydın, kesinlikle yanından dağılıp giderlerdi. Kusurlarına bakma; onların bağışlanmalarını dile. Her konuda görüşlerini al. Bir de karar verdin mi, yalnız Allah’a dayan. Allah kendisine dayananları sever.

[*] Uhud savaşı sırasında nebimize yapılan yanlışlar, dayanılabilecek gibi değildi. Bir kesim savaşa çıkmadı (Al-i İmran 3/167-168), bir kesim de yola çıktıktan sonra geri döndü (Al-i İmran 3/155). Savaş sırasında düşmana zayiat verilmiş ve geri çekilmesi sağlanmıştı. Düşmanı tamamen etkisiz hale getirmeden ganimet alma yasağını (Muhammed 47/4, Enfal 8/67) dinlemeyen bir kesim ganimetlere saldırdı (Al-i İmran 3/152). Bu fırsatı değerlendiren düşman geri döndü ve Müslümanlar mağlup duruma düştüler. Herkes kendini kurtarmaya çalıştı. Nebimizi tek başına bırakıp dağa tırmandılar (Al-i İmran 3/153). Sonra da onun ganimet malını zimmetine geçirdiği iddiaları ortaya atıldı (Al-i İmran 3/161). Ama o, bunlara aldırmadan, çevresindekilere yumuşak davranmaya devam ederek olağanüstü bir örneklik gösterdi.

 

(Âl-i İmran 3/160)
اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Allah yardım ederse, sizi kimse yenemez. Eğer yüzüstü bırakırsa ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler, yalnız Allah'a güvenip dayansınlar.


(Âl-i İmran 3/161)
وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَغُلَّۜ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۚ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Bir nebinin (bir şeyi) zimmetine geçirmesi, olacak şey değildir[1*]. Kim (bir şeyi) geçirirse kıyamet /mezardan kalkış[2*] günü, zimmetine geçirdiği şey ile birlikte huzura gelir. Sonra herkese kazandığı tam verilir. Kimseye haksızlık yapılmaz.

[1*] Ayet, nebimizin, kamu malını çalmakla itham edildiğini bildirmektedir. Önceki ayetler üzerinde düşünülürse ithamı bazı Müslümanların yaptığı ortaya çıkar. Bedir savaşı ganimetlerinden saçaklı kırmızı bir kumaşı aldığı iddiaları vardır. Bu iddialar, o sırada henüz 4 yaşında olan ve Mekke’de yaşayan İbn Abbas’a dayandırılır (Bkz. Taberi).  Bu rivâyet şüpheli olsa da ayet böyle bir ithamın yapıldığının delilidir.

[2*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.


(Âl-i İmran 3/162)
اَفَمَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللّٰهِ كَمَنْ بَٓاءَ بِسَخَطٍ مِنَ اللّٰهِ وَمَأْوٰيهُ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ
Allah'ın rızasının peşinde olan kimse, hiç Allah’ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu! Gazaba uğrayanın varıp kalacağı yer cehennemdir. Ne kötü hale gelmektir o!


(Âl-i İmran 3/163)
هُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ۟
Onların Allah katındaki yerleri farklı farklıdır. Allah yapmakta oldukları şeyi daima görür.


(Âl-i İmran 3/164)
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
Allah, kendi içlerinden bir elçi çıkarmakla müminlere lütufta bulunmuştur. Bu elçi onlara Allah’ın ayetlerini bağlantılarıyla okur, onları geliştirir, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki onlar daha önce açık bir sapıklık içindeydiler.


(Âl-i İmran 3/165)
اَوَلَمَّٓا اَصَابَتْكُمْ مُص۪يبَةٌ قَدْ اَصَبْتُمْ مِثْلَيْهَاۙ قُلْتُمْ اَنّٰى هٰذَاۜ قُلْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Karşı tarafa iki katını verdiğiniz bir musibet[1*] sizin başınıza geldiğinde “Bu da nereden çıktı?” dediniz, öyle mi! De ki: “O, kendinizden kaynaklandı[2*]! Allah her şeye bir ölçü koyar[3*].”

[1*] Müslümanlar Bedir’de 70 kişiyi öldürmüş, 70 kişiyi de esir almışlardı. Uhud’da da onlardan 70 kişi şehit olmuştu. (İbn Kesir)

[2*] Uhud yenilgisinin sebebi, yukarıdaki ayetlerde belirtilmişti. (Al-i İmrân 3/152-153)

[3*] Allah’ın savaş ile ilgili olarak koyduğu ölçülere uymayan kaybeder. (Enfal 8/15-16,45-47,57,67,68; Muhammed 47/4)


(Âl-i İmran 3/166)
وَمَٓا اَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِاِذْنِ اللّٰهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِن۪ينَۙ
İki ordunun karşılaştığı gün (Uhud’da) başınıza ne gelmişse Allah’ın onayıyla gelmiştir. Bu, inanıp güvenenleri bilmesi içindir.


(Âl-i İmran 3/167)
وَلِيَعْلَمَ الَّذ۪ينَ نَافَقُواۚ وَق۪يلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَوِ ادْفَعُواۜ قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْۜ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ اَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْا۪يمَانِۚ يَقُولُونَ بِاَفْوَاهِهِمْ مَا لَيْسَ ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَۚ
Münafıklık /ikiyüzlülük edenleri de bilmesi içindir. Onlara: "Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunma yapın!" denince “Savaşmayı bilsek, elbette size katılırız!" demişlerdi. O gün, imandan çok kâfirliğe yakın duruyor, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Onların neyi gizlediklerini en iyi bilen Allah’tır.


(Âl-i İmran 3/168)
اَلَّذ۪ينَ قَالُوا لِاِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُوا لَوْ اَطَاعُونَا مَا قُتِلُواۜ قُلْ فَادْرَؤُ۫ا عَنْ اَنْفُسِكُمُ الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Kendileri savaşa gitmeyip oturmuşlar, giden kardeşleri[1*] için de şöyle demişlerdi: "Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi.” De ki: "İddianızda samimiyseniz kendi ölümünüzü engelleyin de görelim[2*]!”

[1*] Tevbe 9/42-50  

[2*] Al-i İmran 3/154.


(Âl-i İmran 3/169)
وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتًاۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَۙ
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma! Onlar, diridirler; Rableri katında bütün ihtiyaçları karşılanır[*].

[*] Arapçada rızık kişinin ihtiyaç duyduğu her şeyi ifade ettiğinden (Müfredat) meal bu şekilde verilmiştir (Yasin 36/20-27).


(Âl-i İmran 3/170)
فَرِح۪ينَ بِمَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۙ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْۙ اَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ
Allah'ın kendi lütfundan verdikleriyle mutludurlar. Arkalarından henüz kendilerine katılmamış olanlara da üzerlerinde bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.


(Âl-i İmran 3/171)
يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَفَضْلٍۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُؤْمِن۪ينَۚۛ۟
Allah'ın nimetini, lütfunu, bir de Allah’ın müminlere vereceği ödülü eksiltmeyeceğini müjdelemek isterler.


(Âl-i İmran 3/172)
اَلَّذ۪ينَ اسْتَجَابُوا لِلّٰهِ وَالرَّسُولِ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَصَابَهُمُ الْقَرْحُۜۛ لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا مِنْهُمْ وَاتَّقَوْا اَجْرٌ عَظ۪يمٌۚ
Savaşta yara aldıktan sonra Allah’ın ve elçisinin çağrısına uyanlara[*], onların içinden yanlışlardan sakınarak güzel davranış gösterenlere büyük bir ödül vardır.

[*] Nisa 4/104, Enfal 8/15-16.


(Âl-i İmran 3/173)
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًاۗ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Bunlara bazı kimseler şöyle demişlerdi: "O insanlar (geri çekilen Mekke ordusu) size karşı toplandı, korkun onlardan". Bu söz onların güvenlerini artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. En iyi vekil /dayanak odur!"


(Âl-i İmran 3/174)
فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُٓوءٌۙ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَظ۪يمٍ
Sonra onlara bir kötülük dokunmadan Allah’ın nimeti ve lütfu ile geri döndüler. Onlar, Allah’ın rızasının peşindeydiler. Allah büyük lütuf sahibidir.


(Âl-i İmran 3/175)
اِنَّمَا ذٰلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ اَوْلِيَٓاءَهُۖ فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
O sözü söyleyen şeytan, sadece kendi yandaşlarını korkutur. İnanıp güveniyorsanız onlardan korkmayın, benden korkun.

 

 

(Âl-i İmran 3/176)
وَلَا يَحْزُنْكَ الَّذ۪ينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِۚ اِنَّهُمْ لَنْ يَضُرُّوا اللّٰهَ شَيْـًٔاۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ اَلَّا يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الْاٰخِرَةِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ
Kâfirlikte yarışanlar[*] seni üzmesin; onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemeyi ister. Onların hak ettiği büyük bir azaptır.

[*] Maide 5/41.


(Âl-i İmran 3/177)
اِنَّ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ لَنْ يَضُرُّوا اللّٰهَ شَيْـًٔاۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
İmanı verip kâfirliği satın alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Onların hak ettiği acı veren bir azaptır.


(Âl-i İmran 3/178)
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّمَا نُمْل۪ي لَهُمْ خَيْرٌ لِاَنْفُسِهِمْۜ اِنَّمَا نُمْل۪ي لَهُمْ لِيَزْدَادُٓوا اِثْمًاۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُه۪ينٌ
Kâfirler /ayetleri görmezlikte direnenler, onlara fırsat veriyor olmamızı kendileri için bir iyilik sanmasınlar. Fırsat vermemiz, sanki[1*] günahlarını artırsınlar diyedir[2*]. Onların hak ettiği alçaltıcı bir azaptır.

[1*] Allah bütün kâfirlerin yola gelmelerini ister (Tevbe 9/12-15). Allah onlara bunun için fırsat verir ama onlar bu fırsatı tevbe için kullanacaklarına günahlarını artırmak için kullanırlar. Yine de ölene kadar tevbe imkanları vardır (Nisa 4/17-18).

[2*] “Allah (insanlardan) bir kesimin doğru yolda olduğunu onaylar. Bir kesim de sapık sayılmayı hak eder.” (A’raf 7/30) Allah, insanları sapık saymadan önce, onlara mühlet verir ve uyarılarda bulunur. Bir kısmı tövbe eder /dönüş yapar, bir kısmı da doğrulardan uzaklaşmayı sürdürüp sapık sayılmayı hak eder.


(Âl-i İmran 3/179)
مَا كَانَ اللّٰهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِن۪ينَ عَلٰى مَٓا اَنْتُمْ عَلَيْهِ حَتّٰى يَم۪يزَ الْخَب۪يثَ مِنَ الطَّيِّبِۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَجْتَب۪ي مِنْ رُسُلِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَاِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ
Allah, siz müminleri bulunduğunuz halde bırakacak değildir, pis olanları temiz olanlardan ayıracaktır[1*]. Allah, gaybını size açacak da değildir; ama (onu bildirmek için) elçilerinden tercih ettiği birini seçer[2*]. Öyleyse siz, Allah'a ve elçilerine /kitaplarına güvenin. Eğer onlara güvenir de yanlışlardan sakınırsanız büyük bir ödülü hak edersiniz.

[1*] Ankebut 29/2-3

[2*] Ayette elçi anlamı verilen kelime ‘resul’ kelimesidir. Kur’an’da nebi kelimesi, Allah’tan insanlara tebliğ etmek üzere vahiy alan kişiler için kullanılır. Resul kelimesi ise nebi olsun olmasın, Allah’ın Kitabını insanlara kendi dillerinde ulaştıranlar için kullanılır. Hem ayetin konusu gereği hem de onun elçileri (رسله) şeklinde geçtiği için burada resul kelimesiyle ifade edilen kişilerin, Allah’ın kitap indirerek gaybını açtığı nebi olan resuller olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ayet, dinde Allah ve onun nebi olan elçilerinin (kitaplarla) bildirdikleri dışında kaynak olamayacağının da delilidir. Ahzab Suresi 40. ayette Muhammed aleyhisselamın son nebi olduğunun bildirilmesi de ondan sonra artık kimsenin Allah’tan insanlara tebliğ edilmek üzere vahiy alamayacağını gösterir. Buna rağmen kendisine vahiy geldiğini söyleyenler her zaman olacaktır. Onları dikkate almamak gerekir. Allah Teala şöyle buyurur: “Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen odur. O, gaybını kimseye açmaz. Uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker. (Böylece) O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kavramıştır." (Cin 72/26-28)


(Âl-i İmran 3/180)
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ بِمَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ هُوَ خَيْرًا لَهُمْۜ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْۜ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِه۪ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَلِلّٰهِ م۪يرَاثُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ۟
Allah'ın, kendi lütfuyla verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için iyi olduğunu sanmasınlar. Hayır, bu onlar için kötüdür. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet /mezardan kalkış[1*] günü boyunlarına dolandırılacaktır. Göklerin ve yerin bütün mirası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızın iç yüzünü bilir.

[1*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.


(Âl-i İmran 3/181)
لَقَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ فَق۪يرٌ وَنَحْنُ اَغْنِيَٓاءُۢ سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَنَقُولُ ذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ
"Allah fakirdir, biz zengin kimseleriz![1*]" diyenlerin sözünü Allah elbette duydu. Söyledikleri her sözü ve nebileri haklı bir gerekçeye dayanmadan öldürmelerini /itibarsızlaştırmalarını[2*] yazacak ve şöyle diyeceğiz: “Şu yangın azabını tadın bakalım!

[1*] Allah’ın sadaka ve zekat vermelerini emretmesinden rahatsız oldukları için içlerinden böyle diyorlar.

[2*] Her nebi, aynı zamanda resuldür. Allah Teâlâ, bütün resullerine yardım eder ve onları düşmanlarından korur (Maide 5/67, Yunus 10/102-103, Enbiyâ 21/7-9, Saffat 37/171-173). Nebi olmayan resuller vardır (Şuara 26/106, 123, 141, 176) Ama her nebi, aynı zamanda resul olduğu için nebilerin ve resullerin öldürülmesi, onların nebiliklerinin ve resullüklerinin öldürülmesidir. İlgili ayetlerde geçen katl (قتل) sözünün kök anlamlarından biri izlâl (اذلال) (Müfredât) yani itibarı ile oynamadır. Yahudiler, İsa aleyhisselamı öldürdüklerini söylerler (Nisa 4/157). Hıristiyanlar da sistemlerini, İsa aleyhisselamın çarmıha gerilip defnedilmesinden üç gün sonra kabrinden çıkarak Celile’de 11 havarisine gö­ründüğü iddiası üzerine kurarlar (Matta 28/16–20). İncil, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği kitaptır (Maide 5/46). Onun ölümünden sonrası ile ilgili sözler İncil’e ait olamaz. Bazı İncillere Yahya aleyhisselamın öldürüldüğü iddiaları da sokuşturulmuştur (Matta 14/3-12, Markos 6/17-29). Hâlbuki Kur’an, bu iki nebinin öldürüldüklerinden değil, öldüklerinden söz eder ve öldükleri gün tam bir güven içinde olduklarını bildirir (Meryem 19/15 ve 33). Nebiler gibi dürüst davranmaya davet eden insanların kişiliklerini öldürme gayretleri de eskiden olduğu gibi bugün de devam etmektedir (Al-i İmran 3/21-22). Allah onlara da, kurtarma sözü vermiştir (A’râf 7/163-166, Hud 11/116).

(Âl-i İmran 3/182)
ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ
Bu, kendi ellerinizle yaptıklarınıza karşılıktır. Allah kullarına asla bir yanlış yapmaz[*].

[*] Nisa 4/40.


(Âl-i İmran 3/183)
اَلَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ عَهِدَ اِلَيْنَٓا اَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتّٰى يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُۜ قُلْ قَدْ جَٓاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْل۪ي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذ۪ي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
O sözü söyleyenler (Yahudiler) şöyle dediler: “Allah bizden, ateşin yiyip yutacağı bir kurban[*] getirene kadar herhangi bir elçiye inanmama sorumluluğu yükledi.” Onlara de ki: “Benden önce birçok elçi hem açık belgelerle hem de bu dediğiniz şeyle gelmişti. Samimiyseniz anlatın bakalım, onları niçin itibarsızlaştırmaya çabaladınız?”

[*] Tevrat'a göre Allah İsrailoğullarından kurban sunmalarını ister. O zaman Allah'ın yüceliğinin onlara görüneceğini vaat eder. Kurban sunulunca gökten bir ateş gelerek kurbanı küle çevirir. Böylece kurbanın kabul edildiğini görmüş olurlar. Tevrat’ta şu ifadeler geçer: "Harun günah, yakmalık, esenlik sunularını sunduktan sonra ellerini halka doğru uzatarak onları kutsadı ve aşağıya indi. Musa’yla Harun Buluşma Çadırı’na girdiler. Dışarı çıkınca halkı kutsadılar. O zaman RABB’in yüceliği halka göründü. RAB bir ateş gönderdi. Ateş sunağın üzerindeki yakmalık sunuyu, yağları yakıp küle çevirdi. Bunu gören halkın tümü sevinçle haykırarak yüzüstü yere kapandı." (Levililer 9:22,23,24.)

 

(Âl-i İmran 3/184)
فَاِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَٓاؤُ۫ بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُن۪يرِ
Seni yalanlarlarsa (bil ki) senden önceki elçiler de yalanlanmıştı. Onlar; açık belgelerle ve zeburlarla[1*], aydınlatıcı kitaplarla[2*] gelmişlerdi.

[1*] Zebûrlar diye meal verdiğimiz (ez-Zübür =الزُّبر), zebûr’un çoğuludur, hikmet dolu kitaplar anlamındadır. (ez-Zeccâ, Meânî’l-Kur’ân ve İ’râbuhu) Ali- İmrân 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği için bu ayetteki zübür’ün, hikmet dolu kitaplar dışında bir anlamı olamaz. Kelime, Nahl 16/43-44 Şuarâ 26/196, Fatır 35/25 ve Kamer 54/43’te aynı anlamı ifade etmektedir. Bu zebûrlardan biri de Davut aleyhisselama verilmiştir. (Nisa 4/163, İsra 17/55) Zebûr, Davut aleyhisselama verilen kitabın özel ismi olmadığı için ez- Zebûr şeklinde geçmemektedir. Kelime, ez-Zebûr şeklinde elif lâmlı olarak sadece Enbiyâ 21/105’te geçer ve Davut aleyhisselam da dahil bütün nebîlere verilen kitapları ifade eder. 

[2*] Bu kitaplar, bütün nebileri ilgilendirdiği için buradaki el-kitab cins kabul edilerek çoğul anlam verilmiştir.

 

(Âl-i İmran 3/185)
كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَاِنَّمَا تُوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَۜ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
Her canlı ölümü tadacaktır[*]. Hak ettiklerinizin karşılığı size, sadece kıyamet /mezardan kalkış günü tam olarak ödenir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa kurtulmuş olur. Bu dünya hayatı, aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.

[*] Enbiya 21/34-35, Ankebut 29/57.

 


(Âl-i İmran 3/186)
لَتُبْلَوُنَّ ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَذًى كَث۪يرًاۜ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ
Mallarınız ve canlarınız konusunda yıpratıcı bir imtihandan geçirileceğiniz kesindir. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden çok üzücü sözler işiteceğiniz de kesindir. Eğer duruşunuzu bozmaz, yanlışlardan da sakınırsanız (imtihanı kazanırsınız)[*]. Bilin ki bu, kararlılık gerektiren işlerdendir.

[*] Al-i İmrân 3/120, Bakara 2/155.


(Âl-i İmran 3/187)
وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُۘ فَنَبَذُوهُ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِه۪ ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ
Allah, kendilerine kitap verilenlerden “Bu kitabı insanlara kesinlikle açık açık anlatacaksınız, asla gizlemeyeceksiniz!” diye söz almıştır. Verdikleri sözü göz ardı ettiler ve onu geçici bir çıkara karşılık sattılar[1*]. Satın aldıkları şey ne kötüdür[2*]!

[1*] Nisa 4/77, Tevbe 9/38.

 

(Âl-i İmran 3/188)
لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Yaptıkları işten dolayı sevinen, yapmadıkları işten dolayı övülmekten hoşlananların azaptan kurtulacaklarını sanma[*]. Onların hak ettiği acı veren bir azaptır.

[*] Kitaptan işlerine geleni tebliğ edip gelmeyeni gizleyerek geleneksel yapıyı sürdürdükleri için övülmek isterler. Fakat bu yönleriyle anılmak istemez, kendilerinin dine en büyük hizmet yapan kişiler, özellikle de muhafazakarlar olarak anılmalarını arzu ederler.


(Âl-i İmran 3/189)
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
Göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah'ındır[*]. Allah, her şeye bir ölçü koyar.

[*] Bakara 2/107, Maide 5/40-120, Tevbe 9/116, Nur 24/42, Furkan 25/2, Zümer 39/44, Şûra 42/49, Zuhruf 43/85, Casiye 45/27, Fetih 48/14, Hadid 57/2, 5, Buruc 85/9.


(Âl-i İmran 3/190)
اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda yer değiştirmesinde, aklıselim sahibi olanlar[1*] için ayetler /göstergeler vardır[2*].

[1*] “Aklıselim sahibi olanlar” anlamı verdiğimiz ifade “ulü’l-elbâb”dır. Bkz. Bakara 2/179’un dipnotu.

[2*] Allah’ın ayetleri ikiye ayrılır: İlki yaratılmış ayetlerdir, bunlar kainattaki tüm varlıklardır. İkincisi indirilmiş ayetlerdir ki onlar ilahi kitaplardadır (Fussilet 41/52-53, Şûra 42/13-14). Yaratılmış ayetler, indirilmiş ayetlerin doğruluğunun göstergesidir; çünkü hem kainatı yaratan hem de onunla ilgili en doğru bilgileri veren Allah’tır. İndirilmiş ve yaratılmış ayetler arasında çelişki olmaz, aksine kopmaz bir bağ vardır. Bilimin kaynağı Allah’ın yarattığı ayetlerdir. Bu sahada Allah’ın indirdiği ayetlerden de yararlanılırsa bilimde, hayallerin ötesinde bir gelişme yaşanacaktır.

 


(Âl-i İmran 3/191)
اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًاۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Onlar; ayakta, oturarak ve yan tarafları (kol ve bacakları) üstünde[1*] Allah’ı zikrederler[2*]. Bir de göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Derler ki: "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, sana içten boyun eğeriz, bizi o ateşin /cehennemin azabından koru!

[1*] Kişinin yan tarafları, kolları ve bacaklarıdır. Rükuda ve secdede gövde, kolların ve bacakların üstünde olur.

[2*] Zikir hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Al-i İmran 7. ayetin dipnotu. Allah’ı zikretmek; onu, kitabını ve yarattığı ayetleri dikkate almak, akıldan çıkarmamak ve onların üzerine düşünmektir. İnsan bunlardan bildiği kadarıyla sorumludur (Bakara 2/286). Okuduğunun anlamını kavrayamayan kişi zikir yapmış olmaz. Zikir yapmış olmak için Kur’an’ı kendi dilimizde yapılmış bir mealden okumamız gerekir.
 

(Âl-i İmran 3/192)
رَبَّنَٓا اِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ اَخْزَيْتَهُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ
Rabbimiz! Sen kimi o ateşe sokarsan rezil edersin. Yanlışlar içinde kalanların yardımcıları olmaz.


(Âl-i İmran 3/193)
رَبَّنَٓا اِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَاد۪ي لِلْا۪يمَانِ اَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّاۗ رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّـَٔاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْاَبْرَارِۚ
Rabbimiz! Bize çağrıda bulunan birini işittik; ‘Rabbinize inanıp güvenin’ diye imana çağırıyordu, hemen inandık. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötü işlerimizi ört. Ruhumuzu erdemli kişilerin[1*] yanına al[2*].

[1*] Bunlar Allah’ın mutluluk verdiği (Fatiha Suresi 6. Ayet ) kişilerdir. “Kim Allah'a, onun kitabına gönülden boyun eğerse Allah'ın mutluluk verdiği nebiler, doğru kişiler, bilginler/şehitler ve iyilerle beraber olacaklardır. Onlar ne iyi arkadaştırlar!” (Nisa 4/69)

[2*] Vefat, ruhun bedenden alınmasıdır. (Bkz. Al-i İmrân 3/55’in dipnotu) Gök kapıları kâfirlere açılmaz. “Ayetlerimiz karşısında büyüklenerek yalan söyleyenler için göklerin kapıları açılmayacak, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Suçluları işte böyle cezalandırırız.” (Araf 7/40)

(Âl-i İmran 3/194)
رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْم۪يعَادَ
Rabbimiz, elçilerin aracılığı ile söz verdiğin her şeyi bize ver! Kıyamet /mezardan kalkış[*] günü bizi rezil etme. Sen sözünden dönmezsin."

[*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.


(Âl-i İmran 3/195)
فَاسْتَجَابَ لَهُمْ رَبُّهُمْ اَنّ۪ي لَٓا اُض۪يعُ عَمَلَ عَامِلٍ مِنْكُمْ مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰىۚ بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍۚ فَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا وَاُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَاُو۫ذُوا ف۪ي سَب۪يل۪ي وَقَاتَلُوا وَقُتِلُوا لَاُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّـَٔاتِهِمْ وَلَاُدْخِلَنَّهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۚ ثَوَابًا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الثَّوَابِ
Rableri onlara şöyle karşılık verir: “Erkek olsun, kadın olsun, sizden kim iyi bir çaba gösterirse çabasını boşa çıkarmam. (Benim katımda) birinizin diğerinden farkı yoktur[*]. Hele hicret eden, yurdundan çıkarılan, yolumda eziyet gören, savaşan ve o yolda öldürülenler var ya; onların kötü işlerini de örter, onları, katımdan bir ödül olarak içinden ırmaklar akan bahçelere sokarım. Güzel ödül Allah katındadır.”

[*] Bakara 2/186, Mü’min 40/60

 


(Âl-i İmran 3/196)
لَا يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فِي الْبِلَادِۜ
Kâfirlik edenlerin diyar diyar gezip tozmaları seni sakın aldatmasın[*].

[*] Mümin 40/4-6.


(Âl-i İmran 3/197)
مَتَاعٌ قَل۪يلٌ ثُمَّ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمِهَادُ
Bu, kısa süreli bir menfaattir. Sonunda varıp kalacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yerleşim alanıdır!


(Âl-i İmran 3/198)
لٰكِنِ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا نُزُلًا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ لِلْاَبْرَارِ
Rablerine karşı yanlış yapmaktan sakınanlara gelince, onların Allah katından ağırlanmaları için ölümsüz olarak kalacakları, içlerinden ırmaklar akan bahçeler hazırlanmıştır. Erdemliler için Allah katında hazırlanan her şey mükemmeldir.


(Âl-i İmran 3/199)
وَاِنَّ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِمْ خَاشِع۪ينَ لِلّٰهِۙ لَا يَشْتَرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ
Ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar arasında Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilmiş olana inanıp güvenenler de vardır. Onlar, Allah'a tam bir saygı içindedirler. Allah’ın ayetleri karşılığında geçici bir çıkar elde etmezler. Onların, Rableri katında ödülleri vardır. Allah hesabı çabuk görür.


(Âl-i İmran 3/200)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ey inanıp güvenenler! Sabredin /duruşunuzu bozmayın, sabırda (düşmanlarınızla) yarışın, her an tetikte olun ve Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakının ki umduğunuza kavuşabilesiniz.