ÂL-İ İMRAN
[*] "Rahmân” ve “Rahîm" kelimeleri, rahmet (رحمة) kökündendir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamındadır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlaşılır (Müfredât). Rahmân “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmayacağı için “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Rahîm “çok merhametli” demektir. Bu özellik Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Nitekim ‘rahîm’ kelimesi, Tevbe 9/128. âyette Resulullah için; Fetih 48/29. ayette ise müminler için kullanılmıştır.
[*] Bu harflere huruf-u mukattaa /birbiri ile bağlantısı kesilmiş harfler denir. Bunların Nebîmize sorulmamış olması, bilinen bir anlamının olduğunu gösterir. Yoksa müşrikler bunu dillerine dolar, Nebîmizi sürekli rahatsız ederlerdi. Bununla ilgili sorular, İslam’ın Arap yarımadası dışına yayılmasından sonra başlamıştır.
Bu harflerle başlayan yirmi dokuz sureden yirmi beşinde Kur’an’a, dördünde de önemli bir konuya vurgu yapılıyor olmasından onların dikkatleri toplama görevi yaptığı anlaşılır. Türkçede böyle bir kullanım yoktur.
[*] Bakara 2/255.
[1*] Maide 5/48’den dolayı ayete bu meal verilmiştir.
[2*] Kur’ân, bütün nebilere verilmiş kitapları hem tasdik eder hem de içeriklerini büyük ölçüde korur. Onlara yapılan ekleme ve çıkarmalar, ancak Kur’an ile tespit edilebilir (Maide 5/48). Kur’an’ın önceki kitapları tasdik edici özelliğine dair ayetler için bkz: Bakara 2/41, 89, 91, 97, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/47, En’am 6/92, Yunus 10/37, Yusuf 12/111, Fatır 35/31, Ahkaf 46/12, 30.
[1*] Rehber diye çevirdiğimiz “hüdâ” kelimesi, hidâyet kökündendir. Hidâyet, nazikçe yol göstermektir. Allah’ın hidâyeti dört çeşittir:
Birincisi, varlığını, birliğini ve insana her şeyden yakın olduğunu her vesileyle göstermesidir. Bu yüzden Allah, kendini ikinci sıraya koyup başka bir şeye öncelik vermeyi şirk sayar ve bunu asla bağışlamaz (Nisâ 4/48, 115-117). Yanlış yola girenleri ve yanlış işler yapanları, bir şekilde uyarır (Şems 91/8-10, En’âm 6/125).
İkincisi, iyiyi kötüden ayırma yani farkındalık özelliği verdiği insanoğluna, doğruyu bulmasında rehberlik etmesidir (Zâriyât 51/20-21).
Üçüncüsü, indirdiği kitaplarla yol göstermesidir. Bu yüzden o kitapların her biri birer hüdâ yani rehberdir. Dördüncüsü de Allah’ın, doğru tercihte bulunan herkesi yoluna kabul etmesi ve doğru yolda olduğunu onaylamasıdır (İbrahim 14/4).
[2*] Furkân, doğruyu yanlıştan ayırma veya ayıran anlamındadır. Kelimenin çoğulu olmadığı için yerine göre tekil veya çoğul anlam verilir. Furkan, Allah’ın indirdiği bütün kitapların ortak özelliğidir (Enbiya 21/48). Allah, kendini yanlışlardan koruyan müminlere de furkan yani doğruyu yanlıştan ayırma özelliği verir (Enfal 8/29).
[3*] Çetin, ayetteki (شديد = şedîd)in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır(En'âm 6/160).
[4*] Ayette geçen (intikam = انتِقَام) suçla ceza arasındaki dengeyi tam kurma anlamına gelir (El-Ayn).
[*] Bu ayet, her insanın kendine özgü ölçülerinin ezelde değil, ana rahminde belirlendiğini bildirmektedir. Bu da kadercilerin insanla ilgili ezeli bilgi iddialarının temelsiz olduğunu gösterir. (Meryem 19/67, İnsan 76/1-2)
[1*] Muhkem ayet, bir konuda hüküm içeren ayettir. O hüküm, başka ayetlerle ayrıntılı olarak açıklanır (Hûd 11/1-2)
[2*] (كتاب = Kitab) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeye eklemektir (Mekayîs). Arapçada kelimeleri ekleyerek yazılan her türlü yazıya kitap denir (Müfredat). Kur’an-ı Kerim, muhkemler yani kısa ve özlü hükümler içeren ayetlerden ve onların benzeri olup onları açıklayan müteşâbih ayetlerden oluşur. Bir ayet şöyledir: “Allah sözün en güzelini, müteşâbih ve mesânî kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23) Mesânî, “ikişerliler” anlamına gelir. Kur'ân’ın, bildiğimiz bir kitap halinde inmediği açıktır. Bu ve benzeri ayetler onun, kendinden kitaplar oluşturulacak şekilde indiğini, her bir kitabın, bir muhkem bir de müteşâbih olmak üzere en az iki ve ikinin katları olan ayetlerden oluştuğunu, doğru hükme yani hikmete bu şekilde ulaşılabileceğini gösterir.”
[3*] Müteşâbih, benzeşen demektir. Birbirine benzeyen iki şeyden her birine müteşâbih denir. Bu kelime, sekiz ayette geçer: Bakara 2/25, Bakara 2/70, Bakara 2/118; Al-i İmran 3/7, Zümer 39/23, En’âm 6/99, En'âm 6/141 ve Ra’d 13/16. âyetlerdir.
[4*] Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.
[5*] (Te'vîl = تَأْوِيلِ), (evl = أول) kökünden türetilmiştir; bir şeyi istenen hedefe çevirme anlamına gelir (Müfredât). Allah’ın ayetler arasında kurduğu bağlantıyı gösterir.
[6*] Bu ilim, ayetleri ayetlerle açıklama ilmidir (A'raf 7/52). Önceki kitaplara inananların alimleri arasında da bu ilmi bilenler vardı (Nisa 4/162).
[7*] Ayetin açılımı şöyledir: “فيتبعون ما تشابه منه بزيغهم = Kitaptan kendi eğrilikleriyle /kurgularıyla benzeşene uyarlar.” Necrân’dan bir Hıristiyan heyet nebimize gelmiş, “Ya Muhammed! Sen, İsa’nın Allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh olduğu kanaatindesin değil mi?” demişti. O, “Evet” deyince “ Bu bize yeter” demişlerdi. Onlar, kendi eğrilikleriyle benzeşir gördükleri şu ayete dayanıyorlardı: “İsa… Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı sözü ve kendinden bir ruhtur.” (Nisa 4/171) Ayetin başında görmek istemedikleri şu ifade vardır: “Meryem oğlu İsa Mesih, yalnızca Allah’ın elçisidir.” Allah’ın kitabına uyma yerine onu kendilerine uyduranlar hep böyle yaparlar. (Taberî, Al-i İmran 3/7. ayetin tefsiri)
[8*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28).
[9*] “Sağlam duruş” anlamı verdiğimiz “elbâb = ألباب’ın tekili olan ‘Lubb = لب’ kelimesi, mastar olarak kullanıldığında, bir yerde sürekli durma, durduğu yerden ayrılmama, saf olma ve kaliteli olma anlamlarına gelir. İsim olarak kullanıldığında da her şeyin katkısız olanı anlamını ifade eder. Bu anlamlardan yola çıkılarak sağlam ve güçlü akla "lub" denir (Mekayıs, Muhtaru's-Sıhah, Umdetu'l-Huffaz, Tacû'l-Arûs). "Kalp ile birleşen akıl" anlamına geldiğini söyleyenler de vardır (Kitabu'l-Ayn, Lisanu'l-Arap, Tacu'l-Arûs) Be kelime Kuran’da, 16 yerde “ul’ul elbab (أولوا الألباب) = lub sahipleri şeklinde geçer ve genel olarak şu dört mana ile bağlantılı olur:
1- Takva (Bakara2/179, 197; Maide 5/100; Talak 65/10).
2- Tezekkür ve Tedebbür (Bakara 2/269; Al-İ İmran 3/7; Ra'd 13/19; İbrahim 14/52; Sad 38/29,43; Zümer 39/9,21; Mümin 40/54).
3- Tefekkür ve ibret alma (Al-i İmran 3/190; Yusuf 12/111).
4- Allah'ın kitabına en güzel şekilde uyma (Zümer 39/18).
Akıl manasına delalet eden diğer kelimeler ile "el-Lubb"ün farkı şöyle özetlenebilir: "Nuha" ve "hicr" (Taha 20/54, 124; Fecr 89/5) ile a-k-l kökünden türeyen elli civarındaki kelime, düşünme ile ilgilidir. Ancak "Ulu'l-Elbab"ın, yukarıdaki dört manadan birine bağlı olarak gelmesi gösteriyor ki, akıl sadece düşünmeye, doğru ile yanlışı ayırt etmeye yarar, "el-Lubb" ise düşünüp tespit ettikten sonra doğruyu yapmayı ve hakka tabi olmayı ifade eder. Çünkü yukarıdaki dört mananın her biri birer doğru eylemdir, doğru eylem doğru karardan sonra yapılır. Öyle ise "el-Lubb" sağlıklı düşünen akıl, yani akl-ı selim olur.
Bu gibi yerlerde "elbab"ın zikredilip sağlam duruş diye sonuç manasının irade edilmesine "mecaz-i mürsel" denir. Zira kelimenin hakikî manası ile kullanılan manası arasında sebebiyet ilişkisi vardır. Belagat terimi olarak bu kullanıma "zikri sebeb irade-i müsebbeb" denir. Burada olduğu gibi bir kelimenin hakikî manası ile istimal manası arasında teşbih dışında bir ilişki varsa, belagatta ona mecaz-i mürsel denir (Muhammed Ahmed Kasım, "Ulumu'l- Belagati 'el- Bediu ve'l-Beyanu ve'l-Meanî'", Müessesetü'l-Hadisetu li'l-Kitab, Trablus-Lübnan 2003. s: 215)."ulu'l-elbab" ifadesine "sağlam duruşlu" anlamı verilmesinin sebebi ikisi arasında kurulmuş sebep-sonuç ilişkisi ile oluşan mecaz-ı mürseldir.
[*] Yola gelmek de yoldan çıkmak da kişinin kararına bağlıdır (Saf 61/5). Bununla birlikte, bu dua, her şeyde olduğu gibi doğru yolda kalmak için de Allah’ın desteğine ihtiyacımız olduğunu gösterir.
[*] Sen sözünden dönmezsin.” mealinin aslı “Allah sözünden dönmez.” şeklindedir. Burada iltifat sanatı vardır. Sözlükte eğmek/bükmek/çevirmek anlamındaki “left = لفت” kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır.
[*] Maide 5/36.
[1*] Neml 27/13-14
[2*] (Kezzebe = كذب) fiili Kur’an’da hem lazım /geçişsiz hem de müteaddi /geçişli olarak kullanılır. Lazım olarak kullanıldığı yerlerde çok yalan söyleme (En’am 6/148, Yunus 10/39) anlamındadır. Bazı ayetlerde bâ = ب harf-i cerri ile müteaddi olur ve bir şey karşısında yalan söyleme anlamına gelir (En’âm 6/21, 157, A’raf 7/37, Taha 20/48). Harf-i cersiz müteaddi olduğu yerlerde de yalanlama anlamındadır (Al-i İmran 3/184, Hicr 15/80, Şuara 26/176).
[1*] Bedir Savaşında Mekkeliler müminlerin iki katından fazlaydı ama kendilerinin iki katı gösterildiler ki onlarla savaşmak zorunda kalsınlar. Çünkü müminlere, kendilerinin iki katına kadar düşmanla savaşma görevi verilmişti (Enfâl 8/65-66). Müslümanların Mekke ordusu ile kervan arasında kalması (Enfal 8/42), düşmanın rüyada Rasulullah’a az gösterilmesi (Enfal 8/43), iki ordu karşılaştığında birbirlerine olduklarından daha az gösterilmeleri (Enfal 8/44), Müslümanların üç bin melekle desteklenmesi (Al-i İmran 3/124), müminlerin rahatlaması için o gün hoş bir uykuya daldırılmaları ve üzerlerine rahatlatıcı bir yağmur yağdırılması da (Enfal 8/11) Allah’ın onlara olan yardımlarındandı.
[2*] Şâe ( شاء ) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz:
http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html
[1*] Bunlar, kadın erkek her insana süslü gösterilmiştir. Nitekim bir kadının diğer kadınların beğenisini kazanma isteğinin erkeğin beğenisini kazanma isteğinden fazla olduğu gözlemlenebilir.
[2*] Evlat diye anlam verdiğimiz kelimenin kök anlamı “bir şeyden doğan şey” olan ibn (إبن)’in çoğulu benîn (بنين)’dir (Mekâyîs). Kelime daha çok erkek evlat anlamında kullanılırsa da burada uygun olan erkek ve kız evlat anlamında olmasıdır. Bu sebeple oğullar yerine “evlat” anlamı tercih edilmiştir.
[3*] En’am; koyun, keçi, sığır ve devenin dişisi ve erkeğine denir. (En’âm 6/143) (En’âm 6/144).
[*] Müttakî, yanlışlardan kaçınarak doğal yapısını koruyan kişidir.
[*] İstiğfar, “söz ve davranışla mağfiret talep etmek”tir. Mağfiret ise, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de aynı köktendir.
[*] Seher vakti, güneş ışıklarının gecenin sonuna doğru ufka ulaşması ve zayıf ışıklı yıldızların kaybolmasıyla başlar. Güneş ufka yaklaştıkça aydınlık üstten aşağıya doğru bir piramit şeklini alır, dah sonra ufku tümüyle sarar. Seher vakti, ufuk boyunca uzanan siyah bir hattın, onun üstünde oluşan beyaz hattan net bir şekilde ayırt edilmesine kadar sürer. Bu vakit, aynı zamanda sahur vaktidir.
[*] Allah’ın varlığı ve birliği konusunda kimsenin şüphesi yoktur. İlah sayılanlar, Allah ile araya konan aracılardır. Heykellerin ilah olamayacağını herkes kolayca anlayacağından o suçu işleyen hiçkimse affedilmez. Ayette, “doğruların yanında olan ilim sahipleri” ifadesinin kullanılması, insanların bilmeden Allah’a şirk koşabileceklerini gösterir. Bunun örneği İbrahim aleyhisselamdır. O, büluğa erdiği andan itibaren (A’raf 7/172-173) putların ilah olmayacağını anlamıştı. Ama o, gözlemler yapıp kesin kanaate varıncaya kadar yıldızın, ayın ve güneşin kendi rabbi olduğu inancındaydı. Onların rab olamayacaklarını anlar anlamaz kesin tavrını ortaya koydu (En’am 6/75-79, Enbiya 21/51-64). Onun bu konuda, bile bile yaptığı bir yanlış olmadığı için Allah onu hiçbir zaman müşriklerden saymamıştır (Bakara 2/135, Al-i imran 3/18, 67, 95, En’am 6/161, Nahl 16/123). (Enbiya 21/52-56).
Hiçbir Müslüman puta tapmaz ama Nebimiz Muhammed aleyhisselamın, ilim adamlarının ve din adamlarının ilah yapıldığının farkında değillerdir. Allah Teala Kur’an’ı sadece kendisinin açıkladığını, bunu bir ilme göre yaptığını (A’raf 7/52), yaptığı açıklamalara, konuyu bilenlerden oluşan bir ekibin ulaşabileceğini (Fussilet 41/3) bildirmiş, başkasının yapacağı açıklamayı kabul etmenin onu ilah yapmak olduğunu açıkça ifade etmiştir (Hud 11/1). Ama geleneksel yapı, bir çok ayeti gizlemiş, bir çoğuna da yanlış anlamlar vermiş ve Nebimiz Muhammed aleyhisselamın da ayetleri açıklama yetkisinin olduğunu, bütün Müslümanlara kabul ettirmiştir. Kur’an’ı açıklama yetkisi alimlere de verilerek mezhepler oluşturulmuş ve bir ilahlar piramidi meydana getirilmiştir. Bu, kabul edilebilecek bir şey değildir (Bakara 2/103-105, 213, En’am 6/159, Şura 42/13-14). Bu yapıyı, bilmeden kabul edenlerin bir sorumluluğu olmaz (Bakara 2/22, 120, 145, 286). Ama bir çok ayeti gizleyip bir çoğunun da anlamını bozarak Müslümanları bu hale sokanlar, en ağır cezaya çarptırılacaklardır (A’raf 7/44-45).
[1*] İslam, teslim olmak demektir. Allah’a teslim olana “müslim” denir. Türkçede ona “Müslüman” adı verilir. Bütün nebiler insanları İslam’a çağırmışlardır (Al-i imrân 3/84-85).
[2*] Bu bilgi, önceki kitapları tasdik eden yeni kitabın yani Kur’an’ın geldiği bilgisidir (Al-i İmrân 3/81).
[1*] Bu âyete göre ümmiler, kendilerine ilahi kitap verilmemiş olanlardır. Kur’an’ın indiği dönemdeki Mekke toplumuna ümmi denmesinin birinci sebebi buydu. Bunun bir başka sebebi de Mekkeli olmalarıydı (Cuma 62/2). İnandıkları ilahi kitabın içeriğini bilmeyenlere de ümmi denir. Bakara 2/78
[2*] Maide 5/67.
[1*] Ayetteki “müjde ver.” emrini alan ilk kişi nebimiz Muhammed aleyhisselamdır. Onun karşısında nebiyi öldürmüş biri yoktu. Kimse atalarının günahından da sorumlu tutulamayacağı için (Necm 53/38) buradaki “öldürme”, “nebiliği öldürme” anlamında mecaz olur.
[2*] Katele (قتل) fiilinin kök anlamı öldürmedir ama itibarsızlaştırma anlamına da gelir (Müfredat). Ayette hem nebileri hem de doğruluktan şaşılmamasını isteyenleri itibarsızlaştırmak için yapılan davranışın geniş zaman kipi ile ifade edilmesi, bu işin sürekli yapıldığını gösterir. Nebi ve resul kelimelerinde anlam kayması yapılarak Muhammed aleyhisselamın nebi sıfatıyla söylediği sözler, resul sıfatıyla tebliğ ettiği ayetler seviyesine çıkarılmış ve o, Allah’ın yanında ikinci derecede yetkili konuma yükseltilmiştir. Muhammed aleyhisselam, kendi sözlerinin yazılmasını, bu yüzden yasaklamış (Müslim Adâb 32) Ebubekir ve Ömer döneminde yasak sürdürülmüş ama daha sonra serbest bırakılarak fesatçıların önü açılmıştır. Aslında nebiyi ilah seviyesine yüceltenler, onun gerçek görevini gölgede bırakarak nebiliği itibarsızlaştırmayı amaçlamışlardır (Furkan 25/30). Nebimiz şöyle demiştir: Ahirette ashabımdan bir grup sol tarafa alınacak, ben de: “Ashabım! Ashabım!” diyeceğim. Allah Teâlâ diyecek ki: “Bunlar, senin ayrılmandan sonra sürekli geriye gittiler.” Ben de salih kul İsa’nın dediği gibi diyeceğim: “İçlerinde bulunduğum sürece onları görüyordum. Beni vefat ettirince gören yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin. Eğer azab edersen, onlar senin kullarındır. Bağışlarsan şüphesiz sen güçlüsün, doğrusunu yaparsın.” (Maide 5/117-118) (Buhari, Enbiya, 8). Birçok sahabinin ve değerli ilim adamının sözleri de Allah’ın sözü seviyesine çıkarılmış ve onlar da itibarsızlaştırılmıştır. Bu gibi faaliyetler, günümüzde de devam etmektedir.
[3*] Onlara mâl ettikleri bazı sözleri kullanarak hem onların kişiliğini öldürmeye hem de Müslümanları saptırmaya çalışırlar. Ömer ve İbn Abbas (r. anhuma) en çok iftiraya uğrayanlardandır.
[1*] Yahudilerin bu iddiaları Tevrat'a dayanmamaktadır. Bu iddia, onların ‘Sözlü Tevrat’ dedikleri ve bizdeki Kur'an dışı kaynaklardan vahyi gayri metluva karşılık gelen Talmud'ta yer alır. Talmud'a göre "Kötülerin Cehennemdeki yargısı 12 ayda son bulur. Bu süre içerisinde günahlarının bedeli ödenmiş olur." [TB, Shabbat 33b]. Bu ayetin bağlamı dikkate alındığında, iddia sahiplerinin Yahudi oldukları ortaya çıkar. İslam ulemasından bazıları, bu konuda Yahudileri geride bırakmayı başarmışlardır. Uydurulduğu kesin olan bir rivayette nebimizin Muâz b. Cebel’e şöyle dediği iddia edilir: “Kim kalbiyle tasdik ederek Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehâdet ederse Allah ona cehennemi haram kılar.” (Buhari, İlim, 49)
[*] (Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Al-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Bu iki ayette Allah’ın yaptığı şey, kendi isteğine göre davranmasıdır.
[*] Gece ile gündüz, Güneş ve Ay gibi, kendilerine ait yörüngelerde dolaşan ayrı varlıklardır (Yasin 36/40). Dünya’nın Güneş ile yaptığı açının daima değişmesi, gece ile gündüzün uzayıp kısalmasına sebep olur. Gece gündüzün içine girince gece kısalır, gündüz uzar. Gündüz gecenin içine girince de gece uzar, gündüz kısalır (Hac 22/61, Lokman 31/29, Fatır 35/13, Hadid 57/6). Ayrıca gece ve gündüz daima yer değiştirir. Akşam gece öne geçer ve gündüz onu bir sarık gibi sarar. Sabah olunca da gündüz öne geçmeye başar. Bu defa da gece gündüzü bir sarık gibi sarar (Zümer 39/5). Karanlık olma gecenin göstergesi olmaktan çıkarıldığı için kutup bölgelerinde güneşli geceler oluşur (İsra 17/12). Dünyanın, uzaydan çekilen fotoğraflarını inceleyenler, gece ile gündüzün ayrı varlıklar olduğunu görebilirler.
[1*] Ayette geçen “تُقَاةً” “koruma” anlamına gelir (Lisânül-Arab) Bu mastardan türeyen takıyye kelimesi “Açık ve muhtemel tehlikeden korunmak maksadıyla inancın gizlenmesi” olarak ıstılahta kullanılmıştır. Can tehlikesi söz konusu olduğunda kişinin kalbindeki inancını gizleyebileceği ile ilgili ayet şöyledir: “Kalbi güven (iman) dolu iken ağır baskı altında olan dışında her kim, inanıp güvendikten sonra ayetleri görmezlikten gelir ve görmezliği (kâfirliği) içine sindirirse, Allah’ın öfkesi onların üstünde olur. Onların hak ettiği büyük bir azaptır.” (Nahl 16/106).
Söz konusu böyle bir ruhsatın delili nebimizin Ammar b. Yâsir’in davranışını tasvip etmesiyle de gösterilmektedir: Ammar b. Yâsir Mekke müşrikleri tarafından anne ve babasıyla birlikte yakalanır ve sırf imanlarından dolayı akla gelmedik işkencelere maruz kalırlar. Annesini ve babasını gözlerinin önünde işkenceler altında kaybeden Ammar (r.a.) müşriklerin işkencelerine artık dayanamayacağını anladığı bir anda, onların baskısı üzerine; Muhammed’den hoşlanmadığını, Lat ile Uzza’nın iyiliğini dile getirir. Ammar (r.a.) bütün bu olanları nebimize anlatıp “Perişan oldum ya Rasulallah!” deyince, nebimiz sorar: “Kalbini nasıl buldun?” Ammar cevap verir: “İman ile dopdolu.” Bunun üzerine nebimiz: “Eğer bir daha seni yakalarlarsa aynı şekilde davran!” der. (İbn Sa’d, Tabakat, c. III, s. 249.)
Fakat Şia, bu ruhsatı bir azimet telakki ederek, akidede asla terk edilmemesi gereken bir farz olarak kabul etmiştir. Şia bu ilkeyi zamanla ana prensiplerinden biri haline getirerek, ölüm tehlikesi gibi tehlikeli durumlarda değil genel olarak düşmanca tutumun görüldüğü her yerde uygulama yoluna gitmiştir. Neticede bir Müslümanın Kur’ân’da takva olarak gördüğü birçok şeyi Şia takıyye olarak görmeye başlamıştır. Örneğin, Nebimizin takıyye ile ilgili şöyle dediğini iddia ederler: “Siz Allah’ın dini üzeresiniz. Her kim bunu gizlerse Allah onu aziz kılar. Her kim de bunu duyurursa Allah onu zelil kılar.” (Küleynî, a.g.e., c. II. s. 220.)
Ali’ye (r.a.) ise şöyle bir söz nispet ederler: “Takıyye mü’minin en faziletli amelidir. Takıyyesi olmayanın dini de yoktur.” (Küleynî, “a. g. e.”, II/220.) Dolayısıyla Yahudilikte olan ve insan şahsiyetine zıt Kriptoculuk /Gizlilik aşırı bir versiyonuyla Şiilikte de mevcuttur.
[2*] Dininizden dolayı bizi öldürmeye kalkışmamış, bizi yaşadığınız yerlerden çıkarmamış veya çıkaranlara destek vermemiş kafirlerle dostluk kurmamız yasak değildir (Mümtahine 60/8-9). Yasak olan, onları birinci dereceden dost saymamızdır. Birinci dereceyi daima müminlere vermemiz gerekir.
[*] İçimizden her şey geçebilir. Biz, onlardan değil içimize yerleştirdiğimiz şeyden sorumluyuz. Bakara 2/284
[*] Yusuf 12/108, Ahkaf 46/9
[*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resul /elçinin getirdiği” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).
[*] (El âlemîne =الْعَالَمِينَ) kelimesine, ‘çağdaşları’ manası verilmiştir. Çünkü kıyaslama, kişinin çağdaşlarıyla yapılır. Allah Teâlâ, Adem’i çağdaşlarına karşı seçkin hale getirdiğine göre nebilik görevine, evlatlarının rüşde ermesinden sonra başlamış olmalıdır.
[*] Ayetteki (muharrar =مُحَرَّر) hür olarak, yani ailesine ve başka bir yere karşı sorumluluğu olmadan yalnızca Allah’a adanmış olarak, anlamındadır.
[*] Demek ki çocuğun erkek olmasını bekliyormuş. Yahudi toplumunda mabed görevlileri (kohenler) ve ilim adamları (hahamlar) erkek olur. İmran’ın karısı da erkek çocuk beklentisiyle bir adakta bulunmuştu. Ancak kız doğurduğunu görünce adağını nasıl yerine getireceğini bilemediği için böyle bir şaşkınlık yaşamıştır.
[1*] Ayette Meryem validemizin güzel bir bitki gibi yetiştirildiğinin belirtilmesi, onun yapısında bitkiye benzer bir özelliğin olduğunu gösterir. Çoğu çiçekli bitkilerde hem erkeklik hem dişilik organı olur ve kendi kendilerini döllerler. Meryem'in sıradan bir bitki yerine güzel bir bitkiye benzetilmesi, bize, onun özellikle çiçekli bitkilere benzetildiğini düşündürür. Meryem’e ruhun üflenmesi ile ilgili iki ayetten birinde erkek (Tahrim 66/12), diğerinde de dişi zamir (Enbiya 21/91) ile gönderme yapılması bunu destekler. İsa aleyhisselamın Adem aleyhisselam gibi olması (Al-i İmran 3/59) ve ilk yaratılışın bitki örneği ile açıklanması (Nuh 71/17), ahirette yeniden yaratılışın aynı usulle olacağının bildirilmesi (Araf 7/29) de bunu ispatlar.
[2*] Mihrab; oda, hünkar mahfili, başoda, sultanın tek başına kaldığı has oda, harem dairesi, insanların oturduğu ve toplandığı yer vs. anlamlarda kullanılır. (Lisân’ul-Arab ve el-Kamus’ul-Muhît) (Meryem 19/11, Sad 38/21)
[3*] İster maddi, ister manevi olsun, kendisiyle ihtiyaçların giderildiği her şeye rızık denir. (Bakara 2/22, 172, Hud 11/88, Hac 22/58, Vakıa 56/82)
[1*] Mihrab sözcüğüne verilen anlam için bkz. Al-i İmran 3/37’nin dipnotu.
[2*] Bu “Söz” Allah’ın “Ol” emridir (Al-i İmrân 3/47, 59). O emir, Meryem’in rahminde İsa’nın babasız olarak oluşması emridir.
[1*] Zekeriya aleyhisselam, kendisinden sonra yerine geçecek bir çocuk istemektedir. Ancak eşi kısır, kendisi de çok ileri bir yaşta olduğu için bu çocuğu, Meryem’in evlenip doğurmasını beklediği anlaşılmaktadır. Beklediği çocuğun kendi çocuğu olacağı müjdelenince şaşırması bunu açıkça göstermektedir (Meryem 19/1-9).
[2*] İltifat, bkz. Al-i İmrân 3/9. ayetin dipnotu.
[*] Burada “işaret dili” olarak ifade edilen iletişim şekline Meryem 19/11. ayette vahiy denmiştir. Çünkü vahyin anlamlarından biri de budur (Müfredat).
[*] “Rüku edenlerle birlikte rüku et!” yani namazını cemaatle kıl. “Rüku edenler” ifadesi, Arapçada kadın-erkek iki cinsi de kapsayacak bir cemaate işaret eder. Meryem aleyhisselama verilen bu emir, kadınların da cemaatle namaz kılacağının açık bir delilidir.
[1*] Var olduğu halde duyu organlarından uzak olana veya kişinin bilmediği şeylere ‘gayb’ denir. (Mufredat)
[2*] “Çubuk” diye tercüme ettiğimiz “kalem” kelimesi Arapçada “sert bir şeyden koparılan parça” anlamına gelir (Müfredat). Bu olay, aşağıdaki apokrif sayılan İncil pasajında da anlatılmış ve atılanların birer dal parçası olduğu söylenmiştir: “Rabbin meleği şöyle dedi: "Zekeriya, tapınaktan çık ve halkın dul erkeklerini bir araya topla. Her erkek bir dal parçası getirsin. Rab kime işaret verirse, Meryem o kişinin sorumluluğunda olacak". Bu çağrı tüm Yahudiye bölgesine ilan edildi; Rabbin borusu çalındı ve tüm erkekler tapınağa koştular.” (Yakup İncili VIII.3). Dal da ağaçtan koparılan bir parça olduğundan, çubuk kelimesi ayete uygun düşer.
[1*] Bu “Söz” Allah’ın “Ol” emridir. (Al-i İmrân 3/59) İsa aleyhisselam anasının rahminde o emirle oluşmaya başlamıştır.
[2*] Geleneksel inanca göre nebilerin ismet sıfatı vardır yani günahtan korunmuşlardır. Halbuki hiçbir nebi, günahtan korunmuş değildir. Onlar günahlardan, kendi gayretleri ile korunarak insanlara örnek olmuşlardır. (Nisa 4/172-173, Zümer 39/65-66)
[1*] Maide 5/110, Meryem 19/29-33.
[2*] Bunlar, İsa aleyhisselamın sahip olduğu özelliklerdir. Aslında her insan en güzel özelliklerle yaratılır (Tin 95/4-5). Ancak nebilere çok ağır görevler yüklendiği için nebiler, onların üstesinden gelebilecek güçte yaratılmışlardır (Kalem 68/4).
[1*] Hikmet, Allah’ın kitaplarından doğru hüküm çıkarma ve çözümler üretme yöntemidir.
[*] Yaratma iki türlüdür. Birincisi, maddesi ve benzeri olmayan bir şeyi yoktan var etmektir. Onu Allah’tan başkası yapamaz. “O, gökleri ve yeri, bir örneği yokken yaratmıştır. (En’âm 6/101). İkincisi, bir şeyden bir başka şey üretmektir. Bu tür yaratmayı insanlar da yapabilir. İsa aleyhisselamın yaptığı ikincisidir (Müminun 23/14).
[1*] Matta İncil’inde İsa’ya ait şöyle bir söz geçer: “Kutsal Yasa'yı (Tevrat’ı) ya da elçilerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim. Size doğrusunu söyleyeyim, gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa'dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecek. Bu nedenle, bu buyrukların en küçüklerinden birini kim bozar ve başkalarına öyle yapmayı öğretirse, Göklerin Egemenliğinde en küçük sayılacak. Ama bu buyrukları kim yerine getirir ve başkalarına öğretirse, Göklerin Egemenliğinde büyük sayılacak.” (Matta 5/17-19)
[2*] Yahudilere özel olarak nelerin haram kılındığını görmek için (Al-i İmran 3/93) âyetin dipnotuna bkz.
[*] İncil’de havarilerin sayısı on ikidir: “… Bunlar, Petrus adıyla bilinen Simun, onun kardeşi Andreya, Zebedi'nin oğulları Yakup ve Yuhanna, Filipus ve Bartalmay, Tomas ve vergi görevlisi Matta, Alfay oğlu Yakup ve Taday, Yurtsever Simun ve İsa'yı sonradan ele veren Yahuda İskariyot.” (Matta 10/2-4) Bunların içinde tek bir din alimi yoktur, hepsi halktan kişilerdir.
[*] “Plan kurma” diye meal verdiğimiz (mekr = المكر), birini hedefinden, bir şekilde çevirme anlamındadır (Müfredat). İnsan ve cin şeytanları, insanı doğru yoldan çevirmek için planlar kurarlar. Bu, onların mekridir. Allah Teâlâ da şeytanların planlarından kurtulma yollarını gösterir. Bu da Allah’ın mekridir (Tevbe 9/115). Engellere göğüs gererek hep doğruları arayan, onları bulur (Ankebut 29/69). Bundan sonraki ayette İsa aleyhisselamın Allah’ın mekri /planı sayesinde öldürülmekten nasıl kurtarıldığı anlatılmaktadır.
[1*] Zümer 39/42’ye göre vefat, işi biten ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah ruhu iki şekilde vefat ettirir, biri uykuya daldığında diğeri de öldüğünde olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu, uyandığında, ölenin ruhu da vücut yeniden yaratıldığında geri döner. (Müminûn 23/100 ve Tekvîr 81/7) İsa aleyhisselam, ruhunun alınmasından sonraki ilk konuşmasını ahirette yapacağı için (Maide 5/117) bu ayetteki vefat, onun öldüğünü gösterir; dünyaya tekrar gelmesi diye bir şey yoktur.
[2*] Ölen her insanın ruhu göğe yükselir ancak gök kapıları kâfirlere açılmaz (Araf 7/40).
[3*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
[4*] İsa’ya uyanlar, onu Allah’ın oğlu sayanlar değil, Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inananlardır.
[*] Şedîd kelimesine verilen anlam için bkz. Al-i İmran 3/4. ayetin dipnotu.
[*] Derlemek, seçip toplamak, bir araya getirmektir. Bu, Arap dilindeki tilavetin kök anlamıdır. (Bkz. Mekâyîs) Kur’an-ı Kerim, Allah’ın ilk insandan beri indirdiği ayetlerin Allah tarafından yapılmış son derlemesi gibidir. Allah, önceki kitapların temel hükümlerini son kitabında aynen korumuş ve şöyle demiştir: “Allah Nuh’a ne emretmişse onu, sizin için bu dinin kuralı (şeriat) yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: “Bu dini ayakta tutun ve birbirinizden ayrı düşmeyin.” (Şûrâ 42/13)
Allah, önceki kitapların bazı hükümlerini Kur’ân’a almamış ve şöyle demiştir: “Ey ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar, Kitaptan gizlediğiniz birçok şeyi sizin için ortaya çıkaran, birçoğuna da dokunmayan elçimiz (kitabımız) geldi. Size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi.” (Maide 5/15) Önceki kitapların bazı hükümleri ise daha iyisi ile değiştirilmiştir. Mesela Müslümanlar ilk başta orucu, önceki ümmetler gibi tutarken (Bakara 2/183) daha sonra bazı hafifletmeler yapılmıştır (Bakara 2/187).
[*] Âdem’in de İsa’nın da babası yoktur. İsa’nın annesi Meryem, Âdem’in annesi ise topraktır.
[*] Necran Hristiyanlarından bir heyet, Hicri 9. yılda (m. 631) Medine'ye gelip nebimizle görüştü. Ayetlere kulaklarını tıkayınca bu ayet indi. Ona da olumlu cevap vermediler.
[1*] Kur’an’da, ellerinde ilahi kitap bulunanları ifade etmek için iki ayrı kavram kullanılır. Bunlardan biri; “ûtu’l-kitab /kendilerine kitap verilenler”dir. Bu, genel bir ifade olup kitapları hakkındaki bilgi seviyelerine bakılmaksızın o toplumun tamamını kapsar (Nisa 4/47, 131, Maide 5/5). Diğeri ise “ehl’ül-kitab /ehl-i kitap”tır. Bu kavram, kitaplarının içeriğinden haberdar olanları ifade eder. Allah’ın ayetlerini, doğruluğuna şahitlik edecek derecede kavramış, gerçekleri ve onların nasıl gizlenebileceğini bilen kişiler için daima ehl-i kitap ifadesi kullanılır (Bakara 2/109, Al-i İmrân 3/70,71,98,99; Nisâ 4/171, Mâide 5/15). Bakara 2/78’de kitaplarının içeriğini bilmeyenlere ümmi denmiştir. Bakara 2/79’da ise kitaplarının içeriğini bilenler hakkında şu ifade kullanılarak aradaki fark, net bir şekilde ortaya konmuştur: “Fakat elleriyle kitap yazan, sonra onunla geçici bir çıkar sağlamak için ‘Bu ,Allah katındandır!’diyenlerin çekeceği var. Hem yazdıklarından dolayı çekecekleri var hem de kazandıklarından dolayı çekecekleri var!”
[2*] Ayette, tam tercümeyle “Allah’tan başka bir şey” ibaresi kullanılmaktadır. Bu ifade, bir başka insana kul olunabileceği gibi cansız bir varlığa ya da bir ideolojiye dahi kul olunabileceğini gösterir. İnsanın herhangi bir kişinin sözünü Allah’ın sözünden üstün tutması ve Allah’ın sözüne rağmen o kişiye kayıtsız şartsız uyması, Allah’ı ikinci plana atıp ona kul olmasıdır. Kur’an’daki açık âyetlere rağmen din adamlarının sözüne kayıtsız şartsız uymak da onları ilah edinmektir. Kendi arzularını gerçekleştirmek için Allah’ın emirlerini görmezlikte direnmek, Allah’ı ikinci sıraya atarak kendini ilah edinmek olur (Furkan 25/43 ve Casiye 45/23). Kısaca, Allah’ı ikinci plana atarak Allah’ın emirlerinden daha fazla öncelenen her şey, kişinin ilahı olur. Bu da şirke düşmektir.
[*] Veli (çoğulu evliya), araya başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki veya daha çok kişiden her birini ifade eder. Bir işi üstlenene de veli denir (Müfredât). Sinir uçlarımızdan daha yakın olan Allah (Kaf 50/16), bizim velimiz ve en yakınımızdır (Bakara 2/257). Veli kelimesi Arap dilinde hem ism-i fail yani eylemi yapan hem de ism-i mef’ul yani eylemden etkilenen anlamında kullanılır. Her mümin, “Allah’ın koruması altında olan” anlamında Allah’ın velisidir (Yunus 10/62-63). Ayetler gayet açık olduğu halde gelenekte Allah ile insanlar arasında bir velayet makamı oluşturulur, orada olduğuna inanılan kişilere veli denilerek veliler birer tanrı konumuna getirilir ve asla affedilmeyecek şirk günahına girilir (A’raf 7/3, 30, Ahkaf 46/4-6).
[*] Şahitlik ya görerek ya da basiretle olur. Züleyha, Yusuf’un kendine sarkıntılık ettiğini iddia edip Yusuf reddedince “Bir bilirkişi (şahit) şöyle dedi: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın haklı, o (Yusuf) yalancının tekidir. Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylüyor, doğru söyleyen odur /Yusuf'tur.”
Kocası gömleğin arkadan yırtıldığını görünce eşine dedi ki: “Bu, sizin oyunlarınızdandır. Siz kadınların oyunu gerçekten büyük olur.” (Yusuf 12/26-29) Buradaki şahit, olayı gören değil, suç biliminde uzman olan kişidir. Ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar da Kur’an’ı, Tevrat ile karşılaştırınca onun Allah’ın ayetlerinden ibaret olduğuna şahit olurlar.
[*] Bakara 2/42.
[*] Bunlar, örgütlü bir eylemle sabahleyin mümin, akşamleyin de kafir olduklarını söyleyebiliyorlardı. Böyle yapmalarına rağmen onlara herhangi bir ceza uygulanmamıştır. Kur’an’daki din hürriyeti budur (Bakara 2/256).
[*] (Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Âl-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Burada Allah’ın yaptığı şey, bazı kullarını tercih ederek ikramda bulunmasıdır.
[1*] Dinar, Rasulullah (s.a.v.) döneminde para olarak kullanılan Bizans altınıdır. Bu paralardan bugün İstanbul Arkeoloji Müzelerinde bulunanların en ağır olanı 4.35 gr. gelmektedir.
[*] Bu elçiye inanma görevini. (Bakara 2/40-41, Al-i İmran 3/81) âyet.
[1*] (Kalîl = قليل), bir şeyin az olduğu veya kalıcı olmadığı anlamına gelir (Mekâyîs).
[*] Bakara 2/79.
[*] Zümer 39/65, Hakka 69/44-46.
[1*] Allah’ın nebilerden söz alması, nebilere indirdiği kitaplar vasıtası ile ümmetlerden söz alması anlamına gelir. Alınan bu söz gereği tüm ümmetler Kur’an’a iman etmekle yükümlüdürler.
[2*] Allah Teâlâ bu ayette nebilere, resule inanma ve ona destek olma emri vermiştir. Nebi ve resul kavramlarının iyi anlaşılması bakımından bu, çok önemlidir. Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü iletmek için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Allah’ın elçilerinin ana görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü sözleri ile asıl vurgulanan şey onların tebliğ ettikleri ayetlerdir. Bu ayetteki “yanınızda olanı tasdik eden bir resul” ifadesinin bir benzeri Bakara 2/101’de “yanlarında olanı tasdik eden bir resul” şekilde geçer. Bakara 2/101’in iç bütünlüğü, oradaki resul kelimesinin kitap anlamında olduğunu açıkça gösterdiğinden o ayet, buradaki resulün de kitap anlamında olduğunun delilidir.
[1*] Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına herkes zorunlu olarak boyun eğer. Ona Arapçada itaat denmez. İtaat, gönüllü olarak boyun eğmedir. Allah’ın dinine gönüllü olarak boyun eğenler de fıtrata uymuş ve doğru yola girmiş olurlar. Rum 30/30.
[2*] Ra’d 13/15, Hac 22/18, Fussilet 41/11.
[1*] Görüldüğü gibi bütün nebilere kitap verilmiştir. Geleneksel din anlayışı buna terstir.
[2*] Allah’a teslim olmak, onun kitabına uymakla olur. O kitaplar, küçük değişiklikler dışında aynı içeriğe sahiptir (Enbiya 21/24).
[*] Resul için bkz. Al-i İmran 3/32. ayetin dipnotu.
[*] Dinden dönenler için uygulanacak herhangi bir ceza yoktur (Al-i İmrân 3/72).
[*] Tevbe edip girdiği yanlış yolu bırakan ve iyi işler yapmaya başlayan kişilerin işledikleri günah ne olursa olsun Allah o günahı bağışlar. Bağışlamakla da kalmaz ayrıca iyilik ve ikramda bulunur. (Zümer 39/53). Onun en önemli ikramı, böyle birinin işlediği günahı sevaba çevirmesidir (Furkan 25/70-71).
[*] Bu tövbe /dönüş, ölmekte olan kişinin tövbesidir (Müminun 23/99-100). Bunun örneği Firavun’dur (Yunus 10/90-91, Neml 27/14). Ölüm gelmeden tövbe edenin tövbesi kabul edilir (Nisa 4/17-18).
[*] Maide 5/36, Yunus 10/54, Ra’d 13/18, Zümer 39/47, Mearic 70/11-14.
[1*] Ayette geçen (قُلْ = de ki) ifadesi âyetin baş tarafında yer alan (… كُلُّ الطَّعَامِ) şeklinde başlayan ifadenin Yahudilerin iddiası olduğunu gösterir. Mealdeki parantez içi ifade (Yahudiler dediler ki) bunun için kullanılmıştır. Yani ayet, Yahudilerin bir iddiasını dile getirmekte ve devamında da iddialarında samimi iseler Tevrat’ı getirmeleri istenmektedir. Ayrıca 94. ayette de bu yalanı Allah’a mal edenlerin büyük yanlış yapmış olacaklarının bildirilmesi 93. ayetin başındaki ifadenin bir iddia olduğunu desteklemektedir. Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde benzer takdirler ibare ve konu gereği zorunlu olarak yapılır. Örnek olarak bkz. Al-i İmran 3/73.
[*] Bakara 2/135, 258, Mümtehine 60/4
[1*] Kâbe ve çevresi, önemli bir ticaret merkezidir. Hac, can ve mal güvenliğinin en üst seviyede sağlandığı haram aylarında yapılır (Bakara 2/197, Tevbe 9/36). Zilkade’nin 1. gününden 20’sine kadar Arafat yakınlarında Ukâz (عـكاظ) panayırı, Zilhicce’nin 1. gününden 9. Tevriye gününe kadar da Mina yakınlarında Zülmecâz panayırı kurulur, sonra Mina’ya gidilerek Hac görevine başlanırdı. İbrahim aleyhisselamın soyundan gelen Kureyşliler, Kâbe’yi ibadete açık tuttu ve hacılara çeşitli hizmetler sundular (Tevbe 9/19). Muhammed aleyhisselam da bu panayırlara katılmış ve insanları Allah’ın dinine çağırmıştı. (Cevad Ali, Tarih’ul-Arab kabl’el-İslâm, c. VII, s. 375-382 tarih ve yer yok.)
[*] Zannedildiği gibi Makam-ı İbrahim, Kâbe’nin yanında korunan 50 cm. uzunluğundaki taş değildir. Makam, bulunulacak yer veya yerler demektir. Arap dili açısından makam bedel, “ayâtun beyyinatun = açık göstergeler” ifadesi de mübdelün minh olur ve İbrahim’in ibadet için durduğu yerlerin göstergelerinin olduğunu ifade eder. Onlar; Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’dir. Hac ibadeti oralarda yapılır. Nuh tufanında Kabe yıkılmış, hac ibadetinin yapıldığı yerler unutulmuştu. İbrahim aleyhisselam Kâbe’yi yeniden yapınca: “Bize hac ibadetini yapacağımız yerleri (menâsiki) göster.” (Bakara 2/128) diye dua etmiş Allah da göstermişti. Nuh tufanından sonraki ilk haccı o yaptığı için Makam-ı İbrahim, onun, hac ibadeti için durduğu yerlerdir. İnsanlar o yerleri ondan öğrenmişlerdir.
[*] İvec = عوج, çok dikkat etmedikçe anlaşılamayacak eğriliktir (Müfredat). Allah’ın yolunda böyle bir eğrilik isteyenler, yaptıkları yanlışlar kolaylıkla anlaşılmasın diye doğruya çok yakın görünecek çarpıtmalar yaparlar. Ayette sözü edilen kişilerin en çok istediği budur. Bu sebeple en tehlikeli yanlış, doğruya en çok benzeyendir.
[*] Her insan, çocukluk çağından itibaren yaptığı gözlemlerle, varlıkların sahibi olan yaratıcıyı kesin olarak kavrar. Allah’ın kendine: “Ben senin Rabbin /Sahibin değil miyim?” dediğini algılayarak tam bir kararlılıkla “Evet, Sahibimsin, ben buna şahidim.” der (Araf 7/172). Günün birinde Allah’ın kitabı ile karşılaşırsa, sadece kendi bilgi ve tecrübesiyle onun Allah’ın kitabı olduğunu anlar. Çıkar peşinde olmayan, yanlışlardan sakınan yani takva sahibi olan biri ise ona inanır. Ama çıkarlarını öne alır da Allah’ı ikinci sıraya koyarsa ayetleri görmek istemez ve bilinçli olarak yanlışlar yapar. Bu, onun yoldan çıkmasıdır (Ra’d 13/25).
[1*] Bu ayetteki “Hablullah /Allah’ın ipi” ifadesine Kur’an anlamı vermemizin sebebi şu ayetlerdir: “Sen, sana vahyedilene /Kur’an’a sımsıkı sarıl. Çünkü sen doğru yoldasın. O, hem senin için hem de halkın için doğru bilgidir. Ondan sorguya çekileceksiniz.” (Zuhruf 43/43-44). Ayrıca bkz. Nisa 4/146, 175, En’am 6/155, Araf 7/3, Zümer 39/55. Nebimiz şöyle demiştir: “Kur’an Allah’ın sağlam ipidir.” (Tirmizi, Fezâili’l Kur’an. Hadis no: 2906; Dârimî, Sünen, bab: Fezâili’l- Kur’an, Hadis no :3374)
[2*] En’am 6/159.
[*] En’am 6/159.
[*] Küfür örtme; kâfir, örten demektir. Allah’ın her şeyin sahibi ve yaratıcısı olduğunu, koyduğu kurallara uymak gerektiğini bilmeyen yoktur. Kişinin hayat tarzı o kurallara ters düşmeye başlarsa, uymak zorlaşır ve onları görmezden gelmeye başlar. Böyleleri, üstünü örttüğü imanın kendine yettiğini, ama Allah’a tam teslim olamadığını düşünür (Hicr 15/2-3).
[1*] Bakara 2/252, Casiye 45/6.
[2*] Nisa 4/40, Yunus 10/44.
[*] Araf 7/159, 181.
[1*] Mümtahine 60/8-9.
[3*] Bakara 2/61.
[4*] Bunlar Muhammed aleyhisselama çeşitli iftiralarda bulunarak onun nebiliğini öldürmeye çalışmaktadırlar. Al-i İmran 3/21 ve Bakara 2/91 ayetlerinin dipnotlarına bakınız.
[1*] Gece, 3 dilimden oluşur. Eşite yakın uzunlukta olan birinci ve üçüncü dilimi alacakaranlık, ikisinin arası ve en uzun bölümü, gecenin ortasıdır. Akşamın alaca karanlığının birinci bölümü akşam, ikincisi yatsı vakti, sabahın alaca karanlığının birinci bölümü seher ve sahur, ikincisi de sabah namazı vaktidir. Seher vakti ile gecenin ortası, teheccüd namazı vaktidir. O vakitte farz namaz kılınmaz. Ayrıntılı bilgi için Bkz. Müzzemmil 73/20, Hud 11/114, İsra 17/78,79, Ta-Ha 20/130, Rum 30/17-18.
[2*] (وَهُمْ يَسْجُدُونَ), secde ederlerken veya secde halinde anlamlarına gelir. Secde halinde kitap okunamayacağı için ona mecaz olarak: “namaz kılarken” diye anlam vermek gerekir. Çünkü secde, namazın en önemli rükünlerinden olduğu için farz veya nafile bütün namazları ifade eder. Bir ayet şöyledir: “Gecenin bir kısmında ona secde et (namaz kıl). Gecenin uzun bölümünde de ona ibadet et (namaz kıl, Kur’an’a çalış.)” (İnsan 76/26)
[*] Bakara 2/75.
[1*] “O gün rüyanda, Allah onları sana az gösterdi. Eğer çok gösterseydi, telaşa düşer, birbirinizle çekişirdiniz. Ama Allah, sizi bu hale düşmekten kurtardı. Çünkü içinizde olanı bilen odur. Onlarla (Mekkelilerle) karşılaştığınızda da Allah, onları sizin gözünüze az göstermiş, sizi de onların gözlerine az göstermişti. Allah, kesin karara bağladığı bir işi gerçekleştirmek için böyle yapmıştı. Her işin, Allah ile bağlantısı vardır.” (Enfâl 8/43-44)
[2*] Bu ayet, şükretmenin, kendine düşen görevi yerine getirmek olduğunun delilidir.
[*] İltifat, bkz. Al-i İmrân 3/9. ayetin dipnotu.
[*] Uhud’daki gibi.
[1*] Uhud’da dağılmak üzere olan iki topluluk.
[2*] Allah Teâlâ elçilerine sadece, sözlerini insanlara ulaştırma (tebliğ), açık açık anlatma (beyân), müjdeleme ve uyarma görevi vermiştir. Hiçbir elçinin koruma görevi yoktur (En'am 6/107, Şura 42/48, Hud 11/12).
[*] Şâe = شاء fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Al-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Burada insanın yaptığı affedilmeyi veya azap edilmeyi gerektiren davranıştır.
[*] Kat kat katlanarak artma, faizin değişmez özelliği yani hal-i sabitesidir. Mesela %5 faizle alınan borç zamanında ödenmezse onun faizi katlanarak artar ve zamanla anaparayı geçer.
[*] Resul (رسول) kelimesine verilen anlam için bkz. Al-i İmrân 3/32 ve 81. ayetin dipnotu.
[1*] Mağfiret için bkz. Al-i İmran 3/16. ayetin dipnotu.
[2*] Allah Teâlâ'nın bu ayetteki "yarışın" emri, 130. ayette "Ey iman edenler!" diye başlayıp, buraya kadar müminlerden istediği şeylerin dördüncüsü ve sonuncusudur. Birinci talep müminlerin faiz yememesidir. İkinci talep özellikle faizden sakınarak cehennem ateşinden korunmalarıdır, Çünkü yasak geldikten sonra faiz yemeye devam ederlerse cehenneme giderler (Bakara 2/275). Üçüncü talep Allah'ın merhametini, iyiliğini ve ikramını elde etmeleri için Allah'a ve resulüne itaat etmeleridir. Dördüncü talep ise her türlü iyi işleri yapmaya acele etmeleri, hatta bu konuda birbirleriyle yarışmalarıdır. Çünkü ödül çok büyüktür: İlahi himaye ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennet. Allah Teâlâ bu himayenin kendisine yaklaştırma şeklinde olduğunu ve burada genişliğini bildirdiği cennetin başka özelliklerini, Vakıa suresinde tam 16 ayette açıklamaktadır (Vakıa 56/10-26). İşte bu ödül ahiretteki en büyük ödüldür. Dünyada iken ayetteki yarışma emrine uyan ve yarışı kazananlara verilecektir. Zira dünyada insanlar arasında maddi ve manevi nimetler bakımından derece farkları vardır. Ahirette derece farkları daha büyük olacaktır (İsra 17/21). En büyük derece de işte bu ayetle Hadid 57/21 ayette bildirilen ilahi himaye ve genişliği gökler ve yer kadar büyük olan cennettir.
[*] Mağfiret için bkz. Al-i İmran 3/16. ayetin dipnotu.
[*] Muhammed 47/35.
[1*] İnanmak, güvenmektir. Allah’ı var ve bir kabul etmeyen yoktur ama çoğu insan, menfaatleriyle çatışan konularda onu ikinci sıraya koyar ve imtihanı kaybeder. Allah’ın emirlerine uyma konusunda gösterilen güvensizlik, imansızlığın delilidir. Bundan sonraki ayetlere bu gözle bakılırsa konu doğru anlaşılabilir.
[2*] Şahitler, savaşta imtihanı kazanan ile kaybedeni gören, döndüğü zaman bunu diğer insanlara anlatarak Allah’a güven konusunda onları uyaran kişilerdir (Tevbe 9/122).
[1*] Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır.
[*] Ayetin bu bölümü, “Allah, şükredenleri ödüllendirecektir” şeklinde tercüme edilir. Şükür, kadir kıymet bilmek ve yapılan iyiliği karşılıksız bırakmamaktır. Türkçede bunu en iyi karşılayan kelime “görevini yerine getirme” olduğundan biz bu anlamı tercih ettik.
[*] Bakara 2/200-202, Nisa 4/134, Hud 11/15-16, İsra 17/18-20, Şûrâ 42/20.
[*] Bu âyet, her kâfirin aynı zamanda da müşrik olduğunu bildirmektedir.
[1*] Aralarında anlaşmazlığa düşünce yerine getirmeyerek karşı gelmiş oldukları emir şuydu: “Ey inanıp güvenenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınızda sakın arkanızı dönüp kaçmayın. Savaş için bir mevzi tutma ya da bir birliğin yanında yer alma dışında kim o gün arkasını dönerse Allah’ın gazabına uğrar. Onun varacağı yer cehennem olur. Ne kötü hale gelmektir o!” (Enfal 8/15-16) Muhammed aleyhisselam, onlara bu ayetleri okuyarak cepheye geri dönme ve düşmanın karşısına çıkma çağrısı yapıyordu. Onlar bu çağrıya uyarak geri döndüler ve tekrar düşmana galip duruma geldiler (Al-i İmran 3/172-173).
[2*] Allah sizi, her şeyinizi kaybedeceğiniz bir hale soktu ki daha sonra az zararla kurtulduğunuza sevinesiniz. Ölümü gösterdi ki sıtmaya razı olasınız.
[*] “Cahiliye” terimi, Arapların İslâm’dan önceki dinî hayatını ifade için kullanılır. Kelime aynı zamanda kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eder.
[*] Mağfiret için bkz. Al-i İmran 3/16. ayetin dipnotu.
[*] Uhud savaşı sırasında nebimize yapılan yanlışlar, dayanılabilecek gibi değildi. Bir kesim savaşa çıkmadı (Al-i İmran 3/167-168), bir kesim de yola çıktıktan sonra geri döndü (Al-i İmran 3/155). Savaş sırasında düşmana zayiat verilmiş ve geri çekilmesi sağlanmıştı. Düşmanı tamamen etkisiz hale getirmeden ganimet alma yasağını (Muhammed 47/4, Enfal 8/67) dinlemeyen bir kesim ganimetlere saldırdı (Al-i İmran 3/152). Bu fırsatı değerlendiren düşman geri döndü ve Müslümanlar mağlup duruma düştüler. Herkes kendini kurtarmaya çalıştı. Nebimizi tek başına bırakıp dağa tırmandılar (Al-i İmran 3/153). Sonra da onun ganimet malını zimmetine geçirdiği iddiaları ortaya atıldı (Al-i İmran 3/161). Ama o, bunlara aldırmadan, çevresindekilere yumuşak davranmaya devam ederek olağanüstü bir örneklik gösterdi.
[1*] Ayet, nebimizin, kamu malını çalmakla itham edildiğini bildirmektedir. Önceki ayetler üzerinde düşünülürse ithamı bazı Müslümanların yaptığı ortaya çıkar. Bedir savaşı ganimetlerinden saçaklı kırmızı bir kumaşı aldığı iddiaları vardır. Bu iddialar, o sırada henüz 4 yaşında olan ve Mekke’de yaşayan İbn Abbas’a dayandırılır (Bkz. Taberi). Bu rivâyet şüpheli olsa da ayet böyle bir ithamın yapıldığının delilidir.
[2*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
[1*] Müslümanlar Bedir’de 70 kişiyi öldürmüş, 70 kişiyi de esir almışlardı. Uhud’da da onlardan 70 kişi şehit olmuştu. (İbn Kesir)
[2*] Uhud yenilgisinin sebebi, yukarıdaki ayetlerde belirtilmişti. (Al-i İmrân 3/152-153)
[3*] Allah’ın savaş ile ilgili olarak koyduğu ölçülere uymayan kaybeder. (Enfal 8/15-16,45-47,57,67,68; Muhammed 47/4)
[1*] Tevbe 9/42-50
[2*] Al-i İmran 3/154.
[*] Arapçada rızık kişinin ihtiyaç duyduğu her şeyi ifade ettiğinden (Müfredat) meal bu şekilde verilmiştir (Yasin 36/20-27).
[*] Nisa 4/104, Enfal 8/15-16.
[*] Maide 5/41.
[1*] Allah bütün kâfirlerin yola gelmelerini ister (Tevbe 9/12-15). Allah onlara bunun için fırsat verir ama onlar bu fırsatı tevbe için kullanacaklarına günahlarını artırmak için kullanırlar. Yine de ölene kadar tevbe imkanları vardır (Nisa 4/17-18).
[2*] “Allah (insanlardan) bir kesimin doğru yolda olduğunu onaylar. Bir kesim de sapık sayılmayı hak eder.” (A’raf 7/30) Allah, insanları sapık saymadan önce, onlara mühlet verir ve uyarılarda bulunur. Bir kısmı tövbe eder /dönüş yapar, bir kısmı da doğrulardan uzaklaşmayı sürdürüp sapık sayılmayı hak eder.
[1*] Ankebut 29/2-3
[2*] Ayette elçi anlamı verilen kelime ‘resul’ kelimesidir. Kur’an’da nebi kelimesi, Allah’tan insanlara tebliğ etmek üzere vahiy alan kişiler için kullanılır. Resul kelimesi ise nebi olsun olmasın, Allah’ın Kitabını insanlara kendi dillerinde ulaştıranlar için kullanılır. Hem ayetin konusu gereği hem de onun elçileri (رسله) şeklinde geçtiği için burada resul kelimesiyle ifade edilen kişilerin, Allah’ın kitap indirerek gaybını açtığı nebi olan resuller olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ayet, dinde Allah ve onun nebi olan elçilerinin (kitaplarla) bildirdikleri dışında kaynak olamayacağının da delilidir. Ahzab Suresi 40. ayette Muhammed aleyhisselamın son nebi olduğunun bildirilmesi de ondan sonra artık kimsenin Allah’tan insanlara tebliğ edilmek üzere vahiy alamayacağını gösterir. Buna rağmen kendisine vahiy geldiğini söyleyenler her zaman olacaktır. Onları dikkate almamak gerekir. Allah Teala şöyle buyurur: “Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen odur. O, gaybını kimseye açmaz. Uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker. (Böylece) O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kavramıştır." (Cin 72/26-28)
[1*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
[1*] Allah’ın sadaka ve zekat vermelerini emretmesinden rahatsız oldukları için içlerinden böyle diyorlar.
[*] Nisa 4/40.
[*] Tevrat'a göre Allah İsrailoğullarından kurban sunmalarını ister. O zaman Allah'ın yüceliğinin onlara görüneceğini vaat eder. Kurban sunulunca gökten bir ateş gelerek kurbanı küle çevirir. Böylece kurbanın kabul edildiğini görmüş olurlar. Tevrat’ta şu ifadeler geçer: "Harun günah, yakmalık, esenlik sunularını sunduktan sonra ellerini halka doğru uzatarak onları kutsadı ve aşağıya indi. Musa’yla Harun Buluşma Çadırı’na girdiler. Dışarı çıkınca halkı kutsadılar. O zaman RABB’in yüceliği halka göründü. RAB bir ateş gönderdi. Ateş sunağın üzerindeki yakmalık sunuyu, yağları yakıp küle çevirdi. Bunu gören halkın tümü sevinçle haykırarak yüzüstü yere kapandı." (Levililer 9:22,23,24.)
[1*] Zebûrlar diye meal verdiğimiz (ez-Zübür =الزُّبر), zebûr’un çoğuludur, hikmet dolu kitaplar anlamındadır. (ez-Zeccâ, Meânî’l-Kur’ân ve İ’râbuhu) Ali- İmrân 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği için bu ayetteki zübür’ün, hikmet dolu kitaplar dışında bir anlamı olamaz. Kelime, Nahl 16/43-44 Şuarâ 26/196, Fatır 35/25 ve Kamer 54/43’te aynı anlamı ifade etmektedir. Bu zebûrlardan biri de Davut aleyhisselama verilmiştir. (Nisa 4/163, İsra 17/55) Zebûr, Davut aleyhisselama verilen kitabın özel ismi olmadığı için ez- Zebûr şeklinde geçmemektedir. Kelime, ez-Zebûr şeklinde elif lâmlı olarak sadece Enbiyâ 21/105’te geçer ve Davut aleyhisselam da dahil bütün nebîlere verilen kitapları ifade eder.
[2*] Bu kitaplar, bütün nebileri ilgilendirdiği için buradaki el-kitab cins kabul edilerek çoğul anlam verilmiştir.
[*] Enbiya 21/34-35, Ankebut 29/57.
[1*] Nisa 4/77, Tevbe 9/38.
[*] Kitaptan işlerine geleni tebliğ edip gelmeyeni gizleyerek geleneksel yapıyı sürdürdükleri için övülmek isterler. Fakat bu yönleriyle anılmak istemez, kendilerinin dine en büyük hizmet yapan kişiler, özellikle de muhafazakarlar olarak anılmalarını arzu ederler.
[*] Bakara 2/107, Maide 5/40-120, Tevbe 9/116, Nur 24/42, Furkan 25/2, Zümer 39/44, Şûra 42/49, Zuhruf 43/85, Casiye 45/27, Fetih 48/14, Hadid 57/2, 5, Buruc 85/9.
[1*] “Aklıselim sahibi olanlar” anlamı verdiğimiz ifade “ulü’l-elbâb”dır. Bkz. Bakara 2/179’un dipnotu.
[2*] Allah’ın ayetleri ikiye ayrılır: İlki yaratılmış ayetlerdir, bunlar kainattaki tüm varlıklardır. İkincisi indirilmiş ayetlerdir ki onlar ilahi kitaplardadır (Fussilet 41/52-53, Şûra 42/13-14). Yaratılmış ayetler, indirilmiş ayetlerin doğruluğunun göstergesidir; çünkü hem kainatı yaratan hem de onunla ilgili en doğru bilgileri veren Allah’tır. İndirilmiş ve yaratılmış ayetler arasında çelişki olmaz, aksine kopmaz bir bağ vardır. Bilimin kaynağı Allah’ın yarattığı ayetlerdir. Bu sahada Allah’ın indirdiği ayetlerden de yararlanılırsa bilimde, hayallerin ötesinde bir gelişme yaşanacaktır.
[1*] Kişinin yan tarafları, kolları ve bacaklarıdır. Rükuda ve secdede gövde, kolların ve bacakların üstünde olur.
[1*] Bunlar Allah’ın mutluluk verdiği (Fatiha Suresi 6. Ayet ) kişilerdir. “Kim Allah'a, onun kitabına gönülden boyun eğerse Allah'ın mutluluk verdiği nebiler, doğru kişiler, bilginler/şehitler ve iyilerle beraber olacaklardır. Onlar ne iyi arkadaştırlar!” (Nisa 4/69)
[*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.
[*] Bakara 2/186, Mü’min 40/60